- 1538 Okunma
- 18 Yorum
- 0 Beğeni
MAKARNANIN KERAMETİ
Aslında iyi değildim. Hatta kendimi, yaldızlı albenisi sayesinde alınan ve içindeki yendikten sonra rast gele bir atışla kendini çöpün kenarında bulan, boydan boya yırtılmış bir çikolata paketi gibi hissediyordum. Ama öğle yemeğinde koca bir tabak makarnayı bitirdikten sonra içimdeki ölü hücreler yok olup gitti. Bereket versin ki, tabii bir bağla, bakliyat ve tahıl ürünlerine meyilli bir milletin mensubuyum. Aksi taktirde kendimi bir tabak makarnayla avutmam mümkün olur muydu?
Günümü, makarnadan önce ve makarnadan sonra diye ikiye ayırıp düşündüm. Sabah saatlerindeki öfkeme güldüm. Komşun her sabah başından aşağı çarşaf silkeliyormuş, ne çıkar? Yatağını kimselere göstermeyen, ama çarşafını cadde üzerinde silkelemekten çekinmeyen bir toplumun üyesi değil miyim ben? Bunda öfkelenecek ne var?
Makarnadan sonra hayat gerçekten güzeldi. Komşum değil çarşafını, kaynanasından yadigar pamuk yatağını bile başımdan aşağı silkelese umurumda değildi artık.
Akşama doğru sigara almak için bakkala gidiyordum. Kahveci Remzi belediyenin yaptırdığı küçük sebile hortum takmış, kahvenin camlarını yıkıyordu. Arada, içeride demlenen müzmin kahve ahalisinin taleplerine koşmaktan da geri kalmıyordu. Tam yanından geçip gideceğim sırada, yoğurtçu Mustafa’nın oğlu koşarak kahveye geldi.
“Abi, bu akşam …. Partisinin gençlik kolları toplantısı senin kahvede yapılacakmış. ‘Malumat alırsan haber et’ dediydin. Az sonra başkanları yanına gelecek.”
Remzi hiçbir şey söylemeden, aceleyle elindeki hortumu sokağa doğru fırlattı. Hortum, kıvrımları doğal şeklini alana kadar sokağın mühim bir kısmını sular içinde bıraktıktan sonra kıvrıldığı yerde sakince akmaya devam etti. Pek detaylı bakamasam da, Rüstem’in duvardaki …Partisine ait bayrağı indirip, yerine akşama orada toplantı yapacak partinin bayrağını astığını gördüm. Makarna hala bünyemdeki tesirini koruyordu, dolayısıyla bu durum bana hiç de tuhaf gelmedi. Yoluma devam ettim.
Pek de iç açıcı bir akşamüzeri olmamasına rağmen, sokak kalabalık sayılırdı. Belki de bu, sokağın her zamanki doğal çoğulluğuydu. Yorgun iş dönüşleri, kaldırım kenarlarındaki bitkilere ve taşların, sanki her gün biraz daha açılıyormuş gibi gelen aralıklarına bakmaktan, bu insanları fark edememiş olabilirdim.
Başımı yerden kaldırıp, eski bir binanın beton avlusunda dantel ören kadına baktım. Minderin üzerinde öyle bir oturuşu vardı ki, sanki ilk Anadolu medeniyetleri kurulduğundan beri orada oturmuş dantel örmekteydi. Böylesine mağrur ve heybetli; fazladan, yerini sahiplenmiş bir profili ben daha önce nasıl fark edememiştim?
Ya onun bir üst katında, dirseklerini balkon demirlerine dayamış çekirdek çıtlatan kadına ne demeliydi? Aynı anda, hem çekirdekleri seri bir şekilde ağzına götürüp, çatırtılı bir sesle telef ederken, hem de sol bacağını –muhtemelen televizyondan gelen- oyun havasıyla senkronize bir şekilde sallayan bu kadın, dikkatinden hiçbir şey kaybetmeyen bakışlarını sokakta gezdiriyordu. Dikkatliydi biliyordum; çünkü hemen yan taraftaki erik ağacında tüneyen serçenin havalanmasıyla, bakışları ani bir şekilde daldaki kıpırtıya çevrilmiş, ardından aynı keskin bakışlar, saniyeler içinde köşe başında beliren kediye dönmüştü. Ben bunu asla yapamazdım. Sanırım makarnanın etkisi yavaş da olsa geçmeye başlamıştı. Derhal sigaramı alıp, eve dönmeliydim. Zihnimi, gökten beyazlı karalı gruplar halinde yağan çekirdek kabukları altında dantel dokuyan kadından ve üst katında alemi gözetleyen çok fonksiyonlu kadından arındırıp yoluma devam ettim.
İş yorgunluğundan sokağın müdavimlerini fark edememiş olabilirdim. Ama gördüğüm halde fark edemediğim bir şey daha dikkatimi çekti. Yol kenarındaki çiçekler ve duvar diplerindeki yabani otlar... Onlar hep aynıydı. Yani yıllardır ne büyüyor ne küçülüyorlardı. “Bu işe kendini vakfetmiş bir gönüllü, geceleri onları buduyor olabilir mi” diye düşündüm. Sonra, yalnızca kendimin duyabileceği bir sesle “Saçma” dedim. “Biri bunu neden yapsın ki? Biz ki ‘daha güzel bir hayat’ aldatmacasıyla el değmemiş ormanların ırzına geçen bir milletiz, otla çiçekle mi uğraşacağız? Hem de gece…”
Dikkatle baktığım tuhaf renkli gülün üzerinde ince, yeşil böcekler dolaşıyordu. Gayri ihtiyarı gıdıklandığımı hissettim ve sanki çiçekteki böcekleri silkelersem, içimdeki bu saçma duygu geçecekmiş gibi, gülü dikensiz bir bölgesinden tutup hafifçe sarstım. Fakat böcekler düşeceği yerde daha da çoğaldılar. Bu sefer iyice çiçeğe sokulup, toplanıp karşı taarruza geçmek üzere olan böcekleri, parmağımın ucuyla çiçekten uzaklaştırmaya çalıştım. O kadar dalmıştım ki, yanı başımda bana bakan ihtiyar kadını çok zaman sonra fark edebildim. Kadın “Deli mi ne” diye söylenmeseydi yine fark edemeyecektim ya…Çaresiz, çiçeği kaderiyle baş başa bıraktım. Ayağıma bulaşan çamurları kaldırımın kenarına sürterken yarım gözle ihtiyara baktım. İki avucuyla bastonuna dayanmış, artık tamamen dökülüp kabarık birer et parçası olarak kalan kaş kısmını çatmış, bana bakıyordu. “Allah’ım ne kadar da çirkin görünüyor” diye düşündüm. “Yaşlılara asık yüz hiç yakışmıyor, hiç…”
Son bir kez daha güle baktıktan sonra yoluma devam ettim. Hiçbir şey düşünmek istemiyordum. Adımlarımı hızlandırdım. Cebimdeki bozuk paraların hoşuma giden şıngırtısını dinleye dinleye yolu yarıladım. Atalar gerçekten iyi düşünürlermiş. Ömrümde duyduğum en güzel ses sahiden para sesi. En az makarna kadar hayat verici…Bir kere kendini asla yalnız hissetmiyorsun. Her ne kadar soğuk birer metal parçası da olsalar, varlıkları yüreğinizi ısıtıyor. ‘Alacak’ dalında ufkunuz açılıyor…Bazen ‘verecek’ tarafını da çağrıştırmıyor değiller ama o kadar olsun.
Arkamdan gelen biri, daha ben ne olduğunu anlayamadan uzun ve emin adımlarla önüme geçti. Narin yapılı, uzun sarı röfleli saçlı bu kişinin arkasından hayranlıkla yürüdüm. Tanrım, röfle bir saça bu kadar mı yakışır? Durdurup kuaförünü sorsam mı acaba diye düşündümse de, fikrimin abesliği karşısında kendi kendime şaşırmadan edemedim. Yolcuya kuaförünü sormak yerine kendimi yatıştırmayı tercih ettim. “Kızım sana sarı saç yakışmıyor ki! Sen böyle daha güzelsin.” Yine de “şanslı kadın” diye düşünüyordum ki, yolun karşısına geçmek için yüzünü benden yana döndü. Gözlerime inanamadım, durdum ve öylece sarı röfleli saçlı adama baktım. Dakikalardır kıskançlık ve hayranlık içinde seyrettiğim sarı uzun saçlar bir erkeğe aitti. O an durdurup kuaförünü sormadığım için kendimi kucaklayasım geldi. Bu mümkün olmadığı için cebimden çıkarttığım elimi öptüm. Küçük çaplı bir felaketin eşiğinden dönmüştüm. Bir an bakkala gidip gitmemek arasında tereddüt ettim. Sonra koca bir geceyi sigarasız geçiremeyeceğim kanaatine vardım ve yoluma devam ettim.
Ben gerçekten dar görüşlü bir kadınmışım. İlk patronum bunu söylediğinde ne çok kızmıştım oysa. Bunu, sekiz aylık kız bebeğinin altını, eşinin yanında değiştirmekten utandığımı ima ettiğimde söylemişti. Sonra da aklınca beni teselli etmeye çalışmıştı. “Kırsaldan geldiğin için yadırgıyorsun. Zamanla alışırsın.” Kırsal denince aklıma çayır çimen, börtü böcek gelirdi hep. Ne bileyim, papatyalarla yoldaş, ince ve kıvrımlı patikalar falan…Bir de yarısını tepenin arkasına gizlemiş kocaman bir güneş. Heidi Dağların Mutlu Kızı kitabının kapağındaki resim gibi…Meğer bazıları üç büyük kent dışında kalan bütün yurda ‘kırsal’ diyormuş. Allah’tan bebeğin anneannesi başka bir kırsaldan geldi de o kadının çaktırmadan iğnelemelerine maruz kalmaktan kurtuldum. Bir de evin beyiyle beraber bebek değiştirmekten…
Ama şimdi gerçekten dar görüşlü olduğumu düşünüyordum. Ne vardı bu kadar şaşacak, bir erkek de pek ala kadın kadar bakımlı olabilirdi…
Kadının biri elindeki pazar arabasını frenleyip önünde durdu. Yüzüme “Çekilsen de geçsek” der gibi baktı.. Duvara doğru yanaştım. İri gövdesi ve kendisinin iki misli iriliğindeki pazar arabasıyla kaldırımın ona tahsis ettiğim kısmından sığabilecek gibi görünmüyordu. Yol verdiğim halde yerinden kıpırdamadı. Hala bana bakıyordu. Bundan emin olabilmek için arkama dönüp baktım. Evet, arkamda kimse yoktu, baktığı bendim. Tedirgin olmaya başlamıştım. İçimden “Tanrım, bu kadın, arkasından hayran hayran baktığım röflelinin karısıysa eğer, beni hemen buracıkta yanına al” diye dua ettim. Kadın terli alnına yapışan saçları itina ile arkasındaki topuza kavuşturdu. Kaşlarını düzeltti. Dudaklarını kuruladı. Bütün bunları yaparken hala bana bakıyordu. Duvarla bütün olmaktan vazgeçip normal yürüyüş güzergahıma döndüm. Dakikalardır bakışmamızın hatırına kadına gülümsedim. O da bana gülümseyene kadar içimdeki korku kaynamaya devam etti.
“Siz Mehmet Amca’nın kiracısı değil misiniz?”dedi.
“Evet.”
“Affedersiniz, yolunuzdan da alıkoyuyorum ama, sizi gördüğüm iyi oldu. Çünkü evinize gelmeyi düşünüyordum.”
Şaşırdım. Evet, yol üzerindeki insanları fark edememiş olabilirdim ama, herhangi bir şekilde münasebetim olmuş hiçbir yüzü unutacak kadar silik hafızalı da değildim.
“Pardon, tanışıyor muyuz?”
Gülümsedi. Ayakları tombul bedenini daha fazla taşıyamamış olacak ki, sağ omzunun üzerine duvara yaslandı. Bu bir bakıma sohbetin uzayacağına dair bir alamet de sayılabilirdi. Huzursuz oldum.
“Tanışacağız, nasipse” dedi. “ Lafı dolandırmayacağım. Bizim kadınlar sizi görmüş beğenmiş. Kardeşime münasip bulmuş.”
Kadın avucu yere bakacak şekilde elini bana doğru uzatınca içimden "Yok artık" dedim. "Herşey bitti, el öpmeye sıra geldi."
Başını göğe kaldırdı.
"Çiseliyor mu, ne?" dedi.
Meğer bu el uzatış, ilkel zamanlardan kalma hava tahmininden gayri bir mana içermiyormuş. Derin bir "Oh!"çektikten sonra duvara yaslanma sırası bana gelmişti. Sanki tansiyonum düşmüş gibiydi, fırlamış da olabilirdi, bilemiyorum. Kısacası kendimi fena hissettim.
“Bağışlayın ama, sizin kadınlar kim? Kardeşiniz kim? Münasip derken…”
“Sevindin değil mi? Eh benim kardeşim de sevinilmeyecek koç değil hani…”
“Koç…”
“Tanımıyor musun? Az ilerde market yok mu, işte oranın sahibi benim kardeşim.”
“Hani şu belediye tuvaletinin kenarındaki küçük büfenin sahibi mi?”
Kadın doğruldu. Alınmış olduğu her halinden belli oluyordu. Nitekim bunu beyan etmekten de geri durmadı.
“Teessüf ederim, ne yani beğenemedin mi?”
“Koçu mu, büfeyi mi?” Koç dediği adam da, bir buçuk metre boyunda, hakikaten koç görünümlü, iri ve kolu kulağı tüylü bir adamdı. Tahminen ellisine yakındı.
Yüzü iyice asıldı. Biraz daha beni küçümser nazarlarla süzdükten sonra arabasını çekerek yola indi. Etrafımdan dolanıp tekrar kaldırıma çıktı ve bir şeyler mırıldanarak uzaklaştı. Sözlerinden sadece bir cümle anlayabildim: “Evde kaldığın isabet olmuş.”
Demek mahalle kadınları toplanıp, bana münasip bir eş bulma telaşına düşmüşlerdi. Rahmetli dedem, komşumuz Havva Teyzeyi ne zaman görse “Dul kadın. Başımıza taş yağacak hafazanallah. Evlendirmek sevaptır.”derdi. Büyükannem ölür ölmez onunla kendisi evlendi ve köylü taş yağmurundan kurtuldu. Acaba bizim kadınların da fikri bu mu, diye düşünmeden edemedim.
Kadınlar…Ne zaman bir araya gelseler evliliğin cefasından söz eder, kocalarını yerden yere vururlar, ama memleketin tek kalmış kadın ve erkeklerini çiftleştirmeye de bayılırlar. Bir kere bir kadın ve adamı zihinlerinde yan yana tasavvur etmeye görsünler, onları fiiliyatta da birleştirene kadar cihad ederler. Ne de olsa bir yuvanın kurulmasına vesile olmak büyük sevaptır. Ama diğer taraftan evlendirmeyi başardıkları çiftin dedikodusunu yapmak için de fazla beklemezler.
“Adam pek de yaşlıydı, ne yaptılar acaba?”
“Kadını görüyor musun, öteki kadından kalma ne varsa çöpe attırıp yenisini aldırmış, müsrif bu anam müsrif.”
Sonunda bakkalın önüne geldiğimde, bakkalın sahibi Necdet Efendiyi domates dizerken buldum. Bu adam yetmişine merdiven dayamış, pakça yüzlü, sevimli bir ihtiyardı. Yanlış hatırlamıyorsam karısı geçen yıl bir mevlitte lokum yerken boğularak ölmüştü. Çekinerek kapıya yanaştım. Mahalle kadınları beni pek ala Necdet Efendiyle de eşleştirmiş olabilirlerdi. Sonuç da bekar bekardı ve erkeğin yaşı hiçbir zaman mühim değildi.
“Kolay gelsin Necdet Amca!”
Bunca yıldır ‘Necdet Efendi’ diye hitap ettiğim adama, psikolojik olarak ‘amca’ diye hitap etmiş olmam, adamın garibine gitmiş olacak ki; tuhaf tuhaf yüzüme baktı. Sonra tekrar işine döndü ve “ Sağ ol” dedi. “Bekle az, şu ezilmişleri çürümüşleri bir ayıklayayım…”
“Yazık, ne kadar da var.”
“Yazık etmiyorum kızım, Kur’an Kursuna bağışlıyorum. Sevaptır.”
Bir şeyler söylemek istedim, sonra vazgeçtim. Neden şaşırıyordum ki; biz adımızın gizli tutulacağı bağışları üç kuruşla geçiştirip, açıktan yapılan hayır işlerine, konu komşuya caka satma adına, içimiz kıyıla kıyıla da olsa, tonla para döken bir millet değil miyiz?
Sigaramı aldım ve başka bir güzergahtan evime doğru yürüdüm. Bir an önce makarna yemeli, hayatı tekrar, olduğundan daha güzel görmeliydim…
...ENGİNDENİZ...
Kitap Tavsiyesi: Sitemiz üyelerinden Mustafa SAKARYA/ BİR YAZARIN DRAMI
YORUMLAR
Gül gül öldüm. O kadar güzel bi anlatımın var ki Aynur Abla sanki televizyondan seyrediyormuş gibi hissettim kendimi. Bütün karakterler gözümün önünde canlanıyor :)))
“Koçu mu, büfeyi mi?” Koç dediği adam da, bir buçuk metre boyunda, hakikaten koç görünümlü, iri ve kolu kulağı tüylü bir adamdı. Özellikle bu cümle çok güzeldi:))))))))))))))))))))
Aynur Engindeniz
Bu yazıyı içimdeki öfkeyi bastırmak için yazmıştım:))
Üç öğün makarna fikri güzel, bana uyar. Kendimle barışık bir kadın olduğum için 100 kilo olsam da umurumda olmaz:))
Teşekkürler canım.
“Bekle az, şu ezilmişleri çürümüşleri bir ayıklayayım…”
“Yazık, ne kadar da var.”
“Yazık etmiyorum kızım, Kur’an Kursuna bağışlıyorum. Sevaptır.”
Evet sevaba bak ve anla inanctaki ciddiyeti.
Her zamanki gibi güzeldi bir cok sey geciyor insanin aklindan okurken.
Yüregine saglik sevgili Aynur
Sevgilerimle
uzun zamandır ilk defa bu kadar uzun bir nesir okudum. Ve bir an bile bırakamadığımı hissettim. profiller o kadar güzel çizilmişki, hayran kaldım. anlayamadığım bir şey var bağışlayın sizleri yeni tanıyorum, bu sizin mi yazınızdı? önerdiğiniz yazara mı aitti? çünkü yorumunuzdan o sonucu çıkarttım. ama itiraf edeyim çok güzeldi.
Aynur Engindeniz
Evet öykü benim. Ama bazen öykülerimin altında kitap tavsiyelerinde bulunurum.
Beğendiğinize sevindim. Evet ne yazık ki elimin ayarı yok ve ancak bu kadar kısa tutabiliyorum yazıları.
Tekrar hoş geldiniz...Teşekkür ederim.
Saygılar ve sevgiler.
Afet İnce Kırat
Aynur Engindeniz
Aynur Engindeniz
Teşekkür ederim canım. Sizlerin okuduğunu bilmek de çok güzel inan.
Sevgiler.
Bir tabak makarnadan böylesi akıcı bir yazı çıkarmak, sanırım şapkadan tavşan çıkartmak bundan kolay olmalı:)
Sizin yazılarınızı neden bu kadar çok sevdiğimi buldum:
Ben çok detaycı, biraz da simetri hastalığı olan bir insanım.
Misafirliğe gittiğim bir evde duvarda hafif eğik duran bir tablo görsem gözüm ona takılı kalır ve ev sahibinden özür dileyerek o tabloyu düzeltirim.
Sizin yazılarınız milimetrik, öyle detaylar veriyorsunuz ki okumuyor, yaşıyor insan adetâ.
Sanırım çok gözlemci bir insansınız.
Yolda yürürken boş gözlerle bakmıyorsunuz etrafınıza, öyle olsa bu yazı bu kadar canlı durmazdı sayfaya.
Ve tabii bir de bunları insanlara nakletmek var ki bunu müthiş güzel yapıyorsunuz.
Tek bir örnek vereyim:
Balkonda çekirdek yiyen bayanın muhtemelen içeriden gelen oyun havasına sol bacağıyla tempo tutması.
Sonra balkondan aşağıya yağan siyah beyaz kabuklar.
Bir kadın balkonda çekirdek yemekte ve kabukları aşağı atmaktaydı demekten çok farklı bir şey bu.
Kutluyorum her yazdığınızı keyifle okuttuğunuz için.
Selam ve Sevgimle.
Aynur Engindeniz
Ne güzel şeyler söylüyorsunuz. Teşekkür ederim.
Saygılar.
Aynur Engindeniz
Bu mahalleyi çok aradım ve bilhassa tercih ettim. Sırf daha edebi diye evimi lüks semntten kenar mahalleye taşıdım vallahi. Anladım ki, gerçekten yaşamak istediğim yer burasıymış ve burası benim edebiyatıma yol verecek yermiş. Kahramanlar ve esnafl tamamen hayali olsa da, bahçemden sokağıma bakmam yeter yazmak istemem için. İşte bu kadar seviyorum yazmayı, hayatımı değiştirebilecek kadar:))
Teşekkür ediyorum hiç eksilmeyen desteğin için.
Sevgiler.
Aynur Engindeniz
Teşekkür ederim. Sevgim yüreğine..
Senin yazmayacağın bir konu var mı ! ...
En sevdiğim yanın konu zenginliğine soyunan tarafın...
Kutluyorum gönülden...
Aynur Engindeniz
Ah bir de yazacak zamanım olabilse, gecelerm telef olmasa:))
Sevgiler sana..
“Koçu mu, büfeyi mi?” Koç dediği adam da, bir buçuk metre boyunda, hakikaten koç görünümlü, iri ve kolu kulağı tüylü bir adamdı. Tahminen ellisine yakındı.
Güldürürken düşündüren bir yazıydı, ne çok meraklıyızdır başkalarının yalnızlığını gidermeye ve namusunu korumaya, oysa kendi namusumuz dururken.
Hele şu üç büyük kent dışındakilerin taşları olması başlı başına bir olaydı. Cümlemiz taşralıyız vesselam.
kutluyorum aynur.........sevgimle
Tam anlamıyla pazar sohbeti tadında güzel bir yazı olmuş. Tabii iğnelemeler de her sohbette olduğu gibi işin tuzu biberi.
Yardımlarla ilgili mesaj ise, bence çok anlamlıydı.
Dip not : Hiç bir kadın, ambalajının güzelliğine bakılarak alınıp, yendikten sonra buruşturulup atılmaya lâyık bir çikolata olarak görülemez..... Fikret Amca...
Fikret TEZAL tarafından 4/24/2011 10:08:33 AM zamanında düzenlenmiştir.
Aynur Engindeniz
Son kez saygılar.
Fikret TEZEL
Fikret TEZEL
O sözünüzü bir daha tartın : '' Anne kadın, baba köpek!'' demiştiniz. Bu sözünüzden özür dilemek yakışırdı benim tanıdığım, kendimden daha değerli gördüğüm Aynur hanım'a !
Sonunda beni sayfanızdan kovdunuz. Değerinizi koruyarak yüreğimde,gidiyorum sayfanızdan, hayatınızdan. Sizden öğrendiğim değeri kendime de kazandırabilmek için gidiyorum ve size kırıcı hiç bir şey söylememeye özen göstererek gidiyorum.
Fikret TEZEL
Aynur Engindeniz
Eğer ben o sözleri söylemişsem bana kırılmaktan öte bir şeyler olmuş demektir. Asla kovmak gibi bir durum yok. Ama sayfama gelip gelmemek sizin tercihinizde...
"Başımı yerden kaldırıp, eski bir binanın beton avlusunda dantel ören kadına baktım. Minderin üzerinde öyle bir oturuşu vardı ki, sanki ilk Anadolu medeniyetleri kurulduğundan beri orada oturmuş dantel örmekteydi. Böylesine mağrur ve heybetli; fazladan, yerini sahiplenmiş bir profili ben daha önce nasıl fark edememiştim? "
Baştan sona harikaydı ama yukarıdaki cümlene gerçekten bayıldım. Tebrikler. Sevgilerimle...
Ah bu kadınlar..
Her balkonda belinden aşşasını sarkıtan meraklı melahatler vardır.
Her köşe başından bir yığın kadın ellerindeki dantellerle mahalle hafiyeliği yapar..
Yaparda niyeyse sizin kadın halinize ne işiniz var orda burda diyemessiniz..neden acaba..??.:)
Yazını okurken aklıma çok şeyler geldi..yazayım dedimsede yazmadım..ama yazabilirim..yazmayabilirimde yazsammı acaba.:)
canımsın benim..ömrümüz makarna yiyerek ,kendimizi iyi hissetmekle geçecek tabi bir yandan da dağ kadar iri olacağız..makarna dağı..:)
Anlatımın her zaman ki gibi başarılı ..Ehh işte birsıfırlık bir anlatım .:)
Seni çokk sefiyorum..Rabbim daim yolunu açık eylesin:Amin:
Aynur Engindeniz
Ülviye Yaldızlıı
Ülviye Yaldızlıı
Gel çay demledim..Ohh misler gibi..şöyle iki zeytinin bir peynirin belini bükelim:):)
GÜNAYDIN..BALIMA
bende çok severim....kilo sorunum olmasa.....mahalleni sayende gezdik usta.....çok güzeldi....saygılar
Aynur Engindeniz
Teşekkür ederim. Sevgiler.