İKRAM
Öykü
İkram
Kasım ayının son günleri olmasına rağmen, kış yüzünü güney doğuya henüz göstermemişti.
Bunaltıcı sıcakta, ayakta da olsa yer bulamanın sevinciyle, kapı aralığındaki daracık yerde yolculuk yapan yedi kişi için suskun; dip dibe, ten tene bir yolculuk başlamıştı. Koridorda yolculuk yapmak, yarı fiyatınaydı. Beş saatlik yol, fakir için pekte uzun sayılmazdı.
Yaşlı otobüs, dümdüz ovada, buğday ve fıstık ekili tarlaların yakınından geçerken, el sallayan işçi kızlara karşılık veren on yaşlarındaki çocuk, annesinin kanatları altına biraz daha sokulduğunda, açık pencereden birden bire içeriye dolan kekik kokulu serin hava herkese iyi gelmişti. Bu ferah koku yoksa ta uzaklardaki dağlardan mı geliyordu?
Sarmaş dolaş oğlunun saçlarına öpücükler kondurup ona sevgi sözcükleri fısıldayan kadın, gürbüz bir ormanı andıran buğulu gözleriyle, çok uzaklardaki dağların karlı zirvesine bakıyordu. Baktığı yerde, bembeyaz bulutlar ve zirve iç içeydi…
Başını; kanat açmış dev bir kartala benzeyen dağlardan çeviren buğday benizli kadın, kendine epey yukarıdan bakan Ahmet’le göz göze geldi. Kaçamak bir göz süzüşün ardından gülümsedi o’na… Ahmet de gülümsedi…
Bu kadar derin tasanın arasında hala gülümseye bildiğine kendi de şaşmıştı. Çünkü hem üzgün hem de sancılıydı… Az önce gülümseyen gamzeli yüzü donuklaşıp yerini bezgin bir ifadeye bırakmıştı. İki ay önce kapının önüne koyulduğu fabrikada çalışırken bile, kıt kanat geçinirken, işsiz kalmak belini tam bükmüştü Ahmet’in… Düşünüyordu, uzayan bıyıklarını dişleriyle çekerek kara kara düşünüyordu. Ne yapmalıydı. Borçlar birikip gözünde dağ gibi olmuştu. Okullar açılmak üzereydi.
Nemlenen gözleri gizlemek için başını yere doğru egen Ahmet; huzursuz bir kıpırdanıştan sonra, isyan edercesine kahır dolu bir iç çekti. Sessiz çığlığı yaşlı otobüsün gürültüsü içinde kaybolup gitmişti… Yanı başındaki kader arkadaşı Osman, yolculuk başladığından beri, çaktırmadan ne düşündüğünü biliyordu. Elini Ahmet’in omzuna koydu: “ hepsi geçer… Üzülme… Sağlığına dikkat et, hep böyle devam edecek değil ya! Bir yerlerden tutunacağız tekrar…
Yaşlı otobüs yüzlerce işçiyi ve fıstık tarlalarını geride bırakmıştı. Merdiven basamağına koyduğu kitap ve defterinin üzerine oturan, eli gitarlı üniversiteli gencin, rüzgâr uzun ve düz saçlarını yalayıp geçti. Usul usul gitarına ayar vermeye çalışan genç, kendi halindeydi. Hayatından memnun görünüyordu.
Adana’daki birliğine teslim olmaya giden acemi asker, yere koyduğu uzunca sırt çantasının üzerine yatar gibi uzanmış hayallere dalmış ve koynundan çıkardığı resme bakıyordu. Sert yüz hatlarıyla yaşından olgun görünüyordu.
Askerin yakınındaki kapıya sırtını dayayıp çömelerek oturmuş “kirli sakallı” adam, ilk kez gitar görüyormuşçasına meraklı gözlerle, üniversiteli genci izliyordu. Upuzun saçlarını geriye doğru atan genç, tamda bir melodi tutturmuştu ki; muavin soğuk ve kibar sesi duyuldu. “ Ücretler lütfen!...
Kimsenin çıtı çıkmadığı daracık yerde, kısa süreli bir hareketlilik yaşandı. Biletler kesildi, paralar alındı verildi. En sonunda sıra askere gelmişti. Kupkuru cüzdanının zulasından beş lira çıkardı. Mahcup bir yüz ifadesiyle: “ yalnız beş liram var… Dedi.
Muavin, acele bir şekilde çantasını ve ceplerini karıştırdı. Parası yoktu, ne yapacağını şaşırmış halde, telaşla sağa sola bakınırken o ana kadar hiç konuşmayan kadın; “bence askerden hiç para almayın… Parası olsaydı bu koridorda ve ayakta yolculuk yapmazdı” dedi. Kadının sözleri Ahmet’in hislerine tercüman olmuştu. O da katıldı: “bence de!...
Sert ve soğuk bir ses tonuyla: herkes kendi işine baksın!... Dedi muavin. Şaşırdı Ahmet… Ne diyor bu adam! Eceline mi susamıştı yoksa?... Kalabalığın içinde, hele de bir kadının yanında azarlamak kanına dokunmuştu. İri gövdesinde, aşağıdan yukarıya doğru bir sıcaklık hissetti. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Başı döndü, kulakları uğuldadı. Geçmek bilmeyen o kısacık anda, tüm hayatı gözünün önüne geldi. Yumruklarını sıkıp yıllanmış bir öfkeyle adamın üzerine doğru hareketliğinde, Osman; onun çelik bir yay gibi gerilmiş kollarına yapıştı.
Asker de ayağa fırlayıp “boş ver abi… Değmez” diyerek araya girince, durakladı Ahmet. Öfkesi geçmemişti. Ani bir kararla, işaret parmağını ileri geri sallayarak muavine bağırmaya başladı: “sana on saniye müsaade… Gözümün önünden hemen kaybolmasan seni bu otobüsten aşağı atacağım!... Dedi.
Başına gelecekleri anlayan muavin: “ çattık belaya!... Deyip aceleyle sıvışırken, asker elindeki beş lirayla öylece ayakta kalakalmıştı…
Dışarıda hava bozuyordu. Kocaman gri bir bulut, yemyeşil dağların rengini morartmıştı. As sonra pek görünmeyen, doluyla karışık, şiddetli bir yağmur başladı. Çatlamış topraklar, suları yutarcasına içine çekerken, ortalık buz gibi olmuştu. Açık pencereden içeriye dolan yağmuru önlemek için, pencerenin camını örtmeye çalıştı Osman; kendi kendiyle konuşurcasına kısık bir sesle: “yağmur sıcağıymış demek ki… Zaten bu mevsimde bu sıcaklık pek hayra alamet değildi, dedi. Gök gürlemesine karışan sözlerini kendi bile zor duymuştu.
Sesiz sakin geçen yolculuk, birden bire hareketlenmişti. Otobüsün ön kapısı açılıp elinde tablayla, güçlükle içeri giren tombul, kıvırcık saçlı çocuğun gür sesi koridorda yankılandı:
fıstık ezmesi!... taze bunlar!...
Kapının kenarında, hala çömelerek oturan kirli sakallı adam, seyyar satıcıyı durdurdu.
“Kaça bunlar?...
Bir lira abi…
Bir tane ver bakalım. Cebinden beş lira çıkartıp satıcıya uzatan kirli sakallı adam, satıcının verdiği para üstünü yine ayağa kalkmadan cebine atıp kimseye aldırış etmeden ezmesini yemeye koyuldu. Herkes ona bakarken, satıcı çocuk gitmişti. Annesinin gözlerinin içine bakan çocuğun canı çekmişti. Anne üzüldü, Ahmet yine sinirlendi… Koridorun ortasında ayakta durmaya çalışan asker, kirli sakallıya ters ters bakarken, koridorun kapısı tekrar açıldı. Gelen yine kıvırcık saçlı ezmeci çocuktu. O’nu eliyle yanına çağıran asker, uzun süredir elinde tutuğu beş lirayı uzatıp: bize beş tane ezme… Dedi. Satıcı çocuk toptan satış yapmanın sevinciyle, çabucak işini bitirip uzaklaştı. Ezmeleri alan asker, önce çocuğa sonra annesine uzattı. Kısa bir itirazın ardından, çocuk ve annesi teşekkür ederek aldıkları ezmeleri yemeye koyulurken, geriye dönen asker, birini de üniversiteliye uzatıp uzun sırt çantasının üzerine oturdu. Ahmet ve Osman’a dönüp: “Bunlarda bizim… Diyerek ezmeleri uzattı. Gülümseyen yüzü, zor bir sınavı başarıyla tamamlamıştı.
Ahmet, askerin gözüne bakarak tebrik etti ve arkasını dönüp dışarıyı izlemeye koyuldu. Otobüs hızını kesmişti. Yağmur dinmiş, yine pırıl pırıl bir güneş, ortalığı ısıtmış, mis gibi toprak kokuyordu. Yolcular iniş hazırlığı için kıpırdanırken, kaba görünümlü muavin soğuk ve kibar sesi tekrar duyuldu: “ Adana yolcuları kalmasın… Otobüs, önce yavaşlayıp sonra dururken, Adana’ya çalışmak için giden iki arkadaş içinde yolun sonu gelmişti. Toparlandılar. Ayaküstü çocuğun saçlarını okşayıp annesine iyi günler dilediler. Askerle tokalaşırken, kirli sakallıyı görmemezlikten gelmişlerdi. Ahmet; geriye dönüp kadınla son kez göz göze gelirken, hala merdiven basamağında, oturan üniversiteli genç, bir türlü başlayamadığı melodisini yumuşak sesiyle söylemeye başlamıştı.
Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum… Ne haldeyim
Âşık Veysel
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.