- 2749 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BÜYÜK BOĞAZİYE KÖYÜ
Büyük Boğaziye Köyü, Kızıltepe ilçesine kırk kilometre uzaklıktadır. Yolu yok, kamyonetler arazilerin içerisinden gide gele yola çevirdikleri bir karış toz halindeki ince şeritlerden müşteri durumuna göre ve pazarlık usulüyle ovadaki köylere yolcu götürmekteler.
Köyde içme suyu yok. 25–30 hane kadar olan köylülerin, her aileye ait kendi kazdıkları kuyuları var. Dikine kazılmış olan kuyuların içerisi genişletilir. Yağmur suları toplanır. Yıl boyu herkes kendi kuyusundan içme ve kullanma suyunu alır. Kovalarla çekerek davarını sular. Su bulanık görünüşlü, tadı buruk, temmuz ve ağustos aylarında kurtlanır, tülbentten süzülerek zorunlu olarak içilebiliyordu.
Köy, Menderes Hükümeti iktidarında, “Toprak reformu” plânlaması adı altında Suriye hududundaki mayın tarlalarının bitişiğindeki hazine arazilerinin halka dağıtımı yapılırken, Mardin’in merkez köylerinden gelen, burada kerpiçten birer oda yaparak içinde bulunan kişilere, onar dönümlük tarla tah-sisi şeklinde kurulmuştur. On iki köy bir muhtarlığa bağlı, muhtar Arada Köyünde ikamet etmekte.
Köyün okulu geçen yıl öğretime açılmış, tek dershaneli küçük bir yapı. İçerisinde ne sıra, ne masa, ne de kara tahta var. Sadece dört duvar. Bir yıl öğretim yapılan okul da bir tek araç, hatta bir Türk Bayrağı dahi bulunmuyordu. Durumu Maarif memuruna anlattığım zaman, muhtarla görüşeceğini sıra, masa, kara tahta temin ettireceğini söyledi.
Okulun temizliğini Hacı İsmail Dedenin küçük torunlarının yardımıyla bir ot süpürgesiyle yaptık. Annemin verdiği tek yorganımı gören Hacı, bir yün yatak ve bir yeni yorgan gönderdi. Onu okulun bitişiğindeki lojman odasına sererek yata-ğımı hazırlamış oldum.
Hacı İsmail Dedem 70–80 Yaşlarında iri gövdeli dinç yapılıydı. Cana yakın, hoş sohbet, misafir sever müşfik biri-siydi. Türkçesi askerde ne belleyebildiyse ancak o kadardı. Aynı zamanda nüktedan birisiydi. Köyde hep anlatırlar. Mar-din valisi köylerinden geçerken karşılamışlar, vali beye: “Begim, sen bura yine geldi. Ne zaman koyun vıd, ben onu sana kesti” deyince anlayamayan vali ne dediğini yanındakilere sorar. Onlarda, sayın valim koyunlar kuzu doğurduğunda buraya gelin ben size kuzu keseceğim diyor.” Vali, gülümse-yerek teşekkür eder, elini öper yoluna devam eder.
Hacı İsmail Dedenin cömertliği, sevecenliği tüm Tutuş ailesine sirayet etmiştir. Üç Yıllık öğretmenlik süremde hepsi bana çok yakın sanki anam, babam, ağabeyim gibi yakın oldular. Özellikle Hasan Tutuş, Osman Tutuş her gün benimleydi-ler. Aradan geçen 47 yıla rağmen onlar anılarımda hep canlı ve heyecanlı olarak yaşamaktalar.
Dershaneyi de ot süpürgesiyle süpürdük. Yarın okul açılacak ve ben ilk öğretmenliğime başlayacaktım. Geçen yıl öğretim gören çocuklar bu yıl ikinci sınıfı okuyacaklardı.
24 Eylül 1960 Günlerden Pazartesi, sabah saat 9.00 oku-lun önündeyim. Altı çocuk geldi. Okulun önünde durduk. Bay-raksız olarak İstiklâl Marşını söyledim. Öğrencilerin dudakları oynadı, mırıltı halinde iştirak ettikleri anlaşılıyordu.
Dershaneye girdik. İlçeden gelirken bir hayat mecmuası almıştım. Mürekkep okkası, divit, cetvel, küçük bakır çivi, raptiye bir kutu tebeşir vb. şeyler almıştım onları lojmanın penceresine koymuştum.
Öğrencilere tek tek adın ne? Diye sorup tanımaya çalışıyordum. İsimlerini söylüyorlar diğer sorularıma tarzanca kısa cevap vermeğe çalışıyorlar, sözlerimi anlamıyorlardı.
Elimde bulunan Hayat Mecmuasının ortasındaki Atatürk resmini çıkardım. Resmi görünce “Atatürk” diye birbirlerine söylediler. Ben birisine “evde pencerede çivi var getirir misin?” deyince üçü birden koştu. Birisi cetveli almış, birisi diviti almış, birisi de mürekkep okkasını almış, teker teker bana uzatarak “budur”, “budur” diyorlardı. Elime pencere de bulu-nan küçük bir taşı alarak çivi çakma işaretini yapınca “bizmar” diyerek koşup küçük çivileri getirdiler. Aman Allah’ım ne yapacaktım? Hiç birisi Türkçe Bilmiyordu. Bunlar ikini sınıf, daha bir de birinci sınıfa kayıt yapacaktım. Bir kitap getirdim tek tek okuttum birisi hariç, hepsi okuyabiliyorlardı. Bir kâğıt kalem verdim teker teker söylediğim sözleri yazdırdım. Yine birisinin haricinde beş tanesi dediğimi hatalı da olsa yazabiliyordu. Ama söylediklerimi anlamıyorlardı. Okuduklarını anlayamıyorlardı.
Ertesi günü köyün imamı Molla Ali’ye durumu anlattım. İmam Efendi bana ne dese beğenirsiniz?
—Muallim Efendi! Geçen yılki öğretmen çocuklarla Kürtçe konuşuyordu. Dersleri de Kürtçe anlatmıştır. Sen Atatürk’ten ve diğer bilgilerden Kürtçe sorarsan onlar da sana cevap verebilirler, deyince sanki şok olmuştum.
O ruhsal durum içinde Öğretmen Okulu son sınıfında bileklerimizin tahammülü üstünde seri notlar yazdıran metot öğretmenim V.A. aklıma geldi. Hemen bir kâğıt kalem alarak kendisine yıl boyu bileklerimizi ağrıtarak yazdırdığı metotların içerisinde Türkçe bilmeyen çocuklara nasıl öğretim yapılacağına dair tek satır bulamadığımı, o defterin üzerine burada örümceklerin ağ yapacağını, bana yardımcı olacak açıklamalar göndermesini istediğim bir mektup gönderdim. Ne yazık ki cevap bile vermediler.
Kendi kendime, nasıl öğretim yapabilirim diye düşün-üm. Yaşlı erkekler askerde Türkçe öğrenmişler. Ekserisi dileklerini ifade edebiliyorlar. Köyde bir tek kadın dahi Türkçe bilmiyordu.
Çocuk babalarıyla okulda toplantı yaptım. Çocukların Türkçe bilmediklerini ama ikinci sınıfa geçtiklerini, bu durumun yanlış olduğunu dilimin döndüğü kadar anlattım. Evlerde yardımcı olmalarını, bazı işlerde Türkçe konuşmalarının dil öğrenmede çabukluk kazandıracağını ifade ettim. Her gün defterlerine yazdıracağım araçları göndermelerini tembihledim.
Defterlerine sen tencere, sen bardak, sen kaşık vs. araçları getirmelerini ödev olarak yazdırdım. Getirilen araçları ertesi gün toplam l2 öğrenciyi sıraya geçirip sınıf içerisinde eline verdiğimiz aracı elden ele dolaştırarak “tencere” veya “bardak” diye ismini söyledikten sonra ikinci sınıflara defterlerine de yazdırarak üç ay gibi kısa sürede Türkçe yi konuşabilir duruma getirdim.
Öğrencilere okul bahçesinde, asla Kürtçe ve Arapça konuşmamalarını, okul saatleri içerisinde Türkçe den başka dilde konuşan olursa cezalandıracağımı söyledim. Çok zeki çocuklar her söyleneni, öğretileni büyük bir istekle dinleyip yazıyorlardı. Bazı kişiler kendilerine okuyup da ne olacaklarını sorunca: Genellikle “Askerde çavuş olacağım” gelince de “Muhtar olacağım” derlerdi. Bunları da babalarının askerlik anılarından etkilenerek zihinlerine yerleştirdiklerini sanıyorum.
Bir gün odamda sabah kahvaltımı hazırlamakta iken okula erken gelen, öğrencilerimin en küçüklerinden olan Abdülkadir’in ağlama sesi geliyordu. Süleyman Tutuş ismin-eki öğrencimin kendisine:
—Aaa! Abdülkadir bak Kürtçe ağlıyorsun, vallahi seni öğretmene söyleyeceğim, deyince ağlamasını kesmişti. Kendi kendime ağlamanın da dili oluyormuş galiba diye gülmüştüm.
Okulun duvarının bir metrekaresini kömürle boyadım. Kara tahta olarak kullanacaktım. Bir satır yazıncaya kadar bir tebeşiri törpüledi duvarın sıvası, hem de paçavra ile silmekte mümkün olmadı. Sınıfımın tahta zemini üzerinde iki metre uzunluğunda bir metre eninde bir yeri soba isi ve yumurta akı karışımıyla boyadım. Kara tahtamız burasıydı. Daire şeklinde yerde oturuyorlar. İki öğrencinin boyacıların küçük oturağına benzer tahta oturağı vardı. Önlerinde ki boş gazyağı tenekesinin üzerinde yazabiliyorlardı. Oturağı ve tenekesi olmayanlar yere upuzun yatarak yazılarını yazıyorlardı. Bu zorluklar içerisinde kış geçti.
Çocuklarım bir şeyler öğrendiler. Bende gece ve gündüz hem çocuklarla hem de aileleriyle birlikteydim. Artık bana kendilerinin bir ferdi gibi davranıyorlar kadın kız kimse çekinmiyorlardı.
Mart ayının sonlarına doğruydu. Birinci dersten çıkmış teneffüs saatinde Hasan Tutuş isimli veli ile konuşurken okulun kapısında bir cip durdu. Şişman bir adam cipten inince Hasan Tutuş:
—Muallim Efendi, bu gelen müfettiş Esat Beydir. Bunun oğlu Mardin’de doktor geçen yılda bizim köye gelmişti, deyince hemen koştum:
—Hoş geldiniz Efendim, deyince daha ben kendimi tanıtmadan:
—Hoş bulduk evlâdım. Galiba öğretmensiniz?
—Evet efendim.
—Nerelisiniz evlâdım?
—Konyalıyım efendim, deyince arkamı tapanladı ve:
—Aferin genç arkadaşım! Askerlikten bilirim, Konyalılar çok çalışkan olur. Derslerine devam et. Hadi hoşça kal evlâdım demez mi?
—Aman efendim bir dakika ne olur içeriye bir girelim dedim.
“Pekâlâ, evlâdım” diyerek sınıfa kadar lütfetti. Kendisine bomboş dershaneyi gösterdim. Bakın efendim. Bir tek sıra bir tek masa yok. Kara tahtamız işte şu, diyerek tabandaki boyalı yeri gösterdim. Göndere çektiğimiz bayrağı karakoldan istediğimi anlattım. “Tamam, evladım” diyerek çökme vaziyeti aldı. Dizlerinin üzerinde cebinden çıkardığı bloknota sırayla yazdı. Bir öğretmen masası, bir kara tahta, on öğrenci masası ve oturağı, bir kütük defteri. Bunları maarif memuruna ve muhtara bildiririm, en geç bir ay içerisinde gelir merak etme diyerek vedalaştı gitti.
Tam bir buçuk yıl durum değişmedi. Yerde eğitim yaptık. Ertesi yıl, okulun önünde bir kamyonet durdu. Üzerinden, kavak ayaklar üzerine kontrplak çakılmış on masa, arkalıksız olarak kavak tahtasından inşaat çivileriyle çakılmış on adet oturak, bir öğretmen masası ve sandalyesi ile kontrplaktan yapılmış bir yazı tahtası indirildi. Hiç yoktan çok iyiydi. Öğrencilerim de sevinçten uçuyorlardı adeta. Okullar kapanıncaya kadar bunların üzerinde daha rahat bir eğitim yapabildik.
H.İbrahim SAKARYA (1960-1963 Yılları)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.