- 1190 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
AVARE
Kasım güneşi, karlı buzlu caddeleri gittikçe ısıtıp eritiyordu. Onca fırtına kar ve soğuktan sonra, insanlar güneşi görmenin sevinciyle sokakları doldurmuştu. Yazdan kalma bir günün keyfini çıkartmak istiyorlardı. Öğle vakti yol kenarında zayıf ezgin bir genç yürüyordu. Zavallı Ali ağzı laf yapan, bol keseden atan uzak akrabası Murat’a uyup, bir bavulla çıkıp gelmişti İstanbul’a. Ne bilsin? Her şey güzel olacak sanmıştı. Bu kaçıncı göç? Yorulmuş bıkmıştı. Taşının toprağının kıratı düşmüştü İstanbul’un. İçindeki ağırlıkları kusup, rahatlamak isteyen bu şehir, istemeye istemeye onu da kabul etmişti. Köyünden umutlarla geldiği zaman İlkbahardı. Boğaza doğru bayırlar, sarılı beyazlı minik papatyalar, ve gelinciklerle doluydu. Ama artık kış geliyordu. İstanbul’da onun gibi kaç garibin korkulu rüyası kabusuydu kara kış... Çalıştığı inşaatın işi bitmiş, kapının önüne koymuşlardı. İşin kötüsü tanıdık bildik de yoktu. Akrabaları çoktan gitmişti. Ali köye dönmeyi kendine yediremedi. Hem dönse ne olacak? Evde dokuz baş, bulgur çorbasına kaşık sallayan sallayana... Köyde hastalıklı anasından başka, ne bir yavuklusu ne de eşi vardı yolunu gözleyen.
Eli yüzünde devamlı düşünen babası geldi aklına. Sessiz kendi halinde bir adamcağızdı. Hakkını savunmamak ne kötü birşeydi. Amcaları miraslı tarlayı bahçeyi, üzerlerine geçirmiş, bir kaç kuruş verip babasının ağzını kapatmışlardı. Yolda bahçede önlerine çıkan amcası, gözlerini devire devire ’ Bilmem gayri, hakkını verdik. Sonradan ikilik çıkartma da...’ diye birde aba altından sopa gösteriyordu. Babası sustu... Ali’de sustu. Utanmazdan utanıp, korkmazdan korktular. O kadar çocuk hepsi Ali’den küçük, eski kerpiç bir ev, harap bir ahır, yirmi koyun beş dana.. Varları malları olup olacağı buydu işte. Elleri cebinde dalgın, dalgın, yürürken bütün bunlar gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu. Keşke yürümesi hiç bitmese, insan üstü gücü olsada hep yürüse düşünceleri dağılır belki, günlerce yürüse kimin umurundaydıki. Fakirlik insanların kararıydı bu Allah’ın değil. Olay bitmiş, mühür basılmış, kalemse kırılmıştı. Kendini paralasanda boş.. Parası olan yaşayacak, kadersiz çaresiz olan naçar ve hor kişi, ya donarak açlıktan geberecek, ya da Yaratıcısı bir kapı açacak. Ama kullara kalırsa işin yandı gülüm keten helva!
Ali garson olmayı da düşündü. Ama tecrübe istiyorlardı, kimisi ise en az bir ilk öğretim diploması. Zaten fukara hiç garsonluk yapmamıştı ki. İkindi olmuş o hala yürüyordu. Sağa sola bakıyor, kendince iş arıyordu. Boğazı kurudu. Açlık susuzluk bir arada. ’ İdare etmeliyim..’ diye düşündü. Bir kaç gün daha iş bulana dek, eğer cebindeki beş on kuruşu da harcarsa, o ucuz, pis izbe otel odasından da kibarca kovulacaktı, biliyordu. Kış olmasa bir banka kıvrılır yatardı. Ama şimdi donarak ölmesi gün gibi aşikardı. Sabahtan bir gevrek almış, sahilde hem karşıları seyretmiş hem de yavaş yavaş yemişti. Ama kuru kuru yediği için hem ağzı dili kurumuş, hemde doymamıştı. Gençti sağlıklıydı. Bir gevrekle doyulur mu? Restaurantın önünden geçerken içeride yemek yiyen insanları gördü. Birilerinin kılık kıyafeti, neşesi yerindeydi besbelli. İçeriden dışarıya sıcak yemek kokularına karışmış parfüm kokuları geliyordu. Elinde olmadan ’ Zıkkımın pekini yeyin! ’ diye dişlerini sıktı. Birden kendine gelir gibi oldu. Tanımadığı bilmediği insanlar hakkında öyle konuşmak... Utandı birden. Fakirlik öyle bir zilletti ki, insanı dengesiz saygısız ve sersem yapıyordu.
İş ararken bazı işverenlerin kendine boş ve küçümseyen gözlerle baktıklarını görmüştü. Dizleri eprimiş kadife pantolonuna, soluk montuna ve içinden görünen gri kirli gömleğine bakıp karar vermeleri ona çok dokunmuştu. Ama aslında Ali’de onları küçümsüyordu. Lokantalarının camına sıraladıkları çeşit çeşit yemeklerden sadece bir tekini en ucuzunu tencereye doldurup tek bir cuma günü olsun, gelen geçen fakirlere bir kap veremeyişlerini paraya olan bitmez aşklarını küçümsüyordu işte.
Akşam oluyordu. Açtı üşüyordu kimsesizliğin, sahipsizliğin, garipliğin, hüznü çöktü kaldı. Kanadı yaralı küçük bir kuş gibi çaresiz kimsesiz ve olabildiğince çevresine yabancıydı. Güneş denizin üzerinde albenili bir kızıllık bırakarak yavaş, yavaş, batıyordu İstanbul’da . Yaratıcının haşmetli çekici tablosuna hayranlıkla bakakaldı. Ah güneş! ...asırlarca kimbilir kimlerin üzerine doğup battın. Neler gördün kimbilir dilin yokki söyleyesin diye mırıldandı kendi kendine. Ah bir anlatabilse ah, kimbilir ne dramlar, ne acılar, ne rezaletler, ne aşk hikayeleri anlatacaktı yaşanmış, ve yaşanıyor olan Bizans’ta, İslambol’da ve şimdinin İstanbul’unda. Ama o orada öylece kıpkızıl, sessiz gizemli ketum ve tostoparlak duruyordu. Farkında olmadan kendini balıkçı teknelerinin yanında buldu birden. Kimisi kıyıya demir atmış, balık ekmek satarak teknesini minik bir lokanta yapmış, kimi teknelerse bomboş. Yutkundu... Canı balık ekmek istedi, buraların balığıda bir lezzetli olurduki, akıntısı çok olurdu Marmara’nın balığıda ayrı bir leziz. Şu nefis ne körolası birşeydi !.. Herşeyi istiyordu. Nefsine de acıdı birden. O da ne yapsındı. Bir gevrekle bütün gün zaten epey terbiye olmuştu.
Otel parasının tükeneceği korkusu yüreğinde cılız bir sesle ’ Balık ekmek kaça? ’ dedi. Rüzgardan sallanan teknenin içinde ayakta durmaya çalışan kara bıyıklı yün takkeli adam ’ Beş lira ’ dedi. Ali eli yüreğinde ’ çeyrek ekmek olmaz mı ? ’ diye mırıldandı. Kalın ceketinin içinde ısınmaya çalışan adam ’ Biz çeyrek ekmek yapmıyoruz ’ diye dudak büktü. Delikanlı sustu. Yanakları gözleri daha bir üşüdü sanki. Ya da ona öyle geldi. Utanarak başını eğdi. Dönüp giderken orada, teknede kılığı kıyafeti düzgün iri yarı bir adam yanları kalın bezle örtülü bölümde balık ekmek yiyordu. O böyle konuşurken acıdığından mıdır nedir dikkatli, dikkatli, Ali’ye bakmıştı. ’ Belki bir çokları gibi o da beni aşağı görüyordur ’ diye düşündü. Delikanlının mert temiz yüreği acıdı, incindi bir an. Parası olmayanın kuruş değeri yoktu, anlamıştı.Daha fazla duramadı orada denizin kenarında ağlamaklı suskun, yavaş yavaş dönüp yürümeye başladı.
Bir kaç dakika sonra ardından kalın bir erkek sesi ’ Delikanlı bakar mısın? ’ dedi. Ali şaşkınlıkla döndü. Demin teknede balık yerken gördüğü o sarışın yaşlı adam, Evlat, diye söze başladı. ’ Ben arada sırada buraya Rasim’in balığını yemeye gelirim, kalender çocuktur bakma, fakat herkes bir değil. ihtiyacı olmadığı halde beş on kuruşun hesabını yapan adamlar var. Artık o da insanlardan bıkmış.. ’ Ali ağzını açtı birşey diyecekti, vazgeçti. Adam habire konuşuyordu. ’ Benim adım Mahmut , bana Mahmut baba der tanıyan bilen. Kadıköyde manavlık yaparım.. ’ Aslında onun ne yaptığı umrunda değildi. Ali onun yaşına hürmeten susuyor, dinler gibi yapıyordu. Aç susuz perişandı. İhtiyar adam böyle konuşurken Ali’yi omuzundan tutarak balıkçıya doğru götürmeye çalışıyordu.
Mahmut baba insan sarrafıydı. onun gerçekten aç olduğunu, sararmış temiz yüzünden hüzün ve acı dolu bakan gözlerinden sefil kıyafetinden anlamış, yediği ekmeği yarıda bırakıp arkasından gelmişti. İhtiyar adam Ali’ye balık ekmek ısmarlamak için on dakika dil döktü. Delikanlının zoruna gidiyordu. Ondan bundan birşey almak, ummak... Ama öyle yorulmuş üşümüştü ki, direnecek gurur yapacak duyguları da köreldi bir an. Rüzgarda savrulan kimsesiz bir yaprak gibi ihtiyarın kendini tekneye doğru çekip götürmesine razı oldu. Evet gerçektende Mahmut Baba adı gibi babaydı. Öz evladını bir pula satan tonlarca babadan çok daha fazla hemde.. Ali’nin karnını doyurmuş, hayat hikayesi ona pek dokunmuştu. Şaşırmak duygulanmak sırası Ali’ye gelmişti şimdi.. Mahmut Baba ona manav dükkanında çalışması için çıraklık teklif ediyordu. Üstelik gecede içinde iyi kötü her türlü ihtiyacını karşılayacağı manav dükkanında yatmayı da önermişti.
Zavallı Ali rüya gördüğünü sandı bir an. Karnı tok sırtı pek, o gece otel odasında bir kaç eski battaniyeye sarılıp deliksiz uyudu. Uzun zamandır böyle huzurlu bir uyku uyumamıştı fukara. Sabahtan otelde ilk uyanan belkide oydu. Verilen adrese uçarcasına gitti. Doğrusu Mahmut Baba’ da sözünde durmuştu.
Evet... Soğuklar bitmiş, Ali bir kaç ayda epey toparlanmıştı. Hem bu ufacık dükkanda hiç üşümüyordu. Köşede kaplaması solukta olsa bir çek yat, eski ufak bir elektrik sobası, ufacık bir banyo, tuvaletle iç içeydi. Kuşlar ötüşmeye her yer yeşillenmeye başlarken, delikanlının hem cebi para görmüş, hemde kendine güveni gelmişti. Kalacak yere, ışığa suyada para vermeyince, epey para da biriktirebilmişti. Arada dışarıda yesede bazen Mahmut Baba’sı ihtiyar karısının pişirdiği yemekleri sefer tasına doldurur getirirdi. Ama artık ailesini özlemişti Ali. Patronundan izin istedi. Adamcağız onu kırmadı. Onbeş gün izin verdi. Cebinde parası gözleri dolu, dolu, Mahmut Babası’nın elini öptü. Şimdi köye gidecek, garip anasının cebine harçlık koyacak, kardeşlerini öpüp koklayacak, hasret giderecekti.
Anlıyordu. Gün geçtikçe nesli tükenen kuş sürüleri gibi, Mahmut baba’lar azalıyordu. Ama hala inatla var olmaya da devam ediyorlardı...
RabiaBelgin
Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcisine aittir
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.