- 426 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kurtuluşun Felsefesi 58
58] Gerçekten de, sizde travma yaptığını söylediğiniz sistemle ve her türden oluşmaları siz, en iyi ve en üstün, maddi yaşam olarak kullanırsınız. Bundan hiçbir rahatsızlığınız yoktur da. Ama oy toplama siyasetiniz gereği, halkın bilmezlikleri, bu tür sakızlarla oy getirisi yapılır. Toplumlar hayatında köklü değişikliklerin halktaki yapacağı uyumsuzlukları, travma kılıfı söyleşilerek seçmen duygusuna hitapla, seçmene selam yapılır.
İktidara gelindiğinde de bu travmalara ilişkin, travmanın arzusu eğiliminde geri dönücü düzeltici en ufak bir tedbir dahi ele alır olmazlar! Ya da sözel olaraktan bunlara değinmeleri bile yoktur! Bilirler ki bu işler böyledir. Bu, hal hoca’nın sıcakta hoşafı kepçe ile içerken, keyfe gelip gelip; ikide bir: ’öf be öldüm!’ demesine benzer. Hoşafı kaşıkla içen adamın: "Yav Hocam ,şu kepçeyi ver de, biraz da biz ölelim!’ demesi de çok manidardır.
Halkın da, bu hin politikacıların, iktidara gelene değin söylediklerinin martaval olduğunu, bir anlayabilseler. ’Kurtuluş savaşı sonrasındaki yapılan devrimler, halkta travma oluşturdu’, diyen siyasetçilerin; iktidara yapışmış gibi olan halleri karşısında bu; ’Bol kepçeli, hoşaf içmenin’ söylem manidarlığını, bir sezebilseler.
Sosyal travma, eski olana alışmanın, şaşmasındaki uyanıştır. Karşı tepki koyuş gibi bir direnç olmakta iken, yine bir anlama dinleme olaraktan da, yeni olana da bilinçli bir adaptasyonunuz da olmaktadır. Devrimlerin bir kültürel kopuş olduğunun söyleşilmesinin öyle iler tutar bir yanı da yoktur.
Şu ilkeyi de belirteyim, her kazanç, asgari bir kayıpla olan kazançtır doğada. Sosyal olayda kayıplar biraz daha fazla olmakta ise de, kazanç kat kat fazladır. Birde gelişmeler, eskiyi aşmakla ancak mümkündür. Değilse siz dahi bir önceki eski halinizi aşmazsanız büyüyemezdiniz. Tartışmasına girmeyeceğim. Eğer girersem, konu en az iki bölüm uzar.
Sosyal ruhsal temelli davranışlarımız, toplumun engeli olmaya başladığı yerde, toplumun kabul edeceği bir hal olmayıp, tedaviyi gerektirir. Elbette bunlar dikkate alınması, üzerinde programlarla çalışılıp, programlarının geliştirilmesi gerekir bir durumdurlar. Sonuçta böyle ilerici olan değişmelerde, toplumun sağlayacağı yarar; bireysel yararlara dönüşeceğinden sonuçta bireyin tüketeceği refahçı bireyliktir.
Bunun böyle bir sosyolojik öğrenme olduğunu, bilen siyasetçiler ve çıkar grupları Ya da ruhsal sorunlu pek çok sosyal meczupların, bundan yararlanarak kişinin önceki alışmalarının cennet algısına, hissi olan bir hisle hitap ederekten, kişileri yanlarına çekerler.
Burada toplumsal hareketi, bireysel travmaya indirgeyen ve onunla karıştıran cahil bir zübük yobazlık ve gericilik vardır. Bu işbirlikçi ve atıl siyasetlerin bir dezenformasyonudur. Birey ruhsal davranışlarını, toplumsal davranışlara genelleyen cahilce bir yobazlıktır. Oysa toplumsal davranış bireylerin anlamalarından, anlayış ve tutumlarından çok çok farklıdır.
Nasıl halksal davranış, toplumsal davranışa mal edilmek isteniyorsa, burada da bireysel davranışlarla toplumsal gelişme açıklanmak isteniyor! Örneğin inançlar halkın olayı iken, nasıl topluma götürülmeğe kalkışılıyorsa, bireysel akıl ve sosyal travma hastalığı da, topluma icbarla götürülmektedir.
Hâlbuki bırakın hastanın travma olmasını, birey, yani kişiler, isteyerek dahi, haydi gelişelim, değişelim deseler bile bunlar kişi keyfinin üzerindeki işleyen yasalardır. Söz gelimi toplum bir değişmeyi ortaya koyamamış ise, sizin dileğiniz, sizin gelişme isteğiniz; gelişmenin dikenine katlanır olma gereği travmaya katlanır olma isteğiniz dahi, böyle bir doğal süreç karşısın da, ancak dırı vırı kalır.
Büyük Atatürk’ten sonra, plân proje getiremeyen bütün sağ ve sol siyasetler atıl duruma düştükçe can simidi gibi özellikle gerici unsurlar, bu travma sakızını, politik söylem olaraktan uygulamışlardır. Kimi siyasiler Atatürk’le ivmeleşen aydınlanmamızın çoğu gereken uygulamalarını izlek olaraktan sürerler iken, yaptıklarını dahi halkla buluşturmamıştırlar.
Travma olur bize oy vermezler diye! Kimi de yasakları, kitaplar yasaklarını ve kökü dışarıda eylem ve suç travmalarını tanımlamıştırlar! Her akim kalışlarında da, yapacak bir şey bulamaz oldukları durumların söz konusu olduğu 1996’lara değin, bu tutumlarını güle oynaya; ’her şeyin en iyisini halk bilir’ diyerekten, aynı düzey ve düzlemi sürdürür olma gayretine girmişlerdir.
Halbu ki yukarıdan beri söylüyoruz, ’kişi öznellikleri topluma götürülüp genelleştirilmezdirler. Ya da toplum gerçekliği, kişi öznelliğine indirgenemezdirler’. ’Her şeyin en iyisini halk bilir’ öznelliği, demokrasi adına parlatılan ve topluma götürülen bir bilmesinlercilik yanıltma ve aldatma politikasıdır! ’her şeyin en iyisini halk bilir’ olmamalı ki; genelde halk, ’parlementerlik dokunulmazlığı, kürsü hakkı ile sınırlansın’ dediği halde; her şeyin eniyisini bilen halkın, dediğine hiç kulak asılmaz! Hani yaramaz bir çocuğu, "Amcası ne kadarda uslu" diye sevmek gibi bir şeydir bu.
Politikacıların bu türden başarısızlıklarla ve oyalaşmalarla, haksızlıklarını sürdürmelerinin sloganını da politikacılar üretmiştirler. İşte en güzel birkaç slogan örneği: ’Kara cüppeliler’ ve ’bu kış kominizim geliyor’. "Yeter söz milletin!", ’Özgür Dünya’ gibi söylemler halk bilmesinlerciliğinin travma ve umacısını yaratmak için denmiş sakızlardır!
Sakızların dünya ölçeği ’özgür dünya’ dır. Yerel ölçeği de ’yeter söz milletin’ dir safatasıdır. Siz istediğiniz kadar safsata deyin bu söz ile siz yıllarca memleket yönetirsiniz. Sakızların bilmezlik kullanım cüreti, yıllarca sürdürülerek tüketilmiştir. Halk her şeyin en iyisini biliyorsa bunca bilime, bilgiye, araştırmaya ne gerek vardır efendim! Madem her şeyin en iyisini halk biliyor, neden siz başımızdasınız? ve nedendir bu zilleti çeker oluşumuz acaba!
Sürecek
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.