- 912 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
NİNNİ
Yoğun bakımın önündeyim.
Bekleyişim üç saati buldu. Saat gecenin on biri.
Kaygım gittikçe bastırıyor. Ateş üstündeyim.
Nerede bilgi edinme hakkı, insana saygı nerede?
Neden biri çıkıp hastanızın durumu şudur demiyor?
Biliyorum, öyle kolay teslim olmaz, son soluğuna dek direnir.
Ya son soluğu da tükenmişse?
Asıl ilgisizlikten rahatsızım. Olurşey değil. Yüzümüze bakan yok! Yerimde duramıyor kalkıyor, oturuyor, gidip geliyorum aralıkta. Belki herkese böyle davranılıyordur bu kapıda. Bilmiyorum, ilk kez geliyor başıma. Karşımda, kıpır kıpır bebeğini beden ısısıyla sarmalamış genç bir anne oturuyor. Kaygılı hali bebeğini de etkilemiş sanki.
Bu küçük cam bölmede bebek, anne ve ben, aramızda dingin kimse yok gibi.
Genç anneyi izledikçe, anamın o yaşlardaki yüzü canlanıyor gözümde. Esmer, sürmelenmiş gibi gölgeli gözler, somurtmayan ama gülmeyi unutmuş duru bir yüz. Oradan oraya koşan, bir an bile dizini kırıp oturamayan, telaşlı anam... Ben mi? Huysuz, otta suda durmayan, sürekli isteyen, ağlayan sümüklü bir oğlancık. Onu çok az görebiliyorum, yığınla işi var çünkü. En güzel anın memesine yapıştığım an olduğunu biliyor, onu istiyorum. Onun için ağlıyorum. Köy yerinde hep öyledir ya kaynanası büyütmüş benden öncekileri, ablamı ve ağabeyimi.
Ne denli zorlasam da ebemin çizgilerini seçemiyorum.
Altmış beşinde mi neymiş. Bense yeni bitirmişim bir yaşımı. Anam, son zamanlarında kaynanasını bir ölüm korkusunun sardığını, beşiğimi sallarken, ‘Ölürsem, kara gözlerine sinekler dolar, kerahet anan bakamaz, tavuklar elinden ekmeğini kapar a yavrum’ diye sızlanıp gözyaşı döktüğünü söylerdi. Ebemin adı her geçtiğinde, “On yıl birlikte oturduk kaynanamla. Tüy kadar incitmişliğim yoktur, öte git gözüne tütün gider demedim. Ana kızdan ileriydik. Dağlar kadar memnundu benden” derdi. O eski hikâyeleri kös dinleyen gelinlerine, anaya ataya benim gibi saygılı davranmalısınız demek isterdi. Ağrılarının, yangılarının arttığı zamanlarda, yaşının doksana dayandığını çok sık yineler olmuştu. Büyük Allah’ından; kendisine de kaynanasının ölümü gibi ölüm vermek için ne beklediğini, yoksa bilmeden günah mı işlediğini sorar; sitem eder, yalvarır, bir tür sıkıştırmaya kalkışırdı onu. Sabah hastalanıp akşamüstü ruhunu teslim etmesini, yatağa düşmemesini kaynanasının yüceliğine, Allah katındaki yerinin sağlamlığına bağlardı.
Bebeğin birden patlayan sesi yeniden yoğun bakımın önüne çağırıyor. Dönüyorum ister istemez. İyice sıkılmış olmalı, susmuyor yavrucuk. Genç anne, ninni benzeri mırıltılarla hem bebeğini hem kaygılarını oyalamaya çalışıyor. İçerde onun da bir yakını var belli. İçimdeki çalkantıdan başımı çıkarıp, “Neyiniz, kiminiz var içerde” bile diyemedim ona. Herkes kendi ateşinde yanıyor.
Bebekken, anamın kucağında uzun boylu kalamadığımı, emzirme işi biter bitmez bir köşeye atıldığımı düşünüyorum nedense.
İyice yükseltiyor sesini bebek. Ağlamaklı anne, sırtını dönüp emzirmeyi deniyor. Almıyor sanırım. Yeniden ninniye dönüyor.
“E e e, ağlama bebeğim, ağlama…”
Bebek konuşabilse, ‘o zaman sen niye ağlıyorsun?’ diye taşı gediğine kor diye düşünüyorum.
Nereden çıktılarsa iki beyaz gömlekli belirdi yanımızda. Asık yüzlü değillerdi. Bir isim söylediler. Yerinden fırladı genç kadın. Tepeden tırnağa değişivermişti. Uçar gibi daldı içeri.
Çocuk yine ağlıyordu.
Benim hastamla ilgili bildikleri bir şey yokmuş doktorların.
Onların hastası değilmiş anam. Sabırlı olmalı beklemeliymişim. İletilecek bir şey olursa, duraksamaz, hemen bildirirlermiş. Zor kurtuldular benden.
Bölmede tek başınayım şimdi.
Yoğun bakım kör, sağır. Zaman geçmek bilmiyor. Giderek daha çok korkarak baktığım kapıdan arada bir girip çıkan olsa da yüzüme bakan yok.
Anamın kucağına dönüyorum yeniden. Huysuzlanıyorum, memesini veriyor ağzıma, ııh, ağlamak daha çekici geliyor bana. Sallıyor kollarında, tavuk uyutur gibi uyutmaya çalışıyor:
“Guguuk guguuk guguuk, uyu tavuğum uyuuuu. Anaan, babaan, gazdaan, tuzdaan gelenece uyu tavuğum uyuuuu.” Bazen, öldür Allah uyumaz, sonuna dek direnir, bunaltırdım anamı. O zaman yattığım yerden kaldırır, daha doğru düzgün yürümeyi beceremeyen, dirliksiz oğluna, “Anladıım, halay çekmek istiyor benim oğluum” diyerek küçücük ellerimden tutar, iki yana sallamaya başlardı. “Hu dedim keklik uçtu, kühü dağlardan aştı, güzele tuzak kurdum, geldi de bir çirkin düştü. Ha leyli oğlum ha leyli, ha leyli kuzum ha leyli...”
Çocuklarım bu sesleri-müziği iyi bilirler.
Hemcinslerim dışında ilk tavukları tanımış olmalıyım. Bir tür oyuncaktı tavuklar bizim için. Civcivleriyle ayrı, kendileriyle ayrı arkadaşlık ederdik. Anam, kucağına alıp okşadığı tavuğa “guguk”lu ninnisini söylemeye başlayınca, gözler anında kayar, kapanır çırpınan, kurtulmaya çalışan tavuk birden durulur, derin uykulara dalardı. Tavuklara başarıyla uyguladığı bu uyutma, büyüleme yöntemini bizlere de uygulaması o denli doğaldı ki anamın. Beşikte ya da kucakta “guguk” sesini duydum mu kendiliğinden kapanırdı gözlerim. Ninnilerimizde olduğu gibi kapıda, küllükte, bahçede her yerdeydi tavuklar. Elimizdeki dürümü, akan sümüğümüzü çalmak için burnumuzun dibine girer, fırsat buldular mı da gözümüzün yaşına bakmazlardı. Gagasında dürümümüz, yel yepelek uzaklaşırlardı. Daha beş adım gitmeden öteki tavukların saldırısına uğrar, bir lokma yutamadan kaptırır, bizim gibi o da başlardı yanık yanık bağırmaya…
Oturduğum yerde dalmışım.
Gözümü açtığımda üzgün bakan iki beyaz gömlekli vardı karşımda. 24.01.2011 - Ankara
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.