MERTLİĞİN DE BU KADARI
Gönül ikliminin en güzel dilberi , aşk Peygamberi , beyefendilerin en beyefendisi ve baharın ta kendisi olan , Hz. Mustafa’nın (S.A.V) kutlu zamanında , Arabistan Yarımadasında yaşanan bu aşk hikayesi ; Anadolu insanının gönlünde başka bir hâl alıp ballanmış ve nesilden nesile , meclislerde, köy odalarında anlatılarak , günümüze kadar gelmiştir.
Her ne kadar , artık anlatıp dinleyeni azalsa da ; gerçek gönül sarraflarının , dükkânlarına kepenk vurup kapatarak ortalıktan çekilip gizlenmesiyle , çakıl taşlarının cevher diye alınıp satıldığı şefkat , merhamet , fedakarlık ve ince anlayış gibi güzel sıfatların gönüllerimizden silinmesiyle dinin de , mezhebin de , meşrebin de madde ve menfaate dönüşüp para olduğu şu zamanda , günümüz insanının bu hastalığının tek ilacı olan aşkın , nelere muktedir olduğunu dile getiren bu hikayenin , insanlık var oldukça kıyamete kadar anlatılacağı kuşkusuzdur .
Kendisi Hıristiyan dinine mensup , yörede gözü pekliği ve yiğitliğiyle nam salmış, bileği bükülmez bir cengaver ki ; pehlivan diye de anılıyordu bu savaşçılar o zamanlar , yine aynı dine mensup başka bir kabilenin , reisinin kızını sever. Aşkları zamanla öyle dile düşer ki daha da gizleyemezler.
Haberin doğruluğunu öğrenmekte geç kalmayan kabile reisi, pehlivanı hemen huzuruna çağırtır ve derki ;
─ Oğlum ! Sözü uzatmayacağım . Zira bu havalide adını , namını duymayan yoktur . Yiğitliğinle biz de iftihar ederiz . Lâkin , kızımı sana bir şartla veririm. Onun dışında asla olmaz. Çok iyi düşün taşın. Sana üç gün müsaade. Şartıma gelince ; filan muharebede gözümün nurunu, neslimi yürütecek olan biricik oğlumu öldüren , Peygamber damadı Ali vardır . Onun başını istiyorum senden . Kızım sana ancak o zaman helaldir . Şimdi var git . Üç gün sonra kararını ver gel ..!
Dışarıda korku , merak ve heyecanla babasının dediklerini dinleyen kızcağız , ansızın kapı açılıverince , sevdiği yiğitle göz göze gelir . Pehlivan ;
─ "Ey canımdan da aziz olan sevgili ..! Konuşulanları duydun. Sen ne diyorsun bu işe?" diye sorduğunda , çaresizliğini ağlamaktan kızarmış, korku dolu gözlerini yere dikip , sessizce boyun bükerek anlatmaya çalışan sevdiğinin bitkin ve perişan hali karşısında ; sanki kendi yanı başında , masum yavrusuna saldırmak için bekleyen vahşi sırtlanlara karşı kükreyen , heybetli aslan edasıyla ;
─ "Gam etme sen ! Dertlenme , üzülme sen ! Her birisi , paha biçilmez cevher olan göz yaşlarının , yere düşmesine dayanamam. Senin olmadığın ne dünyayı ne de cenneti neyleyim ben ! Çünkü O , cehennemin ta kendisidir bana." deyip , tekrar huzura girer ve
─ Efendim ! Şartınız kabulümdür , buyurun !
─ Evladım ! Senin aklın başında değil herhalde … Çocuk oyuncağımı sanırsın bu işi ? Karşındaki düşman kim bilir misin ? Savaştan sonra , en az on askerin bir ucundan tutup kaldıramadığı Hayber Kalesi’nin demir kapısını , tek başına bir hamlede yerinden söküp fırlatan Ali’dir.Yalnız Mekke’de değil , cümle Araplar arasında adına aslan manasına da gelen Haydar derler Ona . Yani Ali Haydar ! O yüzden şimdi git sakinleş ve kendi kabilenin ileri gelenleriyle de görüşüp , ondan sonra gel bize !
─ Aklımın başımda olmadığı doğrudur efendim . O bir daha gelmez artık . Çünkü ; bu aşk beni istila edince gönlümde her ne emel , istek, arzu , hırs, tamah ne varsa hepsi aklımla birlikte yanıp kül oldular .Ne bu dünya ne de vaadedilen ahiret ve cennet arzum kalmadı . Her şeyim bu aşk oldu. Kızınız oldu.Ona değil bir can , her gün onlarca can vermeye hazırım. Gecem gündüzüm kalmadı . Öyle bir haldeyim ki , Onun dışında her şey haram kılındı bana . Şefkat ve merhamet denizine attı bu aşk beni . Düşmanım da kalmadı sanki .Hangi ağaca , hangi taşa baksam , O görünür gözüme .Böyle giderse eğer , korkarım kılıç sallayacak derman kalmayacak kolumda . O sebeple , destur verin de gidip bitireyim bu işi . Ya o başı alır gelirim ya da bu başı verir kalırım .
─ "Anlaşıldı oğlum ! Sen yalnız cesur değil aynı zamanda samimi ve mert bir aşıksın da ama yine de iyi dinle anlatacaklarımı!" diyerek Ali hakkında bütün bildiklerini aktarır damadı olacak yiğide .
Ertesi günün gecesi yola çıkmak için gerekli hazırlıklar yapılır . Pehlivana , koştukça nefesi açılan cins bir Arap atı verilerek silahlandırılır . Yolu uzun , işi çetindir çünkü .
O kızgın çölde gece boyunca at sürer . Güneşin harareti bir yandan , aşkın harareti bir yandan, ertesi günün akşamı yorgun ve bitkin bir halde Mekke topraklarına girer .
Asırlar öncesinden sürüp gelen fakat İslâmiyet ile birlikte çok daha samimice ve gönülden yapılan misafir ağırlama ve konaklama hizmetlerinden haberdar edilen yiğit , atının dizginleri elinde yavaş adımlarla Kâbe’nin önüne doğru ilerler .
Gayri ihtiyari başını kaldırıp Kâbe tarafına baktığında , kendisine doğru gelmekte olan birisini fark eder ve yavaşlar .
Aşk ızdırabının yanında , oldukça zahmetli geçen yol yorgunluğundan mıdır , yoksa akıbetin ne olacağı endişesinden midir bilinmez ; her halinden buranın yerlisi olduğu belli olan bu meçhul insan her adım atışıyla yaklaştıkça , kalbinde heybet , azamet , korku , heyecan ama bütün bunları da kaplayan bir sevgi yumağının örüldüğünü hisseder fakat bu halinin adını koyamaz bir türlü . Zira cevap bulmaya vakti de kalmamıştır.Karşı karşıya geldiklerinde ilk selamı O verir :
─ Hoş geldin evladım ! Sefalar getirdin.Buraların yabancısı olsan gerek . Seni görünce ne hikmettir bilinmez ,yoluma devam edemedim.Buyur tanışalım !
Fakat o da ne ..! Kayalardan akan kaynak sularının berraklığı ve kadifelerden de yumuşak bu sesi ve sahibini , sanki çok ötelerden tanıyordu . Babası , anası ,kardeşi gibiydi.Hatta ondan da öte canı cananı , sevdiği her şeyiydi sanki .Neler oluyordu ? Bir iki saniyenin içerisine zamanın tümü sığdırılıvermişti . Nihayet kendini toparlayıp cevap vermeye çalıştı .
─ Hoş bulduk efendim ! Yabancıyım evet.Ticaret maksadıyla geldim.
─ Doğrudur oğlum .Tekrar hoş sefa geldin ancak yorgunluğun ötesinde sende başka bir hal var.Bir derdin olsa gerek .Zira kaç kulaç mesafeden sıkıntın bana öyle sirayet etti ki , ta gönlüme indi .O nasıl bir gönül yüküdür ki ,ayaklarımın dermanını kesti evladım .Dinlemeden ve derdine derman olmadan , şuradan şuraya gitmem inan .Kimsin, nedir derdin ? Gücüm yeterse eğer derman olayım.
Ömründe bu denli samimiyetin ve cana yakınlığın hiç şahidi olmayan pehlivan , iradesinin dışında ve aynı candan ifadeyle;
─ Efendim ! Derdim öyle büyük ki , derman olamazsınız .
─ İyi güzelde , olamazsam da derdinle dertlenip ağlayamam mı oğlum ?Anlat hadi !
Hiçbir şeyi gizlemeden , iki gözü yaş figan , bütün olup biteni anlatan pehlivan ;
─ İşte efendim ,hikayem de ,derdim de budur . Ben Ali’nin başını almaya geldim . Bana nasıl derman olursunuz ki ? Dermanı var mı bunun ?
─ Doğru söylersin . Ancak tek bir çaresi var oğlum .O da buradan geldiğin gibi sağsalim geri gitmendir.Çünkü , Ali’yi çok iyi tanırım .Hakkını vermek gerekirse yaman pehlivandır.Korkarım karşılaşırsan başlı geldin ama başsız gidersin .Üstelik onu altetsen bile ,buradan sağ çıkarmazlar seni . O yüzden , sessiz sedasız geri dön güzel evladım .
─ Efendim ! Geri dönemem .Zaten şu an yürüyen bir cesedim ben . Sevdiğimin uğruna on tane başım olsa , hepsini burada bırakmaya geldim ben. Ya Ali’nin başını alırım , ya da bu başı verir kalırım.
Bu samimi aşığın ağlayarak anlattıklarını dinleyen şahin bakışlı Mekkeli’nin de gözleri buğulanır. Ansızın doğrularak , yıldırım hızıyla belindeki çift ağızlı kılıcını çıkarıp öptükten sonra ,
─ Al oğlum ! Bu kılıcın adı Zülfikâr’dır.Ben de onun sahibi ve senin aradığın Ali’nin ta kendisiyim . Böyle bir aşka da Ali’nin on tane başı feda olsun . Hemen şuracıkta , kimseler görmeden , başımı gövdemden ayır ve kaç git buradan !
Aklın ve dilin tarifte aciz kaldığı bu mertlik karşısında , "Allah" diye bir nara atan pehlivan , O şahı velinin ayaklarının ucuna cansız yığılır kalır. Gözlerini açtığında , kırk tane anne şefkatiyle ; veliler şahının , başını okşayarak ağlamakta olduğunu görür.Artık başka bir alemde ve başka bir gönüldedir pehlivan ...
Bu arada vahiy meleği Cebrail (A.S) , mescidde sahabisine inciler döken aşk Peygamberinin huzuruna inmiştir bile .
─ Ya Resulullah ! Allah’ın sana ve Ali’ye selamı var . "Ali’ye mert olsun dedik ama bu kadar da değil ." buyurdu .
Böyle bir hadise karşısında , güzeller güzeli Peygamber sevincinden öyle tebessüm eder ki , dürr-ü mercan dişlerinin hepsi görünür. Zira Allah’ın latife yaparak mertliğini övdüğü başka kimse olmamıştır Ali müstesna . O yüzden , O’nun mertliğinden bahis olunmaz , anlatılamaz . Akıl ve idrakin ötesindedir .
Ağlamayı bilmeyen gözde hayır olmadığı gibi , sevmeyi bilmeyen gönülde de hayır yoktur . Aşka düşenlere müjdeler olsun .
YORUMLAR
Fakat o da ne ..! Kayalardan akan kaynak sularının berraklığı ve kadifelerden de yumuşak bu sesi ve sahibini , sanki çok ötelerden tanıyordu . Babası , anası ,kardeşi gibiydi.Hatta ondan da öte canı cananı , sevdiği her şeyiydi sanki .Neler oluyordu ? Bir iki saniyenin içerisine zamanın tümü sığdırılıvermişti . Nihayet kendini toparlayıp cevap vermeye çalıştı .
BAZEN BİRİLERİYLE KARŞILAŞIRIZ DA,SANKİ ÇOK ESKİLERDEN ÇOK SEVDİĞİMİZ BİRİ OLDUĞUNU HİSSEDERİZ AMA CVP BULAMAYIZ NERDEN TANIDIĞIMIZA?