Sakatlanan İmgelem…
Biz gerçekliğimizin aynasında sahte düşler kurarak ömür törpülüyoruz. Oysa gerçek insanlar aynalarda gördükleri yüzleri ceplerinde, gerçek hayatın içinde debelenip duruyorlar. Bu sahte kimliksizliğin bir kaç izdüşümü var; o da yalnızlık… Kendi küçük dünyana hapsolmak… Zaman zaman küçük harflerle yapılan isyanlar… ( ki bu isyanlarda küçük harfler yakılır ve geriye sadece sessizlik kalır… )
Yine öyle bir isyan silsilesi içindeyim ya da o benim içimde… sana söylemek istediklerim var ama anlamsızlaşıyorlar. Anlattıklarım hep aynı biliyorum. Ezbere düşünüyor, ezbere konuşuyor ve artık ezbere yaşıyorum. Harflerim değiyor mu sana? Debelendiğimi duyuyor musun? Tenine değemediğim adamı da ezbere düşlerim içinde kaybediyorum sanırım. Keza bu sessizlik gülümsüyor kötü kötü.
İklimimiz aynı sanmıştım ama kendi kısırdöngülerimi hesaba katmamışım. İşte yine geldiği gibi gidiyor yaşam… İçindekiler kısmı hiç yazılmamış sanki. Sayfalar arasında kaybolan küçük kız çocuğunun çığlıksızlığı işte bu. Oysa hep gülecek şeyler var değil mi? Hep gülümseyecek bir tat… hep eksilerek yaşanacak bir an…
Kalemin koşarak saklandığı yerdeyim. Artık susma zamanı gelmiş. Belki de kirlidir yaşam sandığım gibi. Ve hatta anne eliyle yıkanmış ve çamaşır ipine dizilmiş sevinçleri bile kirletiyordur. Aslolan ne? Hangi meyve daha tatlı gelir ki şimdi dişimize… Çember çevirelim yokuştan aşağı… Gece diziliyor yorgunluk ipine… Eh esas şimdi “ sus “ vakti…
Ayşegül – 02.10.2006