- 798 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
MAZİMDEN YAPRAKLAR - 4
Kucağına aldığında sarılamadım babama. Hatta ittim bana sarılan kollarını. Ihlamurdaki serçelerin, kara çınardan kaçışmakta olan kargaların, ağlarcasına miyavlayan Tekir’in ve yine ’ Ağlatmayın o çocuğu !’ dercesine yalvarır gibi havlıyan Karabaş’ın şaşkın bakışları arasında kucağında kahvesine kadar götürdü beni.
Doluydu kahve. Sigara dumanından göz gözü görmüyor, kapkara olmuş ahşap tavanın tavan mı yoksa üstümüze çöken kara bir bulut mu olduğu anlaşılamıyordu.
Derme çarpma, kırık dökük ahşap sandalyelere oturmuş genç ve yaşlı grubu, dökme mozaik yüzeyli masaların üzerinde kimi oyun kâğıtlarıyla bir şeyler oynuyor, kimi sarı maden taşlardan yapılı domino taşlarıyla kimi de tahta pullu tavla oynuyor, kimi de onları seyrediyordu.
Aşırı bir gürültü vardı kahvede. Çoğu da küfür, hakaret ve tartışmaydı. Kahvenin tam da ortasında, varilden bozma koca bir soba, içinde yanmaya çalışan ağaç kökleriyle ısıtmaya çalışıyordu onları. Bir kaç ihtiyar sobanın başından hiç ayrılmayıp sürekli az yanmasından, yeterince ısıtmamasından şikâyet ediyorlardı.
Şaşkınlıkla izledim onları babamın kucağında. Sonunda fark ettiler beni.
- İncirlii ’ Hayrola ; senin ufaklık mı bu ? diye sormaya başladılar.
- Benim Fikret’im bu ! diye cevap verdi onlara, gözlerini ovuşturarak. Ben galiba sulu gözlülüğümü babamdan almışım.
- Hoş geldin ufaklık !
- Gözünaydın İncirli !
- Hoş geldin Küçük İncirli !
Sonunda ömrümce adımın yanında taşımak zorunda kalacağım ve babamın lâkabı da olsa bir türlü sevemeyeceğim o lâkap, o günden itibaren benim de hayatıma girmişti.
Ocaklığa yakın bir masaya dayalı sandalyeye oturttu beni. Kahveden de giriş kapısı olan, kahve sahibimiz İbrahim Ağa’ya ait bitişikteki bakkala koştu hemen. Az sonra elinde kâğıda sarılı kremalı bisküilerle geldi. Onları masama bırakıp ocaklığa koştu bu defa. Açık,ılık, üç şekerli bir bardak çay getirdi bana.
- Hadi bakalım, ye yavrum ! Karnın acıkmıştır senin.
Kremalı bisküidi çok severdim ben. Karnım da açtı üstelik. Okuldan döndüğümde hiç bir şey yemeden yola çıkmıştım. Yemek istiyordum ama korkum halâ geçmemişti. Naz yaptım biraz. Sonunda pes edip iştahla saldırdım. Sevindi babam.
Oturduğum sandalyenin tam da üst tarafında tahta bir zemin üzerine yerleştirilmiş kırmızı bir radyo vardı. Yanındaki bataryası, en az radyo kadar büyüktü. Bir de telden yapılmış anten asılıydı duvarda. Radyodan haber, şarkı ve türkü dinleniyor, batı müzüği gibi şeyler çıktığında kapatılıyordu.
Yanıbaşımdaki ocaklık,kirden çok kötü görünen mozaik tezgâh üzerine yerleştirilmiş, yeşil boyalı, camları kirli ve kırık dökük olan bir camekândan oluşuyordu. Camlara dizili tahta raflara çay bardakları, kahve fincanları dizilmişti. Çay demlemek ve ısıtmak için bakır bir güğüm vardı ocaklıkta. Altında kömür ateşi yanan bir mangal, üzerinde iki tane demlik. Onun hemen yanında bulaşıkların yıkandığı çimentodan yapılmış bir lavabo ve musluklu küçük bir su kübü. İçme suyu bulunan küp ise ocaklıkta ,toprağa gömülü idi. Elektrik ve dolayısı ile buz dolabının olmadığı o günlerde, su böyle soğutuluyordu. Yaz geçmişti aslında ama su yine aynı küpten alınıyordu.
Bisküilerimi yedikten sonra yerimden kalktım. En çok da yaşlı müşteriler beni yanlarına çağırıp sevdiler, konuştular, benimle tanıştılar. Galiba sevmişlerdi beni.
Babam kahvenin önüne çıkardı. Kocaman bir bahçeydi orası. Tam ortasında asırlık bir kara çınar. Babam gibi iki kişi bile gövdesini kucaklayamazdı. Biri bakkalın önünde diğeri bahçedeki çiçekliğin içinde, iki tane ıhlamur ağacı, akasya, yeşil çınar, kasımpatları, zambaklar, güller bile vardı bahçemizde. Yazları gazozları soğutmak için kullanılan bir de su kuyusu.
Elinde getirdiği ekmek parçalarını vermek için Karabaş’a seslendi babam. Kuyruğunu sallayarak, koşarak geldi Karabaş. Kısa boylu, sevimli idi karabaş. Bana yanaşıp, kuyruğu ile paçalarıma sürtmeye başladı. ’ Arkadaş olalım !’ der gibiydi. Ekmek parçalarını bana verdi babam. Ben beslemeye başladım onu. Allah’ım, ne kadar güzel bir şeydi onu beslemek ! Mutluluk, galiba böyle bir şeydi.
Sonra tekrar kahveye dönüp Tekir’le ilgilenmek istedim. Onu da bir güzel besleyip, ikinci arkadaşlığımı da oluşturdum. İlk arkadaşım onlar oldu.
Bir Hamza dayı vardı. Bir ayağını kaybettiğinden, koltuk değneği ile yaşardı. Fakat çok güler yüzlü,neşeli ve sevimli idi. En çok o ilgilendi benimle. Bozuk paraları ellerinde saklayıp, masada yuvarlayıp oyunlar yaptı bana. Güldürüyordu beni. Bir arkadaşım da o oldu.
Hava kararmaya başladığında tavana asılı lüks lâmbalarından birini, sandalyeye çıkarak aldı babam. Masalardan birinin üzerine koyarak ipek fitilinin altındaki hazneye bir miktar ispirto döktü.Çakmağı ile ateşledi ispirtoyu. Sonra lüksün gaz dolu ana haznesindeki pompayı ileri geri itmeye başladı. Biraz sonra ipek fitil ışık yaymaya başlamıştı. Çok hassas olan fitilin kopmaması için özenle eline alıp sandalyeye çıkarak tavana astı. Diğer ikinci lüküs, hava daha çok kararınca yakılacaktı.
Akşam yemeğine giden müşteriler teker teker dönmeye başladılar. Babamın köylüsü Sabri Kâhya,Hamza dayı, Yahya amca, onun genç oğulları Karakaş Ümran ve Necmi ağabey, Nihat ağabey ve kardeşi Yörük Ali, Ferit ve Halit kardeşler, diğer Ferit amca, Erdoğan ağabey ve diğerleri.
Biz de babamla birlikte bakkaldan aldığımız kavurma, ekmek ve çayla halletmiştik akşam yemeğimizi.
Kahvede babama yardım etmeye başladım. Masalardaki boş bardakları topladım önce. Sonra, isteyenlere su verdim. Bakkaldan sigara ve kibrit aldım. Galiba seviyordum ben çalışmayı. Bu işleri severek yapıyordum.
Yorulmuştum. Hamza dayı uyardı babamı. Uyukluyordum çünkü. Babam hemen tavlayı alıp duvarlara dayalı uzun tahta oturaklardan (peyke deniliyordu onlara) birinin uç tarafına koydu. Koyun postundan yapılmış pöstekeyi de serip beni oraya yatırdı. Duvardan eski kumaş paltosunu da üzerime örtüp ,şimdilik orada uyumamı istedi. Tam o anda aklına gelmiş olacak ki ; ’ Çişin var mı ? diye sordu. Gözlerim kapanıyordu. Çişim var mıydı, yok muydu, düşünecek halde bile değildim. Başımı sallayarak, olmadığını işaret ettim.
Gece olup müşteriler dağıldığında, temizliği de bitirip, bu defa yatak ve yorganlarımızı , başka bir peykeye beş adet de sandalye dizerek oluşturduğu yere sermişti babam. Beni uyuduğum yerden kucağına alıp asıl yatağımıza yatırdı. Lüksü de söndürüp, yanıbaşıma yattı ve sarıldı bana.
Şimdi rüya görme zamanıydı.Kim girebilirdi ki rüyalarıma, annem ve ablamdan başka ? Uyumamı dört gözle bekliyor olacaklar ki hemen koştular rüyama. Bu defa ağlıyordu annem. Ablam da açok üzgündü. Özlediğini söylüyordu beni. Su sattığım plastik sürahimi tığ ile deldiği günler için özür diliyordu benden.
- Ne olur kurtarın beni, alın götürün buradan ! diye seslendim onlara. Çaresizdiler ; ellerini uzatamıyorlar, uzaklaşıyorlardı benden. Ağlıyorlardı halâ rüyamdan çıkarlarken.
Yine hava aydınlanmadan kalkmıştı babam. Lüksü yine yakmıştı. Ocaklıktaki mangalı harlayıp suyun ısınmasını beklerken bir taraftan da sobayı doldurmuş ve ateşlemişti. Sabah namazından gelecek ihtiyarlara çayın ve sobanın yetişmesi gerekiyordu.
Beni epeyce sonra uyandırdı. Gün çoktan ağarmıştı. Gözümü açtığımda çok şaşırdım. ’Neresiydi orası?’ Babamın kahvesinde olduğumu anladığımda, yeniden ağlamak istedim fakat şimdi başka bir sorunum vardı.
Babam, sevecen bir şekilde sabah olduğunu, kalkmam gerektiğini söylüyordu. Bense, yorganı sürekli yüzüme örtüyor, kalkmak istemiyordum. Oyunla karışık yorganı üzerimden alıverdi. Gördüğü ıslaklık çılgına döndürdü onu.
- Anan mı tembillehi lan ! diye öyle bir bağırdı ki ; bu defa ağlamaktan kendimi alıkoyamadım. Altımı ıslatmıştım. Kötüydü, ayıptı, utanmam gerekiyordu ; utanıyordum işte. Fakat, böyle bir şeyi nasıl kasten yapardım ? Annem, niçin tembihlemiş olsun ki ?
Öfkeyle yataktan kaldırdı beni. Sabri Kâhya oturduğu yerden seslendi.
- İşemiş mi ? Vay kerata vay !
Duvarda asılı olan bez çantasından annemin koyduğu bir takım temiz çamaşırı alıp, üzerimdeklerii çıkarttı, sildi ve değiştirdi. Bütün bunları yaparken hep anneme söyleniyor, küfürler, beddular ediyordu. Çok kızmıştım ona ama suçluydum, bir şey diyemiyordum.
Yatağı toplayıp, çarşafı ve benim ıslak çamaşırlarımı daha sonra yıkamak üzere kahvenin dışındaki duvarın kenarına ililştirdi. Kolumdan tutup bitişikteki bakkalın dış duvarına götürdü beni. Duvarda ’ Buraya işeyen eşektir !’ yazıyordu. Okuyunca, gülesim geldi ; korktum, gülemedim.
Ufak çişim geldiğinde o duvara işememi söyledi. Herkes öyle yapıyormuş. Daha sonra yolun karşısındaki köy tuvaletini işaret edip, büyük çişim geldiğinde de oraya gitmemi söyledi.
Metal, eski bir leğen çıkarrtı ocaklığın alt tarafını gizleyen ,kirli-siyah perdelerin arkasından. Bir kaba da sıcak su doldurup taşıdı bahçeye. Çarşafı ve çamaşırlarımı bir güzel yıkayıp bahçeye serdi.
O gün Hamza dayının oyunlarına bile gülmekte zorlandım. Boş bardakları toplarken, sigara kibrit almak için bakkala giderken, insanlar beni okşayıp severken bile mutlu olmadım.
Daha erken uykum geldi o akşam. Tavladan yastığım, pöstekeden yatağım ve paltodan yorganıma sarılıp yatmadan önce sıkı sıkıya tembihledi babam çişimi etmeden yatmamam için. ’ Buraya işeyen eşektir!’ yazılı duvarı bir güzel kullanıp öylece yattım.
Gece uyandırdığında soba gürül gürül yanıyordu. Sobanın başında bir sandalye ve su güğümü,metal maşrapa hazırdı. Bir güzel soydu beni. Sandalyeye oturtup yıkadı. Üşümemem için aceleyle giydirip, önceden hazırladığı yatağımıza yatırdı.
Mutlu olmuştum galiba. Kendimi çok temiz hissettim. O gece sarıldım babama ; sıcaklığını ve şefkatini hissettim. Annemle ablam yine girdiler rüyama ama ağlamadılar. Hatta gülümsediler bana.
Galiba yeni hayatıma alışmaya, kaderime razı olmaya başlamıştım. Bundan sonraki hayatım annesiz , Kurtköy’deki bu sefil kahvede, babamla birlikte geçecekti.
Fikret TEZAL
YORUMLAR
son model yataklarda yatsan.....o sandalyeden yapılmış....post döşekli palto yorganlının tadını vermez...yoksulluk alabildiğine sevgi saygıda alabildiğineydi.....bende yan masada seni seyrediyordum dost....seni....saygılar
Fikret TEZEL
Sayın Tezal anılar nasıl çakışıyor aynı veya yakın jenerasyon olunca.
Emine45 hanımın anılarını okuyunca da aynı duygulara kapıldım.
Sahi biz o kahvehanelerde daima "oralet" içerdik büyük bardakta.
Şu altını ıslatma hadisesi bile :))))
Ah be İncirli Ağabeyim,
Ne güzeldi o günler diye haykırmak geliyor insanın içinden.
Yokluğa,tokluğa,perişan çocukluğa rağmen ,çok güzeldi o günler.
Selam ve saygı ile değerli Tezal.