- 755 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
MAZİMDEN YAPRAKLAR - 6
Babamın Kurtköy’deki kahvesinde, onunla geçen günlerime alışmaya başlamıştım. Pek sıcak bir ilişki oluşmamıştı aramızda. Daha doğrusu bana öyle geliyordu.
Babam deyim yerindeyse ’ feleğine küsmüş ’ bir adamdı. Zoruna yaşıyordu yani. Gelecekten kendi adına hiç bir beklentisi kalmamıştı. Ne para biriktirmek, ne de mal mülk edinmek gibi bir amacı asla yoktu. Her şeye çok çabuk öfkelenen, sürekli yüksek sesle konuşan, bağıran, azarlayan bir yapısı vardı. Onun bu hali benim psikolojimi derinden etkiliyordu. Ne var ki, tüm öfkesi dilindeydi, dövmek gibi bir alışkanlığı yoktu.
Okul saatleri dışında genellikle ona kahvede yardım ederdim. Gece geç yatıp sabahleyin de çok erken kalkmak zorunda olduğu için, gündüzleri uyurdu kahvenin bir köşesinde. O zamanlar tek başıma kahveye bakmaya çalışırdım. Ocaklığa koyduğum sandalyenin üzerine çıkarak çay doldururdum müşteriler için.
Oyun oynamaya pek zamanım, imkânım olmazdı. Genellikle kaçamak olarak çıktığım sokaklarda çocuklarla iyi geçinmek, kavga etmemek, babama şikâyet getirmemek zorundaydım. Öyle tembihlerdi babam. Çünkü biz, köyün yabancısıydık, gelmeydik. Yerlilerle iyi geçinmeye mecburduk. Üstelik bizim bu köyde hiç kimsemiz yoktu. Bu yüzden, gücümün çok rahat yeteceği çocuklardan bile dayak yiyip, hiç el kaldıramadan, ağlayarak dönerdim kahvemize çoğu kez.
Tuzla Jeep Fabrikası’nda ,TSK için üretilen Jeeplerin test sürüşleri Kurtköy’den de geçerdi. Konvoy sorumlusu Emekli Albay Kemal Erkin, yolu her geçtiğinde, konvoydaki diğer arkadaşları ile birlikte bizim kahveye mutlaka uğrardı. Sanırım bir kaza geçirmiş olacak ; burnundaki eziklikten dolayı ’ Burunsuz ’ denirdi ona.
Kemal amca, kahvemize her geldiğinde , beni kucağına alır, sever, sohbet ederdi. Hayatımda, henüz annemle birlikte Tepeören’de yaşarken Feridun ağabeyimin benim için aldığını söyleyip, annemden bir ton dayak yediği küçük plastik toptan sonraki, hatırladığım ikinci ve çok sevdiğim oyuncağı, kurmalı,sesli ambulansı o hediye etti bana.
Galiba o oyuncak sayesinde çok sevmiştim onu.
İstanbul- Beşiktaş’ta oturan, şehit eşi bir ablası varmış : Sabiha hanım. (Som) . Her gidişinde ona benden söz eder, o da ille de beni evlâtlık istermiş. Babama her gelişinde ısrar ediyordu.
- Ver şu çocuğu ablama ! Baksın, büyütsün, okutsun bir güzel. Hem kendi hayatı kurtulur, hem de ileride sana faydası olur. İnat etme , yazık oluyor çocuğa, harcanıp gidecek şu kahve köşesinde !
- Olmaz ! diyordu babam, her defasında da. O benim can yoldaşım, arkadaşım, her şeyim !
Onun ağzından o güne kadar duyduğum en güzel sözlerdi bunlar. Seviyordu beni demek. Can yoldaşı olduğumu söylüyordu. İçimde bir sıcaklık oluşmaya başladı ona karşı, bu sözlerden sonra.
Kemal amcanın bu ısrarlarına dayanamayan babam bir gün ;
- Fikret’i veremem ama eğer isterseniz ablasını veririm ! deyiverdi.
Kısa süre önce annem ablamı da babamın yanına , kahve köşesine göndermişti. Hamza dayı ablamın kahvede kalmasına razı olmayıp evine götürmüştü . Daha sonra karısı İsmet teyze annemin yeniden ablamı yanına almasını sağlamıştı. Bu yüzden de üvey babasının istemediğine inandığı ablamı, Kemal beyin ablasına vermeyi düşünmüştü babam.
Ablası Sabiha hanıma söz etmiş Kemal amca ablamdan. O da razı olmuş.
Babamla uzun uzun konuşup bir formül bulmuşlar ablamı annemden alabilmek için. Yanlarına çağırıp bana yapmam gerekeni anlatıp bir jeeple birlikte anneme gönderdiler.
Kapıyı çaldığımda karşıma ablam çıktı. Siyah önlüğünü giyinmiş, beyaz yakasını takmış, kapının hemen arkasındaki aynada omuzlarına dökülen, uzun siyah saçlarını tarıyordu ablam. Tombuldu ablamın yanakları ve çok sevecendi bakışları. Özlemişti beni. Sarıldı, öptü yanaklarımdan uzun uzun.
- Mukaddes, kim gelmiş kızım ? diye seslendi içeriden annem.
- Fikret gelmiş anne !
Hemen geldi annem yanımıza. Günahına girmek istemiyorm ama sarılıp öptüğü bir türlü gelmiyor aklıma. Aslında sarılmıştır, öpmüştür de mutlaka. Öyle ya ; ne yapmıştım ki ben ona ?
- Babam çok hasta. Mutlaka ablamı görmek istiyor. Hem merak etmiş hem de çok özlemiş.
- Adı batasıca !
- Ölecek mi yoksa benim babam ? Anne, ne olur gideyim, ne olur ?
İçeriden annemin yeni eşi İsmail efendinin sesi geldi bu defa.
- Fevziye, ne oluyor, kimmiş gelen ?
Annem oradan cevap vermektense yanına gidip konuşmayı seçti yeni eşiyle.
- Sakın gönderme ! Yalandır, göndermeyecektir Mukaddes’i, demiş. Benimsemiş ablamı, bırakmak istememiş.
Ablam çok ısrar edip hatta ağlamaya başlayınca dayanamadı annem. Ablam önlüğünü bile çıkarmadan geldi benimle. Birlikte Jeepe binip köye doğru yola çıktık.
Sürekli babamı sordu yolda. Hasta olduğuna inanmıştı. Ağır olup olmadığını, ölüp ölmeyeceğini merak ediyordu.
Suçluydum ben. Daha fazla yalan söylemeye de cesaretim yoktu. Susuyordum. Benim yerime şoför konuşuyordu. Babamın ağır hasta olmadığını, yaşayacağını, daha çok onu özlediğini, görmek istediğini anlattı. İnandı, rahatladı ablam.
Kahveden içeri girdiğimizde babamın kollarına atıldı hemen. Sert sakallarına aldırmadan defalarca öptü yanaklarından.
Bitişiğimizdeki bakkaldan kremalı bisküi aldım ablama. Babam da bir bardak çok şekerli paşa çayı doldurdu. Ablam iştahla onları yerken Kemal amca da sorular soruyordu ona. Adını, yaşını, okulunu, daha bir çok şey sordu. Aslında pek de uzun sürmedi bu sohbet.
Babam biraz sonra asıl konuya geçmişti bile.
- Bak kızım, bu adam Kemal bey. Kendisi emekli albaydır. Beşiktaş’ta bir de ablası var. Kocası şehit olmuş. Kendisi çok zengin. Kocaman evi var.
Buraya kadar söyledikleri ablamı pek ilgilendirmemişti aslında. O, iştahla çay ve bisküilerini atıştırmaya devam ediyordu.
- İşte o ablası, seni evlâtlık almak istiyor ! dediğinde, ani su baskınından kapakları patlayan büyük bir barajı andırırcasına ağlamaya başladı ablam. Hem de kahveyi inletircesine haykırarak ağlıyordu.
- Dur kızım, dinle önce ! Şimdi gideceksin ama eğer beğenmezsen ben yine seni alıp annene vereceğim !
Son sözleri duymadı bile. Hem duysa da değişen bir şey olmayacaktı. Susmuyordu, hiç kimsenin de susuturması mümkün değildi. Kahvedeki ihtiyarların hatta bazı gençlerin bile gözleri yaşarmaya başladı.
Sonunda o fırtınanın çizdiği yönü, ablamın kaderini değiştirecek kimse çıkmadı. Ağlaya ağlaya da olsa, bindirildiği Jeeple İstanbul’un yolunu tutmuştu bile..
Ben şok olmuştum. Ağlayabildiğimi hatırlamıyorum. Sadece utanıyordum ; suçluydum. Ablama yalan söyleyerek gelmesine ve evlâtlık verilmesine sebep olan kendim olduğuma inanmıştım.
Ne suçluluk duygusu ne de göz yaşları ; hiç birisi gerçeği değiştiremezdi artık. Bir kaç saat sonra ablam, on beş yılını, çocukluğunu, gençliğini, annesinden uzakta geçireceği o zengin evine varmış olacaktı.
............................
Kızlar misafirleriydiler annelerinin. Bir gün mutlaka ayrılacaklardı onlardan. Fakat kader ya da bazı insanlar, daha fazla haksızlık edip bazılarına, on yaşlarında bile ayırabiliyor bazı kız çocuklarını böyle anneciklerinden......
Fikret TEZAL
YORUMLAR
Offffff... Fikretim ne yaptın yine...
Ağlattın beni...
İstanbulda görevliyken kirada oturduğum evin sahibide benden küçük kızımı istemişti... O da çok zengindi.
Verirmiyim hiç... Ama kızıma sormuştum yinede "Seni evlatlık vereyim mi?" diye
Hala şimdi bile başıma kakar o çümlemi...
Hayat ne acı değilmi... Öptüm gözlerinden...