- 684 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Kölelik Düzeni
Mösyö Malfroid uzanıp bileğimi kavradığımda başıma gelebilecek en kötü şeyin bu olduğunu zannediyordum. Yakalandığıma inanamayarak ona bakmıştım. O ise avcumdaki kopyayı aldı, sonra çıkardığı tükenmez kalemiyle önümdeki sınav kağıdına kocaman bir sıfır çizdi. Artık biyoloji dersiyle başım beladaydı.
“Fazla seçeneğin yok” dedi Emre. “Bu dönem Malfi’ye kölelik yapacaksın.”
“Kölelikten kastın nedir?’ Emre’nin tam olarak neyi ima etmek istediğini anlamamıştım. Mösyö Malfroid garip bir adamdı. ‘Köleliğin’ ucu her yere gidebilirdi.
‘Yani biyoloji odasındaki hayvanları besleyecek, bahçedeki büyük kafese yem taşıyacak, ve Ümit’e bakacaksın.’
‘Yo, hepsini yaparım ama Ümit’e bakmam. Gerekirse şerefimle biyolojiden ikmale kalırım ama hiç bir güç beni Ümit’le bir araya getiremez.’
‘Sen bilirsin. Umarım Malfi sadece kafes ve biyoloji odasıyla yetinir.’
Biyoloji kolu başkanı olan Emre’nin fırsattan istifade ederek görevlerini bana yüklemeye çalıştığının farkındaydım. Blöfünü görüyordum. İşimi sağlama almak amacıyla gidip Mösyö Malfroid ile kendim konuştum. Diğer sınavlarda çaba göstermem ve sadece bahçedeki kafese bakmam konusunda anlaştık.
Görevim zor değildi. Okulun bahçesinin bir köşesinde ikiye üç metre boyutlarında bir kafes vardı. İçinde biyoloji kolunun beslediği bir grup hayvan bulunurdu: Kazlar, tavşanlar, kaplumbağalar, beç tavukları, vs. Farklı hayvan grupları için kafese yemler götürüyordum. Bir de ara ara Mösyö Malfroid’nın yemesi için Beç tavuklarının yumurtalarını topluyordum. Bu işimin en zor kısmıydı. Bunlar bildiğimiz çiftlik tavukları değillerdi. Yumurtalarını sonuna kadar savunuyorlardı. Bir çöp bidonu kapağını hem savunma, hem de tavukları korkutma amaçlı kullanıyor, çıkan arbedede yumurtaları (ç)almaya çalışıyordum. Tanrı’ya şükür, gaga izlerinin hiç biri kalıcı olmadı.
Kafesteki hayat sadece benim için zor değildi. Kazlarla tavşanlar arasında anlayamadığım bir düşmanlık vardı. Çeşitli aralarla kafeste başları parçalanmış tavşan yavruları buluyordum. Bunun görünürde bir sebebi yoktu. Mösyö Malfroid’ya durumu bildirdim, ilgilenmedi. Husumet hiç tavşan yavrusu kalmayana değin sürdü. Belki başka tavşan yavruları olacaktı ama daha önce sessiz kalan Mösyö bu defa araya girdi:
‘Ala tavşanı evime getir.’
Mösyö Malfroid okulun yanındaki sokakta oturuyordu. Bu yüzden tavşanı oraya götürmek işten sayılmazdı. Tavşanı kapıp biyoloji hocamızın kapısını çaldım. Kapıyı yardımcısı açtı, usturuplu bir şekilde tavşanı kucağımdan alıp, mutfak balkonundaki küçük bir kafese kapattı.
‘Tavşanı ne zaman geri götüreceğim?’
‘Gerek yok, tavşan yarın akşamki yemeğin menüsünde var.’
Bilmiyordum. Mösyö Malfroid’nın tavşanı yemekte kullanmak üzere evine getirttiğini bilmiyordum. Bilsem, ne yapardım, onu da bilmiyorum. Biyolojiden geçmem Mösyönün iki dudağı arasındayken bir deliliğe cesaret edip edemeyeceğimi kestiremiyordum. Tek bildiğim ala tavşanı bir daha görmeyeceğimdi.
...
Mayıs ayı gelmişti. Çabalarım meyvalarını veriyordu. Sınıfta paleontoloji kelimesinin anlamını bir tek benim bilmem, sınavda Lamarck üzerine sayfalarca yazmam biyoloji hocasının benden talep ettiği çabayı gösterdiğimi kanıtlıyordu. Tam bu işten yakayı sıyırdığımı düşünürken Mösyö Malfroid beni huzuruna tekrar çağırdı:
‘Ümit’i evime getir.’
‘Mösyö, bunu benden isteme.’
Bazen Malfroid ile senli benli konuştuğumuz olurdu ama o iplerin kimin elinde olduğunu bildiğinden bundan alınmazdı.
‘Çok geç. Bu öğleden sonra getir. Küveti hazırlamış olacağım.’
Ümit’i götürmek benim tek başıma kotaracağım bir iş değildi. Yardım etmesi için okulda Emre’yi aradım. Bulamadım. Bir olasılık, Malfroid’nın Ümit’i isteyeceğini bildiği için ortadan kaybolmayı tercih etmişti. Başka çarem kalmayınca sınıfın iri çocuklarından Şükrü’ye yalvardım:
‘Abi, durum parlak değil. Malfi Ümit’i evine istiyor. Ne olur, bir el at.’
Şükrü keyifli bir günündeydi. Ümit’le sokaklarda yürüme fikri hoşuna gitmiş olmalı ki hemen kabul etti. Beraber o kertenkele suratlının yanına gittik.
Bugün bile Ümit’in dişi mi, erkek mi olduğunu bilmiyorum. İlgimi çekmemişti. Uzak durulası bir yaratıktı; ben de öyle yapıyordum. Yanına vardığımızda havuzundaydı. Kımıldamıyordu. Şükrü bana:
‘Ben çenelerinden kavrayacağım, sen de kuyruğuna yapış. Sonra senden alırım.’ dedi ve tek hamlede timsahı çenelerinden yakaladı. Ben de var gücümle kuyruğunu tuttum. Cüce timsah Ümit artık elimizdeydi.
Akrabalarına göre boyu oldukça küçüktü: Bir metreden sadece biraz fazlaydı. Ama o kendini timsah olarak kabul ediyor ve öyle davranıyordu. Biz de gereken özeni ve saygıyı gösteriyorduk.
Ümit’i koyabileceğimiz bir kafesimiz yoktu. Bu yüzden Şükrü onu çenesinden ve kuyruğunun başladığı yerden tutarak kucağında taşıdı. Bense kapıları açıyor, fazla meraklı küçük sınıfları hayvandan uzaklaştırıyordum. Okul dışına çıkınca rahatladık. Yürürken bir ara Şükrü:
‘Dikkat ediyor musun? İnsanlar karşı kaldırıma geçiyorlar.’ dedi. Gerçekten de ne taşıdığımızı görenler ya yola çıkıp bize yer açıyor, ya da soluğu diğer kaldırımda alıyorlardı. Onların hallerine bıyık altından gülerek Malfroid’nın evine gittik.
Bu sefer emindim: Ala tavşanın başına gelen Ümit’in başına gelmeyecekti. Ümit okulun sembolüydü; Malfroid gibi vurdumduymaz biri bile ona dokunmaya cesaret edemezdi. İçeri girip, su dolu ve ısıtılmış küvete Ümit’i bıraktık. Bundan sonrası bizi ilgilendirmiyordu, bir an önce çıkıp okula döndük.
Tatiller dönemlerinde timsah okulda kalıyordu. Biyolojiden ikmale kalmış öğrencilerden biri düzenli olarak onun havuzuna geliyor ve Ümit’i besliyordu. Eğer okula gelinemeyecekse gönüllüler Ümit’i alıp evlerine götürüyor, bir iki günü geçmemek şartıyla küvetlerinde besliyorlardı. Biyolojiden geçmiş olduğum için ben buna asla yanaşmadım.
Ama yanaşanlar vardı. Tatil dönüşünde, Cengiz’in yazın ağabeyiyle beraber Ümit’i Caddebostan’a götürüşünün hikayesini dinlemiştik: Yapacak hiç bir şey yokmuş gibi hayvanı kiraladıkları bir sandalla gezintiye çıkarmışlar. Sandalda Ümit rahat durmamış, ağabey ile kardeşin bir boşluğundan faydalanıp kendini denize atmış. İkisi de boylu poslu olan kardeşler küreklere asılmışlar, bir süre Ümit’i takip etmişler. Timsah o dönemlerde açık olan Caddebostan plajına yaklaşınca bir ağızdan bağırmaya başlamışlar:
‘Ağbi! Ağbi! Timsah geliyor.’
Söylediklerine bakılırsa lafı edilen ağabey önce kolunu kaldırıp ‘Siz ne diyorsunuz lan!’ nın sunturlu versiyonunu söylemiş ama sonra kendisine doğru yüzen bir cismi görünce panik olup, kıyıya kulaçlamaya başlamış.
‘Ee? Sonra nasıl yakaladınız hayvanı?’ diye soranlara Cengiz:
‘Deniz suyu soğuk gelmiş olmalı ki, bir süre sonra hayvan hareketsizleşti. Biz de yanına varıp, sanki bir paketi kucaklarmışcasına çekip çıkardık.’ yanıtını veriyordu.
...
Bir gün Emre gelip ‘Ümit ölmüş!’ dedi. Şaşırmadım. Asıl şaşırtıcı olan İstanbul’un göbeğinde, bir alay yeni yetmenin elinde bu kadar yaşamış olmasıydı. İçimden ‘Üzüldüm’ demek gelmedi.
‘Eceliyle mi ölmüş?’
‘Yok, havuzunun ısıtıcısının elektrik kablosunu ısırmış.’
Belki kazaydı, belki de ümidini yitirip bu duruma bir ‘Dur!’ demek istemişti. Ümit’in aklından o anda neler geçiyordu, bilemedik. Ama Ümit hayatlarımızdan çıkmıştı. Ya da biz öyle zannediyorduk.
...
‘Sırayla Ümit’i alıp evinizde saklayacaksınız.’
O yaşlarda Mösyö Malfroid’nın isteklerinin kulağa ne denli gerçeküstü geldiğini farketmiyorduk.
‘Niye Mösyö?’
‘Ümit’i okul müzesi için dolduracağız. Doldurulana kadar çürüyüp bozulmaması için evinizdeki derin dondurucularda saklayacaksınız.’
Birbirimize baktık. ‘Ben yokum!’ dedim. ‘Bu sene biyoloji dersi de almıyorum; hiç bir güç beni buna zorlayamaz.’
Kimsenin de beni zorlamasına gerek kalmadı. Birkaç tane gönüllü bulundu. Niye böyle bir şey yaptılar, bunu hala çözemedim. Ama Ümit’in doldurulmadan önceki son bakıcılarından birinin buzluğa ne koyduğunu annesine söylememiş olmasının büyük bir hata olduğunu hatırlıyorum.
YORUMLAR
:)) Güldüm ama Üzüldüm de Ümit' e ben..Sevdim bu yazınızı da,tebrikler.
İlhan Kemal
Yeşilvadi
İlhan Kemal
keyifle okudum.ümit timsahın maceralarına bayıldım.ayrıca su derındondurucuda tımsah goren anneyıde cok merak ettım.çok guzel bır yazıydı.saygılarımla
nuray telli tarafından 5/10/2011 12:45:01 AM zamanında düzenlenmiştir.
İlhan Kemal
Okuduğunuz ve yorumladığınız için teşekkür ederim. Saygılarımla.
Geçmiş bir yazınızın altına “fenafil” in kalemi daha Aristokrat bir kalem. Buna mukabil İlhan Kemal de o derece Avam Kamarasından” diye bir yorumda bulunmuştum, hatırlarsanız.
Bu yazınızda ikisini harmanlamışsınız. Bravo. Çok da hoş olmuş. Tebrikler.
Geçenlerde internette; arşivlerde dolaşıyorum (sizlere de tavsiye ederim) ilginç bir haber takıldı gözüme;
"Tarih; yetmişlerin başları. Yer; Ankara Beypazarına 12 km uzaklıkta Boğazözü köyü.
Bir kadın evlerinin aşağısındaki tarlaya giderken yol üzerindeki dere yatağının kenarında garip bir hayvanın saldırısına uğrar. Saldırı dediysek, hayvan sadece kolunu kırmış kadının, belli ki yemekten ziyade oynamakmış maksadı.
Kadını yarı baygın bulduklarında kadın, benekli büyük bir kedinin kendisine saldırdığını söyler. Bunun üzerine civar köylerden de olmak üzere elleri silahlı kalabalık bir grup iz sürerler ve Kızıl Meşe Mevkii denilen bir boğazda hayvanı kıstırırlar. Bakarlar ki kıstırdıkları bir leopar (Mohikanların sonuncusu, pardon son “Anadolu Panteri”). Hayvan kalabalıktan ürktüğü için bunlara saldırır, korkudan panikleyen kalabalık silahlarına sarılır ve içlerinden keskin nişancı, Ahmet Çalışkan tarafından vurulur. İlginç olan, kalabalık bu olaya çok üzülür ve acilen leoparı Beypazarı Devlet Hastanesi’ne kaldırırlar. Adı “Benekli “konulur. Olayı duyan civar köylerden insanlar “Benekli”yi görmek için hastaneye akın eder. Uyanık hastane yönetimi, hayvanı göstermek için o zamanın parası ile her gelenden iki lira yüz görümlük parası alır.
Yaralı hayvanda fazla yaşamaz ölür. Köylüler, hastaneden hayvanın naşını almak isterler. Buraya kadar cereyan eden olaylar ilginç olduğu kadar duygu yüklüde.
İşin daha da ilginci; hastaneden sivri akıllı bir doktor( dikkat, burası zurnanın zırt dediği yer) karısına kürk manto yaptırmak istediği için hayvanın cesedini vermek istemez. Hayvan kuduzdur diye köylüleri keklemeye kalkışır. Olay büyür, resmi makamlar olaya el koyar, Ankara’daki Veteriner Bakteriyoloji Enstitüsü hayvanın cesedini alıkoyar. Kuduz mu değil mi diye hayvanın beyni kobay farelere yedirilir. Kuduz olmadığı tespit edilir. Daha sonraları da mumyalanır ve müzeye kaldırılır. (Mumyalama aşamasında orijinal gözün bir tanesi de lavaboya düşürülüp kaybedilir)
Şu senin Mösyö Malfroidi Beypazarı’ndaki o uyanık doktora benzettim bir ara. Bir önceki akşam Ala tavşandan güveç yapıp, daha sonraki günlerde Ümit’ide eve istettirince “eyvah Ümit’in kaderi de bizim Benekli’ye benzeyecek galiba, yenge hanıma bir çift ayakkabı birde çanta yaptıracak bizim sivri “Mösyö Malfroid” dedim.
Neyse ki sizin Ümit şanslı imiş, havuz sefaları, plaj-sandal sefaları gırla. O kısmı okurken bayağı güldüm, aklıma Tekin Aral’ın meşhur Salacak plajı, Piç Yavuz, Tilt Mahmut, Camgöz Taci geldi. (bu yüzden ekstra teşekkür)
Temel le Dursun bir sabah bir Aslan yavrusu bulmuşlar, onları gören İdris demiş ki
-Ula uşaklar oni hayvanat bahçesine götürün.
Öğleye doğru İdris bir bakar Aslan hala Temel ve Dursun la beraberdir. Sorar;
-Ula ne ettunuz.
Dursun cevap verir.
-Ula, tamam deduğuni ettuk, hayvanat bahçesine göturduk, şimdi de lunaparka götürüyoruz.
Cengiz le ağabeyi, bizim Temel le Dursun gibi, Ümit i ölmeden bir de sinemaya götürselerdi, sevabına. Keşke.
Saygılar, selamlar
Ağyar tarafından 5/9/2011 10:45:16 PM zamanında düzenlenmiştir.
O qué
Hele o fıkra :D
Yine parazite bağladım, amma ne edim dayanamadım.
Saygılar!
İlhan Kemal
Benekli konusunda yazık etmişsiniz. Çok güzel bir öykü olabilecekken onu pek de okunmayan bir sayfadaki yoruma hapsetmişsiniz. Bence onu tekrar bir ele alın. Güne düşmesi kesin gibi. Bir tek uyanık doktora çok yüklenildiğini düşünüyorum. Bir kürk için büyük hayvanların beş ila yedi arasında bir sayıda postu gerektiğini hatırlıyorum. Tek başına Benekli'den olsa olsa etol olur ya da şömine önü postu olur.
Mösyö Malfroid değişik bir insandı. Çocuklara hayvan besletip sonra da onları kesip yemesi bugün baktığımda tüyler ürpertici (Sanırım kazların sonu da tavşanlardan farklı olmadı). Öte yandan stres alması için, üniversite sınavı sonrasında okul müdürüyle beraber evinde öğrencilere yemek vermesi (çok özel bir menüsü olan) de bana duyarlı geliyor. Portresini çizmek kolay değil çünkü okuyucunun ortak noktalarının dışında bir kişiydi.
Benekli'ye dönecek olursak, Ümit'in son durağı olan doldurulmuş hayvan müzesinde (Ortadoğu'nun en büyüğü olduğu söylenir) başka bir hayvanın da benzer öyküsü var. Ama bu öyküdeki kahramanlar arasında Osmanlı sultanı, Japon imparatoru ve katolik rahipler bulunmakta. Becerebilirsem bir gün öyküye dökmek isterim; o da Benekli'nin kadar renkli bir hikaye.
Sandal sefası günlük hayatın absürdlüğün zirve noktalarından biri. İşin ilginci ise kahramanlardan ağabey (ki o da kardeşi gibi Mösyö Malfroid'nın öğrencisidir) bugün eşimin patronu. İlginçtir, bu konuyu onunla hiç konuşmadık.
Ben de tam 'Ne yazsam da Ağyar'ı yorum yaptırabilsem' diye düşünürken Ümit yardıma koştu. Sağolun.
Hayvanlar aleminde dolaştım durdum. Tavuk, tavşan ve timsah...Tavşan besleyen bir arkadaşım vardı ve ben ona takılıp dururdum . Ölünce etini pişirireceğim , tüylerinden de yaka yapacağım derdim. Ama tabi ki söylediklerimi yapamadım.
Ümit'i timsah beklemiyordum. Biyoloji dersine konuk oldum. Gülümseyerek keyifle okudum. Tebrik ediyorum
Sevgileirmle..