- 1803 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
AYNADAKİ BEŞ ŞEHİR: BURSA
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Ey Rûhâniyetli Şehir!
Bu satırları sana zamanın hemen kıyısından yazıyoruz. Bir ân sonrasının mâzi olduğu bu yekpâre mefhûmun sana pek de uymayan bir mahalde olduğunu hepimiz elbette ki biliyoruz. Fakat sana buradan yazmamızın nedeni bu değil. Bu durum bilakis senin âşina olduğun kendine has zamanının efsûnundan ve bizim bunu asla idrâk edemeyişimizden kaynaklanıyor. İşte bu yüzden buradan yazmayı uygun gördük desek hata olmaz. Öyle ki yeşilin rûhuna huzur katan tarafını, bu huzuru besleyen sularının zamana vuran akislerini, tâ derinlerde bir yerlerde bu akislerin tılsımlı bir ikinci zamana dönüşmesini hayretle izleyerek sana kucak dolusu selâm ediyoruz.
Asırlık çınar dalları gibi ebediyete uzanan kollarını açtığın ezelî mekânlarda rûhunun bıraktığı izleri, biz mâzi olarak görürken; senin her seferinde canlılara hayat veren su gibi maddeye can katarak sonsuzluğa akışını öylece izliyoruz. Bizden sakladığın meçhûl bir iksirinin olduğunu ciddiyetle düşündüğümüzü bilmeni isteriz. Çünkü sana uğrayıp da senden her geçen, yanı başında oturduğumuz zamanı unutarak bambaşka bir iklime giriveriyor ve geçmişin hemen yakınında hâlis bir hayat buluyor. Üstelik bununla da kalmayıp hayâl içinde gerçeğin, gerçeğin çok az dışında bir hayâlin keyfini tadıyor. Bu tat! İşte bu tat, seni sen yapan en özge nitelik! Senden bu iksiri talep edeceğimizi düşünüyorsan yanılıyorsun. Sen kendi masal ülkende bugüne ve yarına ebedî bir ışık dağıtırken, bu ışıktan nasibimizi istemekten gayrisi sana yapacağımız gerçek bir haksızlık olur. Hakîkat şu ki bu tadı senin ellerinden tatmak, mecliste sâkilerin elinden âşk şarabını kana kana yudumlamaya müsâvidir. Her dokunduğun şeyin ellerindeki zaman aynasında farklı şekillere bürünerek senin ahengine uyması, kaçınılmaz ritmine kapılması, zaman imbiğinden geçerek kendine tarihin içinde bir yer bulması bütün mefhûmları ortadan kaldıran apaçık bir gerçek! Bu gerçek karşısında olmak ise büyük tâlih!
Şimdi hepimiz; yani kâdim dostların, sana hasretle yüklü rûh esintilerimizi takdim ediyoruz. İlk defa sensiz kurduğumuz bu divânda olmayışının elem dolu havasını, rûh esintilerimizin sürüklediği bulutlara yükleyip sana yolluyoruz. Hüznümüzün emâresi semâlarında kesif bir yağmur olabilir! Bu yağmur sana varıp da yağdığında sularına karışan hüznümüz, serencâmına uyup tarihinde bir hazine gibi gizlediğin çeşmelerinden, derelerinden, suyollarından, kemerlerinden geçerek tüm şehre yayılacak. İşte o vakit sen bu hüznü bile öğütüp bambaşka bir şekilde önümüze buruk bir coşkuyla sunacaksın, eminiz. Öyle ya senin bir zerre suya dokunuşun bile o suyun vardığı yere rûhunu taşır! Bizde kaybolan şeylere duyulan üzüntü, sende geçmişten bugüne umutla taşınan bir iştiyâktır.
Kendi masal ülkende sana has bir husûsîyetle yaşanan ikinci zaman, zamanın üç çizgisinin dışında belki de üçünü bir araya getiren bir zemberektir. Oysa zaman, Emirgan, Beykoz, Ortaköy, İstinye, Çengelköy, Sarayburnu’nda seninkine asla benzemeyen bir şekilde günün her saati birbirinden oldukça farklı, birbirinden farklı olmakla birlikte kendi içinde bile hep başka başkadır. Aynı sesleri bir daha duyamayacağın, mütemâdiyen değişen, adeta ayrı ayrı dünyâlardır her bir semt. İstanbul’un cumbaları birbirinin yüzünü samimiyetle öpen dar sokaklarında artık sucuların çıngırakları, zerzevatçıların nidâları ve geceleri bozacıların tok sesleri duyulmaz oldu. Bütün bu hatıralar artık devâsâ pazarlara, kahve köşelerine, çarşıların keşmekeşliğine taşındı. Saatin zembereği koptu da İstanbul zamanı elinden kaçırdı sanki! Ya sen öyle misin? Zaman; Nilüfer, Çekirge, Gümüşlü, Geyikli Baba, Yeşil, Fomara, Murâdiye’de zembereği ellerindeki saatte ikinci zamana itâat ederek usulca ilerliyor. Maksem’de Temenye’den gelen Uludağ’ın buz gibi kaynak suları tüm şehre taksim edildiğinde; bu sudan içenlerin içine taptaze bir ferahlık doluyor ve büyülü bir şekilde zaman senin ellerinde âniden duruveriyor.
Güneşin hayat veren ışığı; sana şarkın serhât şehrinden îtinayla, erdemli başı göğe değen dağlarının arasından Anadolu kartalı gibi süzülerek gelir. Bu ışık ki Malazgirt zaferinin açtığı o mukaddes gedikten yeni bir vatanın geniş coğrafyasına yavuz bir ışık gibi yayılır. Bu yayılışın engel olunmaz bir güçle garba sökün ettiği en mühim kaynak işte bu gediktir. Bu ebedî ziyâyı besleyen ölümsüz rûhun Türk merhâlesindeki yeri, tabii ki sâdece bu serhât şehridir. Heyhât; burası ölüm ve zafer arasında bir yerdir. Ölüm ile parçalanan, zafer ile tekrar tekrar canlanan bir şehirdir Erzurum. Rengârenk cam kırıklarını benzersiz bir mahâretle terkip eden cam ustaları… Tuğrul’lar, Çağrı’lar, Şehzâde Kutalmış’lar, Alparslan’lar, Yavuz’lar, Gâzi Muhtar’lar, Kazım Karabekir’ler ve daha nice isimsizler burada yaşar. Bu kutlu serhâddin sana doğru akan sınırsız ışığını bin bir renk ile sana ulaştıran bu görkemli muhayyile; sende en az Serhoş İbrahim’in ölülere can katan sanatı kadar yüksek bir menzile varır. Işığın efsûnlu oyunları pencerelerdeki vitraylardan süzülerek mekâna aktığında etrâfı saran rûh; yeşilde fetih rüyâsı, kırmızıda zafer çığlığı, siyahta kekre bir hüzün, mâvide sonsuz ufuk, kahverenginde vatan toprağında var olmanın hazzı, sarıda estetik, pembede âşk, morda ihtişâm, lacivertte asâlet, beyazda zerâfet olup duvarlara akseder. Kutlu mabetlerin nümâyişi, mâneviyâtı hatta rûhu da bu akislerde gizlenir. Mekânı kuzu sarmaşığı gibi saran bu rûh, maddeye nüfuz ettiğinde maddenin derûnuna da mutlak tesir eder. İşte Ulu Câmî’n güneşe denk bu ziyânın pây-i tahtıdır. Sekiz köşesinden sekiz bin meleğin bu müstesnâ rûhu mîrâca taşıdığı zâviyedir. Minberinde kâinatı taşıyıp mihrâbıyla Kâbe’ye nûr ile açılan kapıdır. Vâsî kubbelerini beş safta beşer evliyânın taşıdığı beşinci mertebeye, mâkam-ı İslâm’ın beşincisine merhaba! İsmâil Hakkı’ya, Emir Sultan’a, Şeyh Üftâde’ye, Hızır Dede’ye, Somuncu Baba’ya sâmîmîyetle selâm ederiz.
Ey Bursa! Sen ancak hakîkat ile varsın. Ve hakîkat ile mâlumu meçhûlde aşikâr eden takât; mâverâdan sana pek güzel bir muştu takdîm etti. Sana kereminden bir göze verdi, varlığın özünden küçücük bir zerreyi, hakîkat kefesinde cihan yükünce tartıp münzevî sadrına gizledi. İşte böylece gönüller âşk ile birbirine yaklaştı, can ile cânân âşk meydanında buluştu. Rengârenk cam kırıklarını mahâretle terkip edip türlü ışık oyunlarıyla mekânın rûhuna can katan cam ustalarının yerini, bu meydanda aynı cam kırıklarını mâneviyât ikliminde yoğurup tek bir renk ile yekvücût önümüze sunan gönül sultanları aldı. İşte bu hakîkatin tecellîcisiydi! Akşemseddin’i bu meydanda karşılayan o pek güzel muştu, bu meydanda garp ile şarkı, şimâl ile cenûbu birbirine yaklaştırdı, zamanı gelince de yine burada buluşturdu. Mesâfeler eksilmeye durmuştu. Öyle de denilebilir ki seni var eden hakîkat ışığı, ilk burada yandı. Kalenin hemen dibinde, eski medeniyet kalıntılarının; Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler, Galatlar, Helen, Roma, Bizans ve daha pek çok “birbirine canlı bir şekilde karışmış, birbiriyle haşır-neşir olan” medeniyet mirâslarının harâbeye döndüğü yerde, taptâze bir fidan baş vermişti. Şehir, Büyük İskender’i karşıladığı gibi Kral Yolu’nda karşılamamıştı bu fidanı. Harâbeler arasındaki mahalde yeşeren çiçek, gül oldu, nihâyet rengini buldu. Bu sefer kırmızıdaki zafer çığlığı, bir cengin ardından değil hüdhüd kuşunun Hz.Süleyman’a bu mektubu ulaştırmasından az evvel vukû buldu. Gül rengini, meydan ahengini, mâneviyât cengini ve cânân dengini buldu. Söze gerek kalmadan gönüller bu meydanda muhabbete daldı, aza gerek kalmadan kanaatkâr güllerin verdiği meşk mâşuka kaldı, yaza gerek kalmadan daha baharda yeşil bir huzûr engin gönüllere samimi bir sıcaklık saldı, saza gerek kalmadan âşık hasretlerin ince şarkısını çaldı. İnan ki bu meydanda var olmanın tadı târifsiz bir hâl aldı. Bu yetim ovada gülleri deren canlar, gülden öte bir kırmızıya bulandı da Hacı Bayram’ın sessiz çığlığında avaz avaz cânâna dolandı. Şeyh Edebâli’nin rüyâlarını boyayan bu âteşîn kırmızı, Ahi ocağında âşkı ham iken pişirdi, muhabbetle yaktı. Serhât şehrinden akıp gelmekte olan bu müstesnâ rûh, kendisini sevgide tamamladı. Ledünde ahiret saâdetini kucaklayan bu iştiyâk, yepyeni bir nizâmı binâ ederek -maddenin derûnuna tesir edip maddeyi kendine benzeten rûh gibi- sûretinden bir parçayı hakîkat akislerine nakşeyledi. Bu arayış, kendi derinliklerinde Hâkk’ı arayan bir murakâbe olarak bizzat kendisiyle sevgi deryâsında buluştu. Bu deryâdan sâdece bir zerre, bütün gönüllere serpildi de gönülleri ferahlatmaya yetti de arttı.
Bir elinde Kur’an, bir elinde kılıç, yağız atlarıyla fethe yel gibi koşan yeşil sancaklı kutlu bir soy, âşk ile cihânı asırlık, koca bir çınar ağacı gibi ebedî dallarıyla sardı. Ve sen kutlu şehir; bu aşkın en sadık döşeği oldun, sardın sarmaladın bu yeşeren fidanı, bağrında şefkatle emzirip büyüttün. Ne mutlu ki Âşk sende tekâmül etti!
“Keşke uyuyabilseydik de, rüyâda yüzünü gösterseydin.” diyerek hasret denizinde boğuluyoruz şimdi her birimiz. Bu bir rüyâ ki; Âşk etrâfında dört dönüp ayyûka çıkan semâzenlerin ateş etrâfında tavâf eden pervânelere denk düştüğü bir yangın! Bu yangın, Şems’e meftûn olan gönlün yürekleri dağladığı, arz-ı endâm ederek var olmanın hazzını tattığı mesâfedir. Bu mesafe ki nice canları cânâna yakın olmak arzusuyla daha yaklaşırken yakıp yok etmektedir. Bilirsin yok olmanın asıl manası Âşk libâsını giyip ebediyen var olmaktır. İşte” bozkırın tam çocuğu”, “Selçuklular’ın pây-i tahtı”, nâm-ı diğer: Konya; bu rüyâyı bir serâp vehmiyle görüp mutlak var olanların vatanıdır. Evliyâ derde düşeli ancak bu kadar mesâfe kaldığında ham iken pişmiş, yanmıştı lâkin canı cânân için çarptığında kanatları târifsiz bir heyecan ile kıpırdanmış, uçmaya ramak kala cânân’a canı için fedâ olmuştu. Semaha durup da dönmeye başladığında döndükçe hafifleyen kanatları arzuyla bu yangına yaklaşmış, nihâyetinde hafifleyen kanatlarını ateşe kaptırıvermişti. Bozkır’da kurşun kubbelere vuran yangını ve mesâfeyi sana yaklaştıran mutlaka Evliyâ’nın duâlarıdır. Bir Şeb-i Aruz gecesi bahçeye dolan uhrevî esintiler, gece yarısını ayan kandilleri üflediğinde aynı zamanda Evliyâ’nın kulağına kutlu bir havâdis de fısıldamıştı. “Bursa” demişti, “mesâfelerin yok olduğu yangındır.”
Âşk libasını giydiğin o gece muştulara gebe âşk menzilinde kurşundan miğferleri parlayan üzerlerinde bu libastan kaftanlar kuşanmış, ellerinde ışıktan kılıçlarıyla yürekleri senin için çarpan, sende yok olmayı dahi düşünmeden yağız atlarını menziline şevkle süren binlerce meftûn; yeşil bir fetih rüyâsıyla vuslatına erişmişti. Yeni doğacak güneş; Alparslan’ın mirası kırmızı zafer çığlıklarını müjdelerken bu müjdeyi alamadan rahmete kavuşan meftûn, siyaha bürünmüş hüznü diğerlerine bırakırken kendisi beyaza sarılmış bir zarâfetle kahverengi vatan toprağının bağrında ebediyen var olmanın hazzını tattı. Bu buruk müjde, sonsuz mavi ufka kutlu bir kapıdan merhaba demişti. Mor bir akşamüstünde Ulu Cami’nin amelelerine tâze gönlünün dumanı üstünde tüten ekmeklerini dağıtan Somuncu Baba, ihtişâmı gören gözlere gün laciverte dönerken asâleti Kur’an ile tattırdı. Kutsal kitabın sarı sayfalarına Münhanî tezhipler ve emsâlsiz bir Mustasımi hat ile dokunmuş estetik, Somuncu Baba’nın davudî sesinde pembe bir âşka dönüşmüştü. Kur’an sesine karışan yatsı ezanını duyup irkilenler, zaman içindeki gezintilerinden uyandıklarında Yeşil Medrese’de zaman uyuyakalmıştı.
Ve Âşk menzile vardı, mesâfeler tükenip mekânın sınırını aştı. İkinci bir zaman, masal ülkende zamana râm olup saatinin zembereğini sana emânet etti. Tıpkı bu ikinci zaman gibi mekân da idrâk hududunun ötesine geçip, maverâda ikinci bir mekâna dönüşüverdi de sana vâsıl oldu. Bu ikinci mekân; menzilden başka bir yer değildi şüphesiz!
Söyle, bir gönle iki sevgili girer mi? Ya bu iki sevgili; çift sûretin tek sîretiyse! Ya gönülde ağyâra asla yer yoksa! Âşık aynaya baktığında sırf mâşuku görüyorsa!
Ardında sümbüllü bağlarıyla Hüdâvendigâr’a içten kucak açan ikinci pây-i taht, Arda boylarından Anadolu’ya selam ettiğinde gereksiz bir hüzne kapılmıştın. Rütbesi alınıp başkasına verilmiş emektar bir asker gibi infiâldeydin. Tunca, Arda ve Meriç’i eşsiz bir îtinâyla buluşturan bu kalenin ani yükselişi seni bîzar etmişti. Oysa ilkler hep farklı ve hep apayrı bir yerdedir. İlkler gönüllerin tahtına kurulur, bırak dünya tahtı Sümbüllü’ye kalsın; ne çıkar! Sen kılavuzdun, sen akıncıydın hülâsa sen hep öndeydin. Unutulacağını sanmıştın oysa bu ikinci yükseliş seni kutlu ellerde daha da yüceltti. Münzevî âlemine sığınmak yerine garba kararlıca koşmalıydın. Bak, “ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!” “Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kâfilelerle...” Biz “bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik” ve “o gün dev gibi bir orduyu yendik!”
Seferler seferleri, zaferler zaferleri birbiri ardınca kovalarken ikinci sevgilinin de çıkagelişi; bilemeyiz seni “boş sarayının odalarında” içlendirdi mi? Sana bir sırrı arz ediyoruz, kabul et ve kimseye söyleme! O yeni sevgili sana ithâfen bir semtinin adını Vefâ koydu. Ahde vefâ olarak!
Vâkıa odur ki buraya gelene kadar merhâlenin gerçekteki ilk safhası sırf sensin, kalanları ise senden türeyen bir terakkî. Bunu mektubu nihayete erdirmek üzereyken malum bir hikâyeyle ispat edelim isteriz. Hikâye şöyle:
Rivâyet odur ki günlerden bir gün, âlemdeki tüm kuşlar “Kuşlar Meclisi”nde bir araya gelmişler ve meydana getirdikleri “Kuşlar Şûrâ”sında pâdişâhsız bir ülke olmadığı mütâlaasıyla, bütün kuşları idâre edecek bir pâdişâh seçmeye karar kılmışlardı.
Hz.Süleyman’ın postası olarak bilinen Hüdhüd ki; çok uzaklardaki suyu gökyüzünden seçebilme ve keşfedebilme husûsiyetiyle “hükümdâr elçiliği” makâmına kadar erişmiş ender, zatî ve îtibârlı bir kuştur, mecliste ilk sözü alarak kuşların Simurg adında bir pâdişâhları olduğunu açıklar. Hiçbir kuşun ondan haberdar olmadığını fakat her kuşun hükümdârının sâdece o olduğunu söyler. Sayısızca nûr ve zulmet perdesinin ardında nihan olduğu için bilinmediğini belirtir ve “o, bize bizden yakın, biz ise ona uzağız” diye ekler. Son olarak; eğer onu bulmak isterlerse kendilerine kılavuzluk edip yola çıkabileceklerini müjdeler. Tüm kuşlar hiç tereddüt etmeden, Simurg’u bulacaklarına yemin ederek çetin bir yola revan olurlar.
Yol çok uzun, yorucu, zor ve menzil uzaktadır. Kuşlar yolda bir bir yorulup hastalanmaya başladıkça türlü türlü bahâneler üreterek niyetlerinden teker teker caymaya başlarlar. Çünkü gayeleri dünyevî bir arzudan ibârettir: Bülbül güle meftûndur, tavuskuşu behişte; dudu kuşu âb-ı hayâta kanmak ister, kaz ise sade suya. Keklik mücevherler hayâl eder, puhu kuşu ise harâbelerdeki defineyi. Üveyk denizin ihtirâsındayken, hümâ nefsini gurur ve kibir ile besler. Sülün kimseye benzemek istemez, şahin ise kanat çırpmadan gökyüzünün tadını çıkarmak sevdâsındadır. Ve bütün diğerlerinin bunlara benzer çeşitli özür ve mâzeretleri vardır.
Onları dinleyen hüdhüd, hepsine ayrı ayrı inandırıcı cevaplar vererek onlara Simurg’un fevkalâde hassalarından bahseder.
Hüdhüd:
“O meydanda olmasa hiç gölgesi olur muydu?
Gizli ise, hiç âleme gölgesi vurur muydu?
Gölgesi düşüyorsa belli olur görünür
O, gönül sûretinde bir aynaya bürünür”
Diğer kuşlar:
“Bizde o güzelliği görecek göz yoktur inan
Tâkatimiz kalmadı yol gittikçe an be an
Sabır desen bizde yok, lâkin aydınlık nerde?
Gölgesi düşen güzel bizi saldı bu derde”
Hüdhüd:
“Görecek gözün yoksa gönlün ayna değildir
Aydınlığı görmeyen; bakan kör bir câhildir
O ayna ki gönüldür, bakan yüzünü görür
Hem gönül aynadır, şavkı gölgesinde yürür”
Hüdhüd’ün söylediklerine iknâ olan kuşlar tekrar Simurg’u aramak için yola koyulurlar. Yol hâlâ uzun, zahmetli ve menzil de oldukça uzaktatır. Yol boyunca çetin şartlar devam ettikçe kuşlar, yeniden hastalanmaya başlar ve bitkin düşerler. Hüdhüd’e sordukları “Daha ne kadar yol gideceğiz?” sorusunun ardında yine dünyevî arzular, nefis, gurur, kibir, servet arzusu, ayrıldıkları köşke ve sevgiliye duyulan hasret, ölüm korkusu, umutsuzluk, himmet, vefâ, kararsızlık, ferahlık arzusu gibi yüzlerce bâhane ve mâzeretler yatmaktadır.
Hüdhüd ise usanmadan onlara tatminkâr cevaplar verir ve önlerinde aşmaları gereken daha “yedi vâdî” olduğunu söyler. Ancak bu “yedi vâdî”yi aştıktan sonra Simurg’a ulaşabileceklerdir. Kuşlar gayret edip yeniden yola düşerler. Vâdîler sırasıyla arzu, âşk, mârifet, istiğnâ, vahdet, hayret ve fenâ’dır. Kuşlar bu çetin vâdîleri bir bir aşmaya çalışırken çoğu; ya yem ararken kaybolur, ya aç ve susuz kalıp can verir, ya vahşî hayvanlara yem olur, ya güneşin sıcağında kavrulur, ya denizlerde boğulur, ya hastalıktan ve bitkinlikten kâfilenin gerisinde kalır, ya da kendilerini eğlenceye kaptırıp sürüden ayrılır. “Yedi Vâdî”yi sâdece otuz kuş geçebilir. Bu otuz kuş gâyelerine eriştiklerinde yorgun ve bitkin bir hâlde rastladıkları herkese Simurg’u sorarlar. Bu sırada Simurg tarafından bir elçi onlara gelerek her birine bir yazı verir. Kâğıtlarda her birinin bu çetin yolculuk esnâsında başlarına gelenler ve bütün yapıp ettikleri yazılıdır.
Nihâyet Simurg tecellî eder. Kuşlar, Simurg’un mâna olarak kendilerinden ibâret olduğunu görüp şaşırırlar. Çünkü kendilerini Simurg olarak görmüşlerdir. Tam da bu esnâda Simurg tarafından bir ses gelerek onlara şöyle der:
“Siz vardığınız bu yere yani Bekâ’ya otuz kuş geldiniz, otuz kuş olarak göründünüz. İnanın daha fazla ve ya daha az gelseydiniz yine o kadar görünecektiniz. Çünkü burası bir aynadır.”
Velhâsılı; kuşlar Simurg, Simurg da kuşlardır. Onlar bunu anladıklarında; artık ortada ne yolcu kalmıştır, ne yol ne de kılavuz. Çünkü hepsi Bir’dir.
Aradan belli bir zaman geçtikten sonra Fenâ’da kaybolan kuşlar yeniden Bekâ’ya dönerler yani yokluktan varlığa ererler.
Ey bâki şehir! Hepimiz senin kılavuzluğunda hakîkate kanat çırpan dirâyetli kuşlarız. Sen olmasan padişâhı arzulayabilir miydik hiç? Âşk etrâfında pervane olup yanabilir miydik? Mârifet, sevgi deryâsında kendiyle buluşabilmek değil mi? Vahdet, hep birlikte hakîkate kanat çırpmak değil de ne? Hayret, ikinci zamana teslim olup zamanda yok olmak değil mi? Hülâsa sende yok olmak; aslında bâki kalmaktır. Tıpkı Orhan Gazi gibi…
Yekûnda Bursa asıl bizleriz, haddizatında bizler ise Bursa. Merhâlenin başından mâverâya biz Bursa’yı tamamladık, Bursa’da tekâmül ettik. Bursa, bizim için bir ayna değil de ne? Biz onda göründük ve hakîkat tecellî etti. Şimdi bu meydanda ne bizler kaldık, ne de Bursa!
İşte bu rüyâ da bittiğinde başladı, keşke uyuyabilseydik. Neler görecektik daha!
Kâdîm dostların, aynandaki Beş Şehir;
Erzurum, Ankara, Konya, Edirne ve İstanbul
Şehirler Meclisi, ∞
NOT: 2011 yılında Bursa Osmangazi Belediyesi tarafından Ahmet Hamdi Tanpınar adına düzenlenen mektup yarışmasında yayınlanmaya değer bulunmuş ve yarışma seçkisinde yer almıştır.
YORUMLAR
Dün yorum yazacaktım kısmet olmadı güzel kardeşim.
Bu yazını ilk okuduğumda daaynı şeyi düşünmüştüm.
Büyük bri araştırma ve fedakarca çalışma sonucu meydana gelen bu mektubun ben ilk üçe girmesini umut etmiştim.
Ama ziyanı yok, yayınlanmaya değer bulunması da bir ödüldür zannımca.
Seni içtenlikle tebrik eder bu minvalde daha nice başarılar dilerim.
Selam ve dua ile.
Özenli bir çalışma. Yazmaya Edebiyata gönül verenlerin her çalışmalarında bir yarışmaya gönderecekmiş gibi itina göstermesi gerektir diye düşünüyorum. Günlük çalışmalarda bu özeni herkeste göremiyoruz. Yazdım-ekledim ya da içindeki duyguya bakın tarzı bahaneler okura saygısızlık benim adıma. Dil etkileşim halindedir diğer dillerle, zenginliği övünç kaynağıdır. Burada bu konuyla ilgili çok sık eleştiri görüyorum, göreceli olmakla birlikte ben öğrenmek ve zenginleşmekten yanayım.
BüyükDoğu
Aynur Engindeniz
Bütün eleştirilerinize, ya da yorumlarınıza dikkat ederim. Eleştiri yaparken nokta vuruşu yapıyorsunuz, ve gerçekten o günün en okunası yazısına yorum yapıyorsunuz. Aşırı övgü dolu, ya da yerden yere vuran bir tarzınız yok. Bu dikkatimi çekti.
İkincisi ve asıl söylemek istediğim, dillerin etkileşimine engel olamıyoruz. Bu doğal bir akış. Ama ben bu etkileşimin en az seviyede kalması taraftarıyım. Çünkü dil bir millet için önemli bir unsurdur. Etkileşim bu hızıyla devam ederse bir süre sonra yeryüzü global bir dili, yani İngilizceyi kullanacak sanırım.
Kültürümüze uygun eski kelimelere evet, ama bizi anlatmayan yabancı kelimelere hayır, bana göre. Sitede yabancı kelimelere karşı çok eleştiriler yaptığım için, izninizle açıklama yapma gereği duydum.
Saygılarımla.
BüyükDoğu
Ben de şöyle bir ekleme yapayım. Bu konuyla ilgili başka yazılarım da var. Arşivimden isterseniz okuyabilirsiniz fakat burada kısaca değineceğim nokta şudur: Dilimiz maalesef dilde sadeleştirme adı altında ayıklanmıştır. Öyle ki bazı kelimeler (Arapça-Farsça vb. gibi) kendi asıl anlamlarından sıyrılarak -yüksek medeniyet seviyesine ulaştığımız asırlarda- bir nevi kavramsallaşarak farklı anlamlara yelken açmış, Türk muhayyilesinde (hayal gücü diyeyim) ustaca terkip edilmişlerdir. (Burada terkip mi desem sentez mi yoksa bi(r)leşim mi bilemiyorum.) Bugün dilimizde pek az kullanılan bu kavramsallaşmış kelimeler dilde sadeleşme akımıyla dilimizden aforoz edilmişlerdir. Yerine koyma alışkanlığı olmayan bir zihniyet ya da bu konudaki beceriksizliğimizle oldukça başarısız olmuşuzdur. Yerine koyduğumuz bu başarısız kelimeleri ise dilimiz isabetli bir şekilde kusmuştur. Çünkü Öz Türkçe diye nitelendirilen ama mantıktan uzak bu kelimeler bize terkip ettiğimiz yabancı kökenli kelimelerden daha yabancı gelmiştir. Bilirsiniz kusma eylemi (eylem yerine oturan bir kelime ama aksiyon tamamen yabancı - aksiyon zorla yediriliyor bize) yabancı olanın dışarı atılması, kabul edilmemesi sebebiyle gerçekleşir.
Son olarak şunu söylemek istiyorum ki bazı fiillerin yerine koyulan latin kökenli anglo-sakson yabancılar; kültürümüzde öğüttüğümüz Arap ve Fars kelimelere göre çok ama çok uzaktadır ve dil yapımıza da kesinlikle uymamaktadır. Örnek vereyim: empoza etmek. Cümle içinde kullanalım ve mantıksızlığını da aşikare vurmadan cümlelerimizi uzatmadan bırakalım. "Dün gece sohbet esnasında bana bu fikri empoze etmeni anlamış değilim." hatta fkri dedikten sonra insanın zorla dyesi geliyor ama neyse! Empoze etmek?!
Önder
TekinSağ.
Ama her yazı için yorum bırakmam imkansız. Çok özel çalışmalar ya da mutlaka yorum bırakılması gerektiğine inandıklarıma bırakıyorum. Bu yorumlarımın dikkat çektiğini düşünmemiştim.
Çok sağlam bir anlatım.Fazlaca kullandığınız yabancı kelimeleri ayrı tutarsak eğer, çok güzel bir mektup çalışması.
Eski sözleri kullanmayı ve okumayı severim ama, bu kadar fazla oluşu bence okuyucunun ilgisini azaltır. Zaten cümleler uzun. Paragraflar uzun...
Bursanın ikinci zamanına dair yazılabilecek ne varsa gayet dolu bir şekilde yazmışsınız. Umarım şansı bol olur mektubunuzun...
Kesinlikle günümün favorisi bu yazı.
Kutluyorum.