- 425 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kurtuluşun Felsefesi 69
69] Daha hız alamazlarsa, ’demokrasi şehidi Menderes’ algılatış masumluğu ortak paydasından, kendilerini söylerler!
Değilse bu söylemler demokrasiyi sevip, Sayın Menderese yandıklarından değildirler. Böylece, hem Sayın Menderes’le meşrulaşırlar Hem de, devletle haksız akçeli işleri olan kişilerin, bu tür söylemleri, bir tür günah çıkarmanın demokrasi argümanlarıdır.
Demokrasi bireyler üzerinde yansımaz. Demokrasi toplum üzerinde gerçekleşir. Toplum üzerinde gerçekleşenler birey kullanımına sunulur. Değilse birey kullanımı ile toplumsal yarar çıkmaz. Bizde çalı tersten sürükleniyor. Demokrasi bireyler üzerinde gerçeklemeyle ölçülüyor. Birey üzerinde gerçekleşenlerde kayırmalar yandaşlar akraba hısım taalükatına ihalelerle isabet ettirilen toplum pastası payıdır.
Söz gelimi Sn Menderes’i ’demokrasi şehidi’ sayan mantık zımnen; ’bu ülkede başbakanlar yargılanmadı mı?’ deyişleri ile, o ülkenin demokratik yapı içinde olduğunu vurgulamış oluyorlardı! Böylesi bir demokrasi savunucu dirençle, şehitlikte, darbe günlerinde kimse tankın önünde duruşla, tankın üzerine çıkan bir eylem direncini göstermemiştirler. Ne mağdurlar, ne maznunlar, ne de ona oy verenler bunu yapmamıştırlar. Aksine halk darbeyi alkışlamıştırlar! Eğer böylesi bir ’demokrasi şehitliği (savunuculuğu) söz konusu ise; Sayın Demirel, 6 kez kahramandı. Ülkenin neden bu hale geldiğinin, ne önemi vardı canım(!)
Oysa var olan ama siyasetler yüzünden toplumun kullanımına sunamadığı demokrasi girişmelerinin gerçek eşmemiş olması, bu yağdanlıklarca hiç görülmüyordu. Olması olmaması gereken de budur.
Yine söz gelimi Kurtuluş Savaşı’nın Ve Anadolu hareketinin hiç bir noktasında var olmayanlar hatta Anadolu hareketine karşı zorluk yaratmış olanlar; Abdülhamit döneminden beri kâh tımarhaneye, kâh hapishaneye kapatılan meczuplar, böylesi demokrasi yanıltması ile Atatürk’ten sonra pek bir saygınlaşır oldular!
Bunların karşı devrim suçu işlemiş olması ve hesap verir olmaya girmeleri, o devrim günlerine dek yaşantılaşmaları, hukuksuzluğun ve demokrasisinin olmayışı olaraktan anlatıyorlar! Yani demokrasi bireye indirgeniyor. Oysa toplum, bireyde görülmez, toplum bireylerde yansır.
İstiklal Savaşının başlangıcında oluşan ’mücadele ruhu’ ya da ’bağımsızlık ruhu azmi’ ne yazık ki hem kimi kadrodan kişilerce, hem de çoğu kesimce ve tam anlamıyla anlaşıldığı söylenemez. Yine savaşın; ’bağımsızlık ruh ve felsefesinin’, savaş sonrasındaki, devrimlerin ve gelişmelerin de ruhuna yansıdığı söylenemez. Savaş sonrasının ruhu, temelde dinamik önder ruhudur. Bir karizma ruhudur. Ve savaş sonrasının ruhu, değişik aşamalarda oluşmuş, değişken çalışmalı bir kadrolar işi olacaktır.
Çeşitli dinlerden oluşmuş Osmanlı ahali uyrukluğu içindeki Müslüman ahali, 600 sene ümmet mantığı ile iyice yoğrulmuştu. Ve bu ümmet yapılı mantığın koşullandırılması nedeniyledir ki, ahalinin kültü ’Türk toplumu aidiyetlik bilinci’, etraflarında kenetlenecekleri bir, ulusalcı bakışın oluşmalarına tam da bir olanak vermiyordu. Ve bu yüzden ümmetçi yapının ulusalcı yapısı olmadığı için ırki ayrılıkçı davranışlar taşıdığı, pek söylenemezdi. Ancak, ulusalcı yapı içinde ümmetçi filizleniş, ayrılıkçı olur.
Yumurtayı çatlatmak için iç unsurlarını, din ve mezhep farkları ile tartıştırmak ya da toplumsal birliklerin ortaya çıkarılması için dinsel yolların işletilmesi ile pek mümkün olmakta idi. Bu türden oluşmaların içinde ulusal duyguların hepten yokluğunu da söylemek de, absürtlüktür.
Ancak dinsel kalkışmalar, her daim ve her çapta, olumsuz genel eylemler olaraktan hep ola gelmiştir. Bu yüzdendir ki Osmanlı yapısı içindeki Türk unsurlar içinde ulusalcı ve milliyetçi olarak ayrışan tutumlar, pek pek genelin tutumu olmamıştır. Hep özelin ve kimi zamanda marjinal grupların, bir hareketi olmaktan öteye pek gidememiştir.
Bu yüzden iç isyanlar hep dini motif eksenli, yerel otonom egemenlik paylaşımlı bölgeci hareketlerdir. Oysa dinsel eğilimli hareketler, ahalinin genel eylem karakterini daha çabuk oluşturmaktadır.
Anadoludaki isyancı hareketlerinin eksenine, konjonktürün emperyalistleri ile onların yerli işbirlikçi ve bölgesel coğrafyalı egemenleri; gerek İslam’dan ahaliyi ve gerekse Hıristiyan kültürden, dinsel, etnik ayrılıkları da, işin içine soktular. Böylece konular, daha da çok yönlü ve etraflıca, çetrefilli bir yapıya sıçratıldı. Toplumsal yapılı eylem ve karekterler, birden halksal eylem ve karekterlere dönüştürülmüştü.
Çünkü Osmanlı dahilindeki bu hareketler tarihi olgularla oluşumsal çizgili gelişmeci dinamikler değildiler. Ve güncel oluşmalı; ekonomik, toplumsal siyasal, toplumsal kültürsel, toplumsal gelişmelerin hiç bir şartlarını taşımamaktaydılar. Asi hareketler, halkın durumunun kötülüğünden hareketle oluşundan, çok bilinçsiz oluşlarının iğfalinden meşrutturlar.
Toplumsal bir eylem, maksat ve kasıt olaraktan halksal geliştiriliyordu! Ama halksal gelişen hareketlerin sonucu toplumsal olarak alınıyordu! Özellikle de emperiyalislerce ve işbirlikçi egemen kışkırtıcılarca bu böyle oluyordu. Halk, mücadelesi ile ve öldüğü ile kalıyordu! Sadece dinsel etnik farka dayanmak isteyen, duygu oluşturmalı isyanlar, nesnel ilişkileşme temelini yaratamamış olan kışkırtılmadırlar.
Elbette bu iç isyanların karşılıklı olaraktan yaşanacak acınası dramatik boyutları da var olacaktı. Bu kadar çok kaşımalardan yara berenin çıkmaması olanaksızdı. Avrupa’da 1789’larda iyice tanımlanarak oluşturulmuş olan ahalinin vatandaşlık bilinci, Osmanlıda ihmal edilmişti. Vatandaşlık bilinci kişilerce; toplumun ve devletin ve siyasetin finansmanını vergi olarak sağlayandı. Bu yüzden vatandaşların da vergilerinin takibini yapar olmaları en tabii hakları idi.
Sürecek
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.