ÖNCE AŞKA DOKUNDUM SONRA ONA…
Nasıl dokunduğumu bilmiyorum; ama önce aşka dokundum sonra ona. Dokunmak milat, yeni bir başlangıç oldu benim yaşantımda. Ona dokunmadan önce eski çağları yaşıyordum. Şimdi yepyeni bir çağ başladı hayatımda. Bir devrim yarattı bana dokunan parmaklarıyla. Halbuki ben ne aşka ne de ona dokunmayı, ne ona ne aşka dokunmayı istiyordum. Daha küçük bir kızdım düne kadar hayatı mantığımla yönetiyordum. Şimdi bir dokunuşla yönetilen kukla oldum. Ah o sihirli dokunuşlar yok mu? Parmak uçlarının sihri… Çocukken sadece perilerin sihrine inanırdım, bir anda beliren ve uçları yıldızlı değneklerini dokundurup mucizeler yaratan perilerin… Hep beklediğim…. çocukluğum boyunca bana gelip dokunmasını ve zor zamanlarımda yanımda olmasını istediğim dokunuşlar… Beklemediğim bir zamanda gelip bana dokunanın ne olduğunu bilmiyorum şimdi. Ne değneği var, ne değneğinin ucunda yıldızı, en önemlisi ne de bir peri. O da sıradan bir insan benim gibi. Önce inandıramadım kendimi, hayal dedim, yalan dedim, avuttum benliğimi… Ben kaçtıkça bana dokunmaya devam ediyordu, çıldırmıştı sanki. Öyle etkileniyordum ki o kaçamak dokunuşlardan. Beni aşka çağıran, beni derin kuyulara koyan dokunuşlardan. Korkuyordum, küçüktüm, yalnızdım… Oysa annem daha bana çocukken ve sobanın etrafında oynarken dokunmamam gerektiğini öğretmişti. Neye mi? Ateşe… Benim ısrarla oynamaya devam ettiğim ve annemin uyarmaktan yorulduğu bir gün, annem beni usulca çekip yanan sobaya yaklaştırdı. Küçücük parmaklarımı avucunun içine aldı ve sobaya dokundurdu. Öyle canım yanmıştı ki, sabaha kadar acısı geçmedi. Artık sobanın etrafında oynamak şöyle dursun, ona yaklaşmayı bile göze alamıyordum. Evet annem bana ateşe dokunmamam gerektiğini öğretmişti. Şimdi parmak uçlarımda yanan çocukluğumla birlikte öğrendiklerim var. Ah annem ateşe dokunma demesine ve parmak uçlarıma bunu öğretmesine rağmen ben gerçek bir ateşe dokundum ve yanıyorum şimdi. Hem de çocukluğumdaki gibi ateşin acısını bir gün değil, her gün yaşadım ve yaşıyorum. Her günü bırak her saniye gözümü kırpmadan dokunuyorum ona. Adına aşk dedikleri bu ateş her yanımı kapladı, alev alev yanıyorum, eriyorum; ama bitmiyorum, tükenmiyorum, her gün yeni dokunuşlarla ayaklanıp ona koşuyorum şimdi. Bırakın çocukluğumda yanan parmak uçlarımı, dört bir yanım, ruhum, bedenim aşkın dokunuşlarıyla yanıp kül oldu sanki. Anladım ki aşka dokunduktan sonra geldi gerisi... Ben istemesem de aşk her gün ona götürüp dokunduruyor beni. Dediğim gibi önce aşka dokundum sonra ona. Şimdi sesleniyorum ona, pardon aşka, gerçi değişen ne ki, onun adı aşk değil miydi? Ey aşk, dokunmadan, hissetmeden, yazmadan yaşanmayan aşk. Aşk şiirdir dedin, bırak şiir okumayı şiir yazdık; aşk şarkıdır dedin, bırak şarkı dinlemeyi, şarkı söyledik; aşk filmdir dedin, bırak film izlemeyi, hem senaryo yazıp hem de oynadık. Ey aşk, aşk tesadüftür dedin, bırak tesadüfleri beklemeyi, kendimiz tesadüfler yarattık. Şimdi de geçmiş karşıma aşk dokunmaktır diyorsun. Sen nesin ey aşk, dokundun yetmedi, dokundum yetmedi, geriye ne kaldı şimdi. Her dokunduğum şey, bazen bir kitap, bazen bir çocuk, bazen annem, bazen göz yaşlarım sen oluyorsun, aşk oluyor yetmedi mi? Her yanım, odam, kitaplarım, yazılarım, şiirlerim, damarımdaki kanıma kadar sen oldun, aşk oldu şimdi. Evet annemin sadece parmak uçlarıma öğrettiğini, sen tüm vücuduma öğrettin belki. Artık anlıyorum, aşk neden dokunmaktır, neden hissetmektir dediğini; çünkü aşk öyle bir bulaşıcı hastalık ki, neye dokunursan sen oluyor, aşk oluyor hepsi.