- 1394 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
MİNYATÜR İSTANBUL
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
MİNYATÜR İSTANBUL
BÖLÜM 1
(TOPKAPI SARAYI NAKKAŞHANESİ)
İstanbul erguvan ve yasemin kokuluydu. Topkapı Sarayı Nakkaşhanesi’nin taş duvarlarını süsleyen Besmele-i Şerifler, Kelime-i Tevhidler ve Esma-ül Hüsnalardan oluşan, hat, tezhip ve minyatür levhaları altında Nakkaş Levni ve Şair Vehbi kendilerine sunulan kadehlerden meyan şerbeti içmekteydiler. Nakkaşhane kökboyaları ve üstübeç kokuyordu. Şair, Sultan III. Ahmet’in şehzadelerinin sünnet düğünü törenleri izlenimlerini anlatan şiirlerinden oluşan Surname-i Vehbi’sini Nakkaş Levni’ye uzattı. Bugün kabul salonunda sultana arz etmeden önce Levni’nin de görmesini istemişti. Bundan sonra Surname’yi resimleme işinde Levni’ye büyük bir görev düşüyordu. İstanbul’un lalelerle bezendiği devrin, lüks, eğlence, zevk ve sefa günlerine tezat Levni düşünceli görünüyordu. Kızıl sakalını durmadan sıvazlamasından, gözlerinin tek bir noktada odaklanmasından zor bir kararın eşiğinde olduğu anlaşılıyordu. Onu çok büyük bir görevin beklediğinin bilincindeydi. Sultan III. Ahmet’in şehzadeleri sünnet olalı bir hafta olmuştu. Şehzadeler adına yapılan sünnet töreni şenliklerini en ince ayrıntısına kadar resmetmeliydi. Uzak diyarlardan gelen papirüsler ve Hindistan’dan getirilen kökboyaları da hazırdı. Önce resim yapacağı kâğıtların üzerine arapzamkı katılmış üstübeç ve ardından renklere saydamlık kazandırmak için bu yüzeyin üzerine bir kat daha altın tozu sürdü. Hiç bir masraftan kaçınmamalı ve renkleri dilediğince kullanmalıydı. Çünkü padişah ona geniş yetkiler vermişti, sünnet düğünüyle ilgili hiçbir ayrıntıyı kaçırmamalıydı. Elindeki yavru kedi tüyünden yapılma tüykalem fırçayla kâğıtlara ve fildişi levhalara çizimlere başladı. Önce İstanbul’u çizdi. İstanbul durdu, zaman durdu, tarih durdu Levni’nin fırçasında. Büyük renkli otağ çadırları kuruldu, Sultan Ahmet, fildişinden yapılma, altın, yakut, zümrüt ve murassa taşlarla işlenmiş tahtında yerini aldı. Hünkârın yanında sadece Levni ve Damadı İbrahim Paşa vardı. Şehzadeler; sihirbazları, hokkabazları, ip üstünde yürüyen cambazları, ağzından alev çıkaran göstericileri, ayıyla güreş yapan cengâverleri, deve üstünde gösteri yapan cesur adamları seyre daldı. Yer sofraları kuruldu etli yahniler, bulgur pilavları, fıstıklı helvalar yendi, şerbetler içildi. Sazendeler çaldı, hanendeler söyledi. Mehter takımı törende yerini aldı. Mehteranbaşının işaretiyle, davullar, zurnalar, borular, kurrenay ve mehter düdüğü gibi nefesli, üflemeli çalgılar çaldı; kös, davul, nakkare, zil ve çevgânlara vuruldu. İstanbul mesuttu, Arnavut gelini gibi süslü kurum kurumdu. Marşlar çalındı, cenk türküleri söylendi. Eğlence kırk gün kırk gece sürdü Okmeydanı’nda çengiler çaldı, rakkaslar dans etti, köçekler ziller taktı, Boğaziçi oynadı, İstanbul oynadı. Neyzenler üfledi, udiler tellere dokundu. Güneşin soldurduğu bakır kubbeler altında mevlithanlar Esma-ül Hüsnalar okudu, Topkapı Sarayı’nda hafızlar Kur’an tilavet etti, tekkelerde dervişler döndü; güneş battı, yıldızlar sönene kadar eğlenceye doyuldu ve İstanbul yorgun düştü, uyudu.
Nakkaş Levni hazırdı. İstanbul böyle düğün görmemişti, cihan böyle düğün görmeyecekti. Minyatürlerin her köşesinde zaman duracak, imparatorluk soluklanacak, tarih donup kalacaktı. Şair Nedim kapıdan çıkarken kökboyalarından elde ettiği özel karışımları kâğıda sürdü. İstanbul’un müstesna güzellikleri, ince fırçalarla murassa işlenmeliydi. O gün törendeki yabancı konukları, ataşeleri, güzel sefireleri hatırladı. Şehzadelere sunulan hediyeler arasında dünyanın her köşesindeki ataşeliklerden gelen hediyeler de vardı. Hollanda sefiresinin getirdiği hediye, kayın ağacından yapılma yel değirmeni görülmeye değerdi. Altın işlemeli saksıda sunulan “Tulipoland” denilen “Kızıl Lale” bugüne kadar yetiştirilen Osmanlı lalelerinin hiçbirine benzemiyordu. O gün sultana sunulan bu nadide hediye Topkapı Sarayı’nın bahçıvanbaşına itinayla teslim edildi. Orada bulunanlar kadar sultanın, şehzadelerin, vezirin, Şair Nedim, Şair Vehbi ve Nakkaş Levni’nin de dikkatini çekmişti. İstanbul’a, sultana, şehzadelere ve lalelere şiirler yazıldı. Şimdi bu şiirler Topkapı Sarayı’nın kabul salonunda sunulacaktı. Sunulacaklar arasında Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Paris Sefaretnamesi, Sultanahmet Çeşmesi planları ve İbrahim Müteferrika’nın matbaa projeleri de vardı.
Nakkaşbaşı Levni, hat ustalarının Müteferrika’nın matbaasıyla ilgili kaygılarını hissetmiş, dedikodularını işitmiş ve kıskançlıklarını günlerce önceden sezinlemişti. Elyazması Kur’an’ların yerini matbaa harfleri almadan hattatlar önlemlerini almaya başlamışlardı. Hattatları endişelendiren bir şeyler vardı. Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Fransa izlenimlerini sultana anlattığı arz günleri, sarayda büyük bir kıskançlığa sebep oluyordu. Yirmisekiz Mehmet Çelebi padişaha Versay Sarayı’nın düzenli ve bakımlı çiçek bahçelerini, süslü havuz ve fıskiyeleri anlattıkça ince bir ruha sahip padişahın yüzü gülüyor ve benzerlerini Haliç’te inşa etmek için devrin mimarlarıyla sarayda toplantılar yapıyordu. Haliç’te Avrupa’daki benzerlerini aratmayacak büyüklükte saraylar ve köşkler yapılmalıydı. Nakkaşhanedeki hattatlar Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin anlattıklarını fazla mübalağalı buluyolardı. Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Fransa’da veba salgını yüzünden karantinaya alındığını ve sultanın da salgına tutulacağı haberleriyle bir an önce bu görüşmelerin son bulmasını istiyorlardı.
Minyatür zor bir işti. Sultan’ın minyatürleri bir an evvel görmek için sabırsızlandığını da biliyordu ama biraz daha zamana ihtiyacı vardı. Hokkabazlar resimde şehzadelerin dikkatini çekmeliydi. Giysilerinde canlı renkler kullanmalıydı, gökyüzünde hep mavinin tonları olmalıydı, Lale Devri’nin Sadabad bahçelerine gölge düşürecek ne garpta ne şarkta harplerden emare, kara bulutlar olmamalıydı.
Levni şehzadeleri eğlendiren köçekleri boyarken taş pencerelerin pervazlarından giren rüzgâr boya şişelerini devirdi. İşte tam bu sırada sultanın nakkaşhaneyi ziyaret edeceğini öğrendi. Telaşla devrilen şişeleri doğrultmaya çalıştı. Nargilelerini içmekte olan hattatlar tezgâhlarındaki yerlerini aldılar. Nakkaş Levni minyatür resmine heyecanla baktı. Gözbebekleri loş karanlıkta büyüdü. Sadabatın düş bahçelerinde gezindiğinin farkında değildi. Ayrıntıda gizlediği bir şeyler vardı.
O an içeriye sultan girdi. Üzerindeki vaşak kürkünden yapılma gri bir kaftanı uzun boyunu daha da ortaya çıkarmıştı. Zeytin karası gözleri yeni sürmelenmişti. Buğday teni ve doğanı andıran burnu onu oldukça heybetli gösteriyordu. Uzun uzun hattatlarla konuştu, ceylan derisinden elyazması Kur’anları, duvarlardaki Esmaül Hüsnaları, Besmele-i Şerifleri inceledi. Sultanın hat sanatına, şiire ve musikiye olan ilgisi sarayda herkeslerce bilinirdi. Sultanın yüz hatları inceydi, Levni’nin fırçasından çıkma gibiydi. Kızıl sakalı ve üzerindeki kaftanı ona heybetli bir görünüm vermişti. Levni’nin yanına gelince durdu. Sünnet düğünü resimlerini, süslü otağını, yüksek tahtını, asil şehzadelerini, eşsiz vezirini ve göstericileri tek tek inceledi. Ataşeliklerin getirdikleri muhteşem hediyeler de dikkatinden kaçmamıştı.
Damat İbrahim Paşa nakkaşhane’nin kapısından hızla girdi. Elinde rulo halinde bir arz listesi vardı. Sultana sunulmak üzere getirilen yeni icatlar ve hediyeler arasında en ilginç olanı Gutenberg’in matbaasıydı.
—Yüce Hünkârım. İbrahim Müteferrika’nın garptan getirdiği matbaa maketi şu an arz salonundadır. Belki görmek istersiniz diye Hollanda Heyeti ve güzel Sefiresi kızıl renkli iki lale fidanı daha getirmişler ve şu an kabul salonunuzda bekletiliyorlar.
BÖLÜM 2
( SURNAME-İ VEHBİ)
Yüksek kubbeler altında, mavi karanfillerle bezenmiş duvarlar arasındaki arz salonundan Şair Nedim Lale Devri’ni anlatan şiirini okudu.
Bu sehri İstanbul kî, bî misl ü behâdır,
Bir sengine yekpare Acem mülki fedadır.
Bazari hüner madeni ilm ü ulemadir.
Nedim’in şiirlerinin ardından Sadrazam Damat İbrahim Paşa hünkâra İstanbul’da yapılanlar ve yapılacakları arz ediyordu;
—İstanbul’un su ihtiyacını karşılamak amacıyla da Deryayi Sim adlı bir su bendi, Ayasofya’da Bab-ı Hümayun’un karşısında Zatı Alilerinizin Çeşmesi, inşa edilmiştir. Yeni Camii’ de birer kütüphane, yine Topkapı Sarayı’ nın üçüncü avlusunda Arz Odası arkasında duvarları çini ile kaplı olan III. Ahmet Kütüphanesi yaptırılmıştır. Cami, kütüphane kasr ve köşkler için gerekli olan çinilerin İznik’te kurduğumuz çini fabrikasından, ayrıca matbaada kullandığımız kâğıdın da Yalova’daki kâğıt fabrikasından getirilmeye başlandığını belirtmek isterim.
Bunlardan başka Üsküdar Yeni Valide Camii, Çorlulu Ali Paşa Medresesi, Damadınız İbrahim Paşa için yaptırmakta olduğunuz Camii ve Külliyesi, Ortaköy Camii önündeki çeşme, Üsküdar Şemsi Paşa’da Hüsrev Ağa Camii önündeki çeşme ve Çubuklu Camii yanındaki Mesire Çeşmesi’nin tamamlanmasına da kısa bir süre kaldığı muştusunu vermek isterim.
Padişah Ahmet’in yüzünden huzur ve güven okunuyordu. Nar şerbetini yudumlarken dingin görünüyordu.
—Şimdi de Çin diyarında icat edilen Gutenberg’in matbaasının Devleti Osmaniye’ye getiren İbrahim Müteferrika güzide icatla ilgili maketi sunacaklardır. Arz ederim.
İbrahim Müteferrika önce matbaanın icadı hakkında kısa bir sunum yaptı ardından ülkeye getirilişi ve tab işinden dağıtıma kadar yaşadığı zorlukları, yeni bir icat olduğu için kullanacak işçilerin Frenk diyarlarından getirilmesine kadar yaşadığı prosedürleri anlattı. Ve son olarak da şu ana kadar basılan eserlerin Sultan Selim Camii bitişiğindeki depoda saklandığını belirtti.
Sultan Ahmet nar şerbetinden bir yudum daha içti ve yutkundu. Genzine şerbet kaçtığı için iki defa öksürdü, sol elinin tersiyle ağzını silerek söze başladı.
—Devleti Âlimizde matbaanın yeni bir icat olduğu için nakkaşhanedeki hattatların kaygıları malumumuz. Dini eserlerin ve Kur’an’ın basılması hattatları kaygılandıracağı için bir süre beklenmesi gerek.
Konu Surname’ye gelmişti ki kabul salonunda bu sabah şiirlerini arz eden Nedim’in gözlerinin içine baktı. Nedim’in gözbebeklerindeki ışıltının sönmeye başlaması onu endişelendirdi. Lale Devri eğlencelerinde daha ona ihtiyacı vardı. Şair Nedim’in İstanbul ve Lale Devri şiirleri ayrıca Şair Vehbi’nin Surname’si basılsın. Sultan Ahmet damadına döndü.
—Surname hazır mıdır?
—Hünkârım nakkaşhaneye en son uğradığımda en geç yarına kadar baskıya hazır olacağını öğrendim efendim.
—Öyleyse tez zamanda matbaaya ulaştırılsın.
Şair Nedim, eliyle alnından süzülen terleri sildi. Oda çok mu sıcak olmuştu. Yüzünün kızardığını hissetti. Sabırsızdı, minderlerin üzerinde parmaklarını durmadan oynatıyordu. Kıskançlığını gizlemeye çalıştı. Ancak kısa bir süre başarabildi bunu. Sedef kakma büyük kapıdan hışımla dışarıya fırladı. İbrahim Müteferrika Sultan III. Ahmet’in yüzüne baktı.
Sarayın son konuğu Hollanda heyetiydi. Sarayın geniş odasında zengin ikramlarla ağırlanmış olsalar da bekletilmekten sıkılmış gibiydiler. Az sonra ellerindeki lale saksılarıyla kabul salonun alındılar. Güzel Sefire Lavender elindeki gonca lale saksılarını sultana sundu. Sultan Ahmet, güzel bir jestle Hollanda heyetinin gönüllerini almaya çalıştı. Altınboynuz’u süsleyen her çeşit lale soğanından kırk adet verilmesi emrini verdi. Sadrazam Damat İbrahim Paşa başıyla onayladı. Hatta bu hediyelerin içinde beş yüz altına satılan ve alıcı bulan “Mahbup” adlı lale soğanı da vardı.
***
Topkapı Sarayı’nda yakudi kubbeler arasında bir baykuş sesi duyuldu. Levni fırça takımlarını yerine koydu. İlk defa Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin anlattığı gibi Frenk diyarlarındaki ressamların portrelerinden denemişti. Bu portreden diğer hattatların haberi olmamalıydı. Telaşla yere düşürdüğü ince fırçasını doğru eğildi. Doğrulurken sol elinin üç parmağı kesik hattatın fırçayı uzattığını gördü. Dalgınlığından odaya nasıl girdiğini anlamamış, nasıl olduysa yanında birdenbire bitivermişti. Bir aydır nakkaşhanede çalışan bu hattatın parmaklarını ilk defa fark ediyordu.
Levni çalışma odasındaki yağ kandillerini söndürürken üç parmağı kesik nakkaşı düşündü. Yırtıcı kuşları andıran burnu, ince uzun yüzü ve çatık kaşlarıyla her an avına saldırmaya hazırlanan şahin gibiydi. Saray nakkaşhanesinde ilk defa korkuyu hissetti. Mavi kaftanını ve samur kürkünden yakalarını düzelterek nakkaşhaneden çıktı. Başka şeyler düşünmeye çalıştı. Kısa bir süre dökülen boyalardan lekelenmiş mavi kaftanını ve karanlığın örttüğü mavi laleleri düşündü. Sarayın bahçesine ayın aydınlığı düşüyordu. Kutsal Emanetleri sergilendiği yapıdan hafızların okuduğu Kuran-ı Kerim duyuluyordu. Koltuğunun altındaki kitabı hünkâra sunmanın mutluluğunu ve gururunu taşıyordu. Yağ kandillerinin altında yanından geçen heyeti tanımıştı. Sünnet düğününe katılan Hollanda heyetiydi bunlar. Ardına dönüp baktığında ay ışığında, rüzgârda dalgalanan saçlarıyla güzel Sefire Lavender parlak kızıl elbisesinin içinde ona gülümsüyordu. Arz Odası’na gidene kadar onu düşündü. İçine sımsıcak bir şeyler akmıştı. Kolunun altındaki kitabı eline aldı ve içeri alındı.
—Levni Abdülcelil Çelebi, Surname’yi arz edeceklerdir.
BÖLÜM 3
(YİRMİSEKİZİNCİ MEHMET ÇELEBİ – HALİÇ VE VERSAY SARAYI)
Altınboynuz, filbahri, hanımeli ve gül kokuluydu. Denizden esen hafif bir rüzgâr bahar kokularını Şehri İstanbul’a dağıtıyordu. Damat İbrahim Paşa kır atından indi. Tozlanan kaftanını silkeledi. İstanbul’da günlerdir esen lodos İstanbul’u sersemleştirmişti. Kâğıthane Deresi etrafında yükselen kasr ve köşklere baktı. Üzerindeki sersemliği attı. Gözleri ışıldadı. Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Paris’ten getirdiği Versay Sarayı planları, bahçe düzenlemeleri işe yaramış Kâğıthane Deresi, Haliç ve Şehri İstanbul yeni silüetine kavuşmuştu. Kâğıthane Deresi etrafında sultan ve vezirlerine özgü altmış kadar kasr ve köşkün tamamlanması için son hazırlıklar yapılıyordu. Karaağaç düzenleniyor, çiçek tarhları çiftlik gübresi ile harmanlanıyor ve lale soğanlarıyla donatılıyordu. Anadolu’dan getirilen kaplumbağalar özel kafeslerde bekletiliyordu. İstanbul’un gözbebeği Haliç nisan ayında lalelerin açmasıyla birlikte şenlenecek ve eşsiz kutlamalara ev sahipliği yapacaktı.
Damat İbrahim Paşa kıyı boyunca ilerledi. İçinde büyük bir heyecan vardı. Kasr ve köşkler İstanbul’un çehresini nasıl da değiştirmişti. İstanbullular kadar, yerli ve yabancı konukları hayret ve şaşkınlık içinde bırakacak peyzajıyla beş yüz tür lale çiçek açtığında İstanbul büyük bir renk cümbüşüne boğulacaktı. Çiçek tarhları kadar kavak, çınar, salkımsöğüt ve Avustralya’dan getirilen okaliptüs ağaçları da lale bahçelerindeki yerini almıştı. Damat İbrahim Paşa en görkemli kasrın bahçesinden içeriye girdi. Muhteşem mimarisiyle Sadabad Kasr’ı göz kamaştırıyordu. Mermer sütunlar üstüne oturtulan iki katlı köşkün üst katı toplu eğlenceler için geniş tutulmuş, davanhane ve sofalar yapılmıştı. Paris’teki Fontaineblau Sarayı’ndan esinlenerek yapılmış köşkün yapımında ondan fazla mimar yer almıştı. Damat İbrahim, bahçedeki geniş havuza ve fıskiyeleri yerleştiren işçilere baktı. Onlara bir de nilüfer havuzu yapılması için talimat verdi. Köşkün bahçesini Hollanda’dan getirilen kızıl renkli lale Tulipoland ve Osmanlı’nın en pahalı lalesi Mahbup süslemeliydi. Tüm bunları düşünürken Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü. Elinde rulo halinde plan ve projeler vardı. Köşkün bahçesine manolya fidanlarının dikilmesini nasıl da unutmuştu. Derhal sultana bildirilmeli ve İtalya’dan yaprağını döken ve dökmeyen cinslerinden getirtilmeliydi. Manolyaların fazla rüzgârı sevmediğini de biliyordu. Paris’teyken bahçe mecmualarından okumuştu. Avrupa Saraylarındaki gibi kasrın bahçesini çevreleyerek rüzgârı kesecek yüksek çitler dikilmeli ve iyi eğitim almış bahçıvanlar tarafından biçimlendirilmeliydi. Köşkün yakınındaki caminin minaresi tamamlanmak üzereydi ve yanındaki hamam ince mimarisiyle gerdanı tamamlayan nadide inciler gibi göz kamaştırıyordu. Köşke deniz yoluyla gelecek konuklar için mermerden rıhtım yapılmıştı ve Kâğıthane Deresi’nin yatağı bile değiştirilmişti.
Yirmisekiz Mehmet Çelebi gülümsedi. Herşey çok güzel olacaktı. Avrupa başkentlerinde gördüğü ve gıptayla seyrettiği güzellikler lale şehrindeydi. Bu devir Lale Devri’ydi ve İstanbul en güzide seyrengah olacaktı.
***
Güneşli bir nisan günüydü. Eminönü Rıhtımı’nda büyük bir kalabalık ve heyecan vardı. Sultan Ahmet boğazın lacivert sularına baktı. Boğazdaki irili ufaklı yelkenliler, kadırgalar, kayıklar ve sandallar Haliç’e doğru yönelmişlerdi. Cenevizlilerden kalma tarihi Galata Kulesi şehre göz kırpıyordu. Hünkâr kayığı sultanın eşi, kızları, şehzadeleri, Fatma Sultan ve damadı İbrahim Paşa’yla beraber rıhtımdan ayrıldı. Sultan Ahmet rıhtımdaki diğer sandalın ön kısmındaki Şair Nedim’i fark etti. Bir anda göz göze geldiler. Şair Nedim bakışlarını aniden çevirdi. Oldukça gergin görünüyordu. Elindeki küçük şişeden durmadan içiyor ve derin derin nefes alıyordu. Sandala yeni binenler birbiriyle şakalaşıyorlardı. Bunlar Nakkaş Levni ve Şair Vehbi’den başkası değildi.
Sadabad rıhtımında sultan ve beraberindeki heyet yirmi bir pare top atışıyla karşılandı. Haliç’teki diğer sandal ve kadırgalarda, sanatçılar, ressamlar, sefirler, önemli devlet adamları ve ataşeler de vardı. Rıhtımdaki mehteran takımı Mozart’ın Türk Marşı’nı çalmaya başlamıştı. Haliç rıhtımları yelkenlilerle ve sandallarla dolup taşarken lalezarlarda devrin çiçeği lale değerli konukları karşılıyordu. Sadabad Kasr’ı yabancı konuklar için ayrılmıştı. Haliç kıyıları boyunca diğer köşkler de değerli konuklarla dolup taştı. Lale bahçelerindeki çiçek tarhları eşsiz motif ve desenleriyle Anadolu kilimleri gibi rengârenkti. Haliç boyunca kurulan çadırlar günlerce İstanbulluların ihtiyaçlarını karşılayacaktı.
Damat İbrahim Paşa programı arz etti. Şair Vehbi Surname’den şiirler okudu. Sultan Ahmet Sadabat Kasr’ının sofasından açış konuşması yaptı. Şair Nedim’in ismi anons edilmişti ki, uzun bir süre pür dikkat beklenmesine rağmen kalabalıklar arasında yoktu. Yabancı konukların teşekkür konuşmalarının ardından ikramlara geçildi. Yemek çadırlarındaki büyük kazanlarda hazırlanan deniz levreği, dana yahnisi, kuzu kavurması, hindi dolması, bulgur pilavı, keşkek gibi yemeklerin dağıtılması için Frenk diyarından özel garsonlar getirtilmişti. Değerli konuklara, meyan kökü, karadut, vişne, kızılcık ve nar şerbetleri; Bozcaada şarapları sakilerin dağıttığı altın ve gümüş kadehlerden ikram edilmişti. Köşkün bahçesinde rakkaseler ince ve zarif danslarıyla yabancı konukların ilgi odağıydılar. Fıstıklı irmik ve güllaç tatlıları kristal kâselerde sunulmuştu.
Yemeğin ardından Haliç boyunca lale tarhları arasında dolaşılarak en güzel lale belirlenmeye çalışılmıştı. Belirlenecek en güzel lalelerden yetiştirenlere altın ödülü verilecekti. Hattat Levni, Hollanda’dan getirilen lalelerin yer aldığı lalezarı dolaşırken gözleri sarayda gördüğü sefireyi aradı. Ilık bir bahar rüzgârı gonca laleleri itinayla raks ettirip dalgalandırırken Levni ruhunun arşa doğru yelken açıp kanatlandığını hissetti. Beyaz laleleri andıran teniyle, baharın ilk coşkusu zümrüt yeşili gözleriyle, akşam güneşinden dem alan kızıl saçlarıyla kalbine dolan ismi dudaklarında heceledi: “Lavender”
Gösteri meydanının dolup taştığını gördü. İp üzerinde yürüyen cambazları, sihirbazları, hokkabazları, ağzından ateş çıkaran göstericileri, büyük yılanlarla dans eden cesur adamları, ayı ile güreşe tutulanları heyecanla izledi. Herbiri gözünde minyatür olarak canlandı.
Yabancı konuklar sandallara ve kayıklara bindiklerinde şehrin minarelerinden akşam ezanları okunuyordu. Haliç’in suları önce kızıla, sonra laciverte ve sonra da kısa bir süre siyaha çaldı. Haliç kıyıları boyunca yanan hareketli ışıkların kaplumbağalar üzerindeki mumlardan geldiğini gören veya duyan konuklar şaşkınlıklarını gizleyemedi. Haliç’teki sandallarda yağ kandilleri yanıyor ve titrek ışıklar sularla dans ediyordu.
Levni yanından geçen bir sandalda kıyıdaki mumlar yakılmış kaplumbağaları seyre dalan siyah elbiseli güzeli tanımıştı. Hollanda sefiresi birden ona doğru baktı. Kısa bir süre göz göze geldiler. Ve Lavender ona gülümsedi. Kızıl saçlı Lavender minyatür oldu gözünde. Haliç, Kâğıthane, İstanbul minyatürdü artık yüreğinde.
Havai fişekler arşa doğru yükseldi ve gökyüzünü de çiçek bahçesine dönüştürdü. Gözler gök kubbeye doğru çevrilmişti. Patlayan her bir havai fişek Haliç’i büyük bir ışık seline dönüştürüyor ve insan çığlıkları duyuluyordu. Arzda ateşböcekleri ve arşta kayan yıldızlar ve göktaşı yağmuru da bu muhteşem geceye eşlik ediyordu. Sandallardaki sakiler Tekirdağ şaraplarını altın ve gümüş kâselerde sunarken bir devir İstanbul’u sarhoş etmişti.
BÖLÜM 4
(İBRAHİM MÜTEFERRİKA)
Gece katran karasıydı. Ay doğmamıştı. Ahşap evleri güçlükle tutunduğu Mismarcı Sokağı’nda matbaa atölyesinde yağ kandilleri yanıyordu. Macar asıllı İbrahim Müteferrika selüloz ve rutubet kokulu bu loş odada matbaadan çıkan ilk baskı Kitab-ı Lügat-ı Vankulu Risalesi’ne ve Cihannüma’nın son sayfasına baktı. Ciltleme işleminden sonra resimlemek için nakkaşlardan yardım alabilirdi. Bunlardan birisi de Abdülcelil Çelebi Levni’ydi.Levni,hünkarın en yakın dostlarından biriydi.Topkapı Sarayı’ndan bu sabah ulağın getirdiği kitaba baktı.Levni’nin resimleriyle süslenmiş bu güzel eserin sayfalarını karıştırdı.Hünkarın aceleci kişiliği onu endişelendiriyordu.Çünkü yeni kurdukları atölyelerinde resimleri basmak için teknolojileri yoktu.Bu konuda Çin ve Frenk diyarlarından malumat sahibi olabilirdi.
Sultanla görüşmelerinde hattatların endişelerini anlayabiliyordu. Kabul salonuna götürülürken hattatların kin ve nefret dolu bakışlarından kurtulamamıştı. Hünkâra şiirler okuyan Şair Nedim de ondan hoşlanmamış gibiydi. Basılacak kitapları hünkâra sunarken, eserler arasında onun eserinin olmaması ve daha da kötüsü Şair Vehbi’nin şehzadelerin sünnet düğünü şiirleriyle ön plana çıkması onu iyice endişelendirmişti. Yanaklarının kırmızılığından heyecanı ve ne kadar sinirlendiği belliydi. Kabul salonunu terk etmesi de orada bulunanları endişelendirmişti. Sultan Ahmet ile Sadabat’ın şairi Nedim’in arası bozuluyor muydu?
Fatih’te Sultan Selim Camii’nde yatsı ezanı okunuyordu. İbrahim Müteferrika cemaate yetişmek için atölyenin kapısından çıktı. Surname’nin matbaa dizimine yarın başlanabilirdi. İbrahim Müteferrika elindeki kitabı yüksek bir sergene bıraktı. Tam kapıdan çıkmak üzereydi ki tekrar geri döndü. Padişah’ın en müstesna ve murassa eserini matbaa atölyesinde bırakamazdı. Son sayfa baskılarla uğraşan Fransız ve Ermeni iki çalışanıyla vedalaşarak oradan ayrıldı.
Atölyede gecenin zifiri karanlığını delen matbaanın sesi kısa bir süre sonra sustu. İbrahim Müteferrika derin bir oh çekti. Cihannüma’nın basım işlemleri tamamlanmış olmalıydı, yarın Surname ile ilgili baskıları hazırlamaya başlayabilirlerdi. Köşeyi döndüğünde Sultan Selim Camii’nde yatsı namazına durulmuştu. Depo olarak kullandıkları caminin bitişiğindeki taş yapıda tarihin en değerli eserleri yerini almaya başlamıştı. Bunlardan birisi de Cihannüma olacaktı. İbrahim Müteferrika karanlıkta gülümsedi.
***
Ertesi sabah güneş is ve kül dumanları üzerine doğdu. Fatih semtinin Mismarcı Sokağı’ndaki matbaa atölyesinde başlayan ve ahşap evleri de küle döndüren yangın iki ecnebi işçinin de ölümüyle noktalanmıştı. Yeni kurulan itfaiye örgütü tulumbacılar sabaha kadar yangını söndürme işleriyle uğraşmışlardı. Şehri İstanbul’da İbrahim Müteferrika’nın yangında öldüğü yolundaki dedikodular ağızdan ağza dolaşmaktaydı; bu haber bazılarını sevindirirken, bazılarını büyük üzüntüye boğuyordu.
Mismarcı Sokağı Yangını, Topkapı Sarayı Nakkaşhanesi’nde de duyuldu. Hattat Levni nakkaşhanedeki nabzı anlamaya çalıştı. Hattatlar hiçbir şey olmamış gibi davransa da bakışlarda gizli olan bir şeyler vardı. Nakkaşhane de hiçbir gün bu kadar sükût, hiçbir yüz bu kadar manasız değildi.
Saray’da Şair Nedim’in İbrahim Mütefarrika’yı öldürdüğü yolundaki dedikodular dolaşmaya başlamıştı. Sultan Ahmet, sadrazamını olay incelemesi için Fatih’e göndermişti. Şair Nedim’i dün gece Fatih’te gördüğünü iddia edenler eğer bu şahitlikleri doğrulanırsa keselerce altınla ödüllendirilecekti. Bunun aksini söyleyenler de vardı. Şair Nedim dün geceyi Kâğıthane’de Tekirdağ şaraplarının sunulduğu sandal sefasında geçirmişti. Sulatn’ın emri vardı her nerede olursa olsun ispatlanacaktı. Yanlış bilgi veren olursa kellesi uçurulacaktı.
***
Sultan III. Ahmet Bağdat Köşkü’nden Haliç’e baktı. Dün gece gördüğü rüyanın hala etkisindeydi. Rüyasının gerçekleşmemesi için kimseye anlatmamıştı, rüya yorumcusunu çağırmamıştı. Altınboynuz’a, altın devire gölge mi düşüyordu? Şair Nedim’in saraydan öfkeyle ayrılışını düşündü. Bu yangında Lale Devri şairinin olabileceğine ihtimal vermeye çalıştı. Nakkaşhanedeki Hattatbaşı Levni’yi ve diğer hattatları düşündü. Nakkaşhanedeki herkes sorgulanacak ve geceyi nerede geçirdikleri ispatlanacaktı. Sultan Ahmet mağripten maşruka kadar olan kayıpları düşündü. İçinde sıkıntılar vardı. Yasemin, sümbül ve leylak kokulu bu şehri bırakıp İran’a gidemeyişi içini kemiriyordu. Şehri İstanbul’da Lale çiçeği nazara mı geliyordu, Haliç suları bulanmaya mı başlamıştı. Yoksa daha da kötüsü Devleti Ali’nin kalbinde entrikalar mı dönmeye başlamıştı? Sultan Ahmet Mismarcı Sokağı Yangını aydınlanır aydınlanmaz Üsküdar’a geçecekti. Güneş artık ona daha erken doğacaktı.
İstanbul Boğazı lacivert uykusuna dalmadan şehrin minarelerinden akşam ezanı okunmaya başladı. Padişah boğazın sularında huzuru aradı. Kısa bir süre sonra damadı yanındaydı.
—Hünkârım, size güzel bir haberim var, İbrahim Müteferrika yaşıyor.
Sultan Ahmet’in gözbebekleri karanlık çökerken şaşkınlığından büyüdü.
—Yaşıyor mu dedin?
—Evet, hünkârım, şu an Topkapı Sarayı’nda. Surname’nin baskıları matbaanın yanmasıyla biraz gecikecek olsa da size güzel bir muştum var. Surname hanemizde.
Sultan Ahmet şaşkınlığından kelimeleri toparlayamadı. İbrahim Müteferrika’ya bu suikastı kim düzenlemiş olabilirdi? Damadının uzattığı kitabın sayfalarını çevirdi. Sünnet düğünü resimleri tüm canlı renkleriyle elindeydi. Surname-i Vehbi’deki sünnet düğünü resimlerine bakarken bir yandan da dün gece olanları Müteferrika’dan dinlemekteydi. Birdenbire resimlerin arasındaki kızıl lale gözüne ilişti. Hollanda sefiresi tarafından sunulan Kızıl Lale (Tulipoland) minyatürlerdeki yerini almıştı,
Padişahı elçisi ivedi olarak görmek istiyordu. Elçinin yanında Hattat Levni de vardı. Levni’nin yüzü kızarmıştı, üzerindeki kaftanın rengindeydi ve heyecanlı görünüyordu. Elçi;
—Hünkârım, Mismarcı Sokağı Yangını nihayet aydınlandı. Az sonra saray muhafızlarının getireceği bu adam aynı zamanda nakkaşhanede başarılı bir hattat. Daha önce Edirne’de işlediği bir suçtan dolayı sol elinin üç parmağı kesilmiş. Saray nakkaşhanesine yeni alınmış. Bir süredir şüpheli davranışları yüzünden peşindeydim. Bugün nakkaşhanede Hattat Levni’nin yaptığı portre resmini imha etmeye çalışırken suçüstü yakalandı.
—Portre mi? Kimin portresi?
—Hollanda Sefiresi Lavender’in efendim.
Padişahın meraklı gözlerini üzerinde hisseden Levni bakışlarını yere doğru çevirdi.
—Hünkârım be ben…
Levni’nin dili tutulmuş gibiydi. Devleti Ali’de resim sanatının yasak olduğunu biliyordu. Buna rağmen padişah öfkeli görünmüyordu. Hatta gülümsüyordu.
—Ben de uzun bir süredir portremi yaptırmak için ressam arıyordum. Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin anlattığı Avrupa sarayları duvarlarını süsleyen portrelerden ben de sarayımda görmek istiyorum.
Levni’nin yüzü birdenbire aydınlandı. Alnından iki sıra ter süzüldü. Sultanın sanata olan ilgisinden dolayı mutluydu.
Az sonra saray muhafızlarının padişahın huzuruna getirdiği kısa boylu hattat huzursuzdu. Zeytin karası suratı asılmış, kabarık karakaşları çatılmıştı. Yüzündeki kırışıklıklar gibi üç parmağının kesik oluşu da padişahın dikkatinden kaçmamıştı. Mismarcı Sokağı Yangını zanlısı Galata tomruğuna gitmek için ayrılırken padişah Hattat Levni ile özel görüşmesini yapmak için en yakın elçisini dışarı çıkardı.
BÖLÜM 5
(HORPEŞTELİ PATRONA HALİL İSYANI)
Eminönü’de Yenicami önündeki güvercinler yaklaşmakta olan kalabalıktan ürktüler ve korkuyla havalandılar. Geniş meydanda büyük bir insan seli toplanmıştı. Öfkeli kalabalık yeşil bayraklar ellerinde sloganlar atıyorlardı. Rıhtımdaki sandallardan inen insanlar da kalabalığa karışıyordu. Caminin merdivenlerinde halk isyanının elebaşısı Horpeşteli Arnavut Halil duruyordu. Başında sarığı, üzerinde kırmızı desenli bir kaftanı ve ayağında eski çarıkları vardı. Ellindeki keskin kılıcı havaya kaldırarak meydana doğru haykırdı.
—Ey ahali! Garptan ve şarktan yenilgi haberleri geliyor ve devlet erkânı Haliç’te eğlencededir. Devleti Ali’nin akçeleri köşk ve süslü bahçelere, zevk ve sefaya gidiyor. Bu gidişe dur demek lazım. Adalet isteyenler bu bayrak altında toplansın. Allahu ekber!
Ayaklanmacılar yeşil bayrak açtılar ve şeriat için herkesin bu bayrak altında toplanması gerektiğini belirterek “Tekbir, Allahü Ekber” diye bağırarak üç koldan şehirde yürüyüşe geçtiler. Beyazıt Camii’nin Kaşıkçılar kapısı tarafından yürüyüşe geçen isyancılar ayaklanmayı başlattılar ve Mısır Çarşısı’na girip tüccarlara zorbalıkla dükkânlarını kapattırdılar. Dükkânlarını kapatmayanlar tehdit ediliyor ve öldüresiye dövülüyordu. Kalabalık çığ gibi büyüyordu ve önüne gelen ipe sapa gelmez çapulcuları, isyancıları, tomruk ve zindan mahkûmlarını da önüne katıp Etmeydanı’na doğru bağırarak ilerliyordu. Hapishaneler baskın yemiş ve Galata tomruğundaki en azılı mahkûmlar da salınmıştı. Saraçhaneyi kapatan isyancılar Sipahi Çarşısı ve Bitpazarı dükkânlarındaki silahları da yağmaladılar. Sultan’ın İran Seferi için Üsküdar’da bulunduğunu öğrenen bir grup isyan çıkarmak için Anadolu Yakası’nı kendilerine hedef seçmişlerdi. Rıhtımdaki sandallara doğru yöneldiler.
İsyanın giderek büyümesi İstanbul Kaymakamını da endişelendirdi ve sultana şehrin durumu hakkında malumat vermek için Üsküdar’a geçti. Bundan sonra yapılacakları kararlaştırmak için devlet erkânı ve yüksek ulema da Üsküdar’a çağrıldı. Topkapı Sarayı’nda bulunan Sancak-i Şerif de getirildi. İran Seferi’ne ara veren padişah ve Damat İbrahim Paşa gece yarısı gizlice Topkapı Sarayı’na geçtiler.
İsyancılara, Yeniçeriler ve Acemoğlanları da kazan kaldırıp katıldılar. Geceyi sokaklarda geçiren halkın öfkesi dinmiyordu. Topkapı Sarayı’nın lalezarlarında öfke ve kin nidaları duyuluyordu. Saraydaki padişah kafeste kuş gibiydi. İsyancıların niyetlerini öğrenmek için bir elçi gönderdi. Durum vahimdi. Padişah’ın tahtan inmesini ve Damat İbrahim Paşa’nın da kellesini istiyorlardı. Kelle ne kadar gecikirse şehri talan edip yakacaklarını söylüyorlardı. Padişaha gözdağı vermek için birkaç ahşap köşkü yaktılar. Sultan Ahmet’in gözbebeği Haliç, lale bahçeleri, köşk ve kasrları yağmalanıyor ve tarumar oluyordu
Saray nakkaşhanesinde hattatlar susmuştu. İbrahim Müteferrika’nın matbaasından çıkan eserler kısa zamanda şehrin her semtindeki yerini alıyordu. Nakkaşhanede uzun bir süredir sessizlik vardı. Lale Devri minyatürlerine de nazar değmişti.Levni’nin ipek gibi yumuşak yüreği,isyanın,kaosun,yangının resmini çizemezdi.Şair Nedim’in isyanda öldüğü yolundaki dedikoduları,evinin çatısından düştüğü yolundaki haberler izliyordu.Lale Devri’nin şairi Nedim,gonca laleler gibi ateş ve dumana yenik düşmüştü.
Sarayın balkonundan Galata Kulesi’ni ve boğazı seyreden Padişah düşünceliydi. Saray mutfağında özenle hazırlanan güllaç tatlısından bir kaşık yememişti. Odasına çağırdığı cellâdın yüzüne bile bakamadı. Cellâdın son sorusunu da gözü yaşlı ve evet anlamında onadı. En son kapının kapandığını ve adımların uzaklaştığını duydu. Saray dışında silah ve insan sesleri giderek yaklaşmaktaydı. İsyancılar şimdi Topkapı Sarayı’nın yüksek kapılarını zorluyordu.
Ekim hazan ve hüzün mevsimiydi. Ekim ayının ilk sabahı Topkapı Sarayı Kapısı büyük bir gürültüyle açıldı. Şaşkın kalabalık saray kapısına doğru merakla bakıyordu. Damat İbrahim’in cansız bedeni öküz arabasının içinde son kez bu kapıdan geçti. İbrahim Paşa’nın cansız bedenini arabada gören isyancılar isyan çığlıklarını daha da arttırdılar, bunu alkışlar ve tezahüratlar izledi. Neler yapabildiklerini gördüler ve neler yapabileceklerine inandılar. Damat İbrahim Paşa’nın cesedi öküz arabasının ardından kaldırımlarda sürünerek yokuş aşağı inerken saray elçisinden şimdi de padişahı istiyorlardı. Asîlerin sözcüsü Galata Tomruğu’ndan salınan Kesik Parmak gerçek niyetlerini ortaya koyarak Sultan III. Ahmed Han’ın hal’ini istedi. Sultan Ahmet, tahttan çekilmedikçe Patrona Halil’in isteklerinin tükenmeyeceğini biliyordu. İsyanın önüne geçmek için, eş ve çocuklarına dokunulmayacağına dair akit alarak yeğeni şehzade Mahmut adına saltanattan feragat etti. Ekim ayının ilk gecesi veliaht Şehzade Birinci Mahmut, Yirmidördüncü Osmanlı Sultanı oldu.
***
Yirmisekiz Mehmet Çelebi Haliç kıyıları boyunca yürüdü. Ters dönmüş kaplumbağaları doğrulttu. Lale bahçelerine doğru baktı. Gözyaşlarını tutamadı. Lalezarlar tarumardı. Binlerce lale çiçeği boynunu bükmüş, çiğnenmiş, parçalanmış ve talan edilmişti. Çınar, kavak, okalüptus fidanları büyük bir fırtınadan çıkmış gibi kırılmıştı. Eşsiz eğlencelere kutlamalara ev sahipliği yapan saraylar ve köşklerin yerinden is ve dumanlar tütüyordu. Sadabat Kasr’ına doğru baktı. Birkaç gün önce Lale Devri şenliklerinin başlatıldığı en görkemli köşkteki yangın tulumbacılar tarafından söndürülmeye çalışılıyordu. Haliç’in suları kül rengini almış, solgun lalelerle doluydu. Rıhtımlardaki sandallar parçalanmış, kadırgalar, yelkenliler suya gömülmüştü. Boğaziçi, Kâğıthane ve Haliç, en acı gününü ve en kara matemini yaşıyordu. Bir devre nazar değmişti.
BÖLÜM 6
(ATİK VALİDE NAKKAŞHANESİ)
Nakkaş Sadi, Çamlıca sırtlarından İstanbul’a baktı. Boğazın kızıla çalan saçlarının savrulduğu denizde gemiler minyatür gibiydi. İki kıtayı birleştiren yedi tepe üzerindeki koca şehrin gök kubbeye uzanan elif elif minarelerinde vakit akşamdı. Hafif rüzgârlar bahçelerden yasemin, erguvan ve lavanta kokularını savururken Üsküdar’ın Atik Valide’ye inen yokuşlu yolunda Nakkaş Sadi hızlı adımlarla yürüdü. Tarihi külliyenin bitişiğindeki tekke yenilenen yüzüyle gülümsüyordu. Mimar Sinan’ın zarafetle bezenmiş müstesna ve murassa yapısı asırlar sonra Osmanlı nakkaşhanesi olarak açılmıştı. Külliyenin yüksek kubbeleri altında yürüdü. Her taş odada çeşitli kurslar açılmıştı. Hat sanatıyla uğraşan modern giyimli kızlara, ebru yapan yakışıklı genç erkeklere baktı. Nakkaşhanenin işlemeli büyük kapısından geçti. Taş yapının serin odasında iki koruma duruyordu. Çok geçmeden durumu anlamıştı. Kültür Bakanlığı tarafından restore edilmek için Topkapı Sarayı’ndan getirilen değerli eserlerdi bunlar. Hat levhalar, el yazması Kur’an’lar, değerli İznik çinileri ve Osmanlı sultanlarına ait çeşitli portreler vardı. Nakkaş Sadi kendisine teslim edilen eserlerin güvenliği hakkında endişe duysa da korumaların restorasyon işleri tamamlanana kadar burada kalacağını öğrendiği zaman ferahladı.
Nakkaş Sadi o gece nakkaşhanede kaldı. Uyumamak için saat başı kahvesini yudumladı. Bitter çikolatasından yedi. Tezgâhın üzerinde duran nakışlı eseri eline aldı. Surname-i Vehbi’ye dokunabilmenin ayrıcalığını yaşadı. Sayfaları çevirmeye başladı. Sünnet düğünüyle ilgili gösterişli resimlere baktı. Şehzadelerin düğününde yapılan tören ve eğlencelere ait resimlerdi bunlar. Her sayfa da eğlence doruğa çıkıyor, cambazlar ip üstünde duruyor, güreşler yapılıyor, sazendeler çalıyor, hanendeler söylüyor ve köçekler oynuyordu. Köçeklerin arasındaki kızlardan birinin kıyafetleri, kızıl saçları ve elindeki lale dikkatinden kaçmamıştı. Kızıl lale padişaha sunulmak istercesine özenle tutulmuştu. Odadaki padişah portrelerini inceledi. Padişahlara ait portrelerin arasına karışmış olan tablo gözüne ilişti. Mavi dantel elbiseli dilbere baktı. İnce bir fırçadan çıktığı belliydi. Kızıl saçlar tel tel dökülüyordu. Asil duruşu önemli bir kişiliğe sahip olduğu izlenimini veriyordu. Elinde bir şey tutuyor gibiydi. Sanırım restore etmem gereken yer elindeki obje olacak diye düşündü. Elinde ne tuttuğunu anlamaya çalıştı. Gözleri iyice ağırlaşmıştı. Yarın Topkapı Sarayı Başkanı İlber Ortaylı’yı arayıp durumu öğrenebilirdi. Tezgâhın üzerinde duran Surname’yi tekrar eline aldı. Sayfalarını hızlı hızlı çevirdi. İnce bir yüz ve burun, yüzüne dökülen zülüf, kızıl saçlar, tıpkı elinde tuttuğu lale gibiydi. Tabloyu pencereden süzülen ışık huzmesine doğru tuttu. En altta zeminin rengine uymayan boyayı fark etti. Sonradan sürülmüş gibiydi. Gece boyunca özel karışımlarla sonradan sürülen boyayı çıkarmaya çalıştı. Sabaha karşı seher kuşları ötmeye başladığında yazıyı okumaya çalıştı. “L-A-V-E-N-D-E-R”
SON
(2010 AVRUPA KÜLTÜR BAŞKENTİ İSTANBUL "SENİN İSTANBULUN " YARIŞMASI DÜZYAZI KATEGORİSİ BİRİNCİLİK)
YORUMLAR
Hayran hayran okudum. Bu nasıl tarih dokulu bir çalışma böyle...Yazının her iki seçkisini de kutluyorum. Seçenlere asıl bizim teşekkür etmemiz gerek...
Paragrafların arasını biraz açarsanız okumak isteyenlerin gözü korkmaz sanırım. Uzun yazı, bir de iç içe olunca göz yoruluyor. Ama okumaya değiyor doğrusu.
Saygılar...
Aynur Engindeniz tarafından 5/5/2011 11:56:27 AM zamanında düzenlenmiştir.
geçmişimizi güne taşıyan emek dolu araştırma ürünü
tebriklerim günün yazısına hayata kattığınız eşsiz güzelliklere iyi ki varsınız değerli dost..:)
sevgim saygım selamlarımla..
(keşke bölümler arası biraz aralık olsa daha rahat okunacak- bölüm bölüm yayınlansa okuyucu sayısı da artar )