- 950 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
KUBBESİNESİNİN ALTINDA NİYAZLARIN BİRİKTİĞİ CAMİİ
KUBBESİNESİNİN ALTINDA NİYAZLARIN BİRİKTİĞİ CAMİİ
Güzel bir şehirdir, canım Bursa. İçinden geçip giden nice yolları vardır. Özlemleri kavuşturan, ya da insanları hasrete uğurlayan yolları, inişli çıkışlıdır. Hayatımız gibi anlamlıdır…
Bursa Uludağ’ın en güzel suretidir. Bu şehir sizi, İstanbul, İzmir ve Ankara yolundan geldiğinizde coşku ve gülümseme ile karşılar taa uzaktan. Gece gerdanlık misali bakar size. Yaz gecelerinin doyumsuz manzarasıdır..
Son yıllarda Bursa’nın bana hızla yabancılaştığını gözlemliyorum. Haykırışım kimsenin umurunda olmadığını da biliyorum. Alelâde bir anne ve öylesine bir vatandaşım. Sözümün olmadığı meclislerin silik bir insanıyım. Yinede nefes alıp veriyorum, “ulu çınarın gölgesinde oturup dinlenmeye hakkım olsa gerek” diye düşünüyorum.. “Çınarımı kesseniz de gölgesini bana bırakın” diye sesleniyorum yitip giden Bursa’mın ardından.
Eskiler ağaçların dilini, varlıkların lügâtını bilirlermiş. “Onlarla konuşurlarmış” diye okurduk. Aslına bakarsanız bende duyuyorum onların seslerini. Her insan biraz dikkat ederse yaratılmışların zikirlerini, gözyaşlarının süzülüşlerini, dualarını, yalvarmalarını ve bize seslenişlerini rahatlıkla duya bilir.
Çok yıllar önce, beli kamburlaşmış ninemin elinden tutar, Bursa’nın o eski sokaklarının içine dalardık. Ninemde bir zamanlar benim gibi genç ve dik yürüyordu. Bende şimdi yavaş yavaş eğiliyorum torunuma doğru. Ninem ile ulu camiine doğru yürüyüşe çıktığımızda ağaçların, tabiatın, kuşların, taşların, surların, evlerin seslerini işitirdim. Heyecanlanır, onların içlerinde sakladıkları cümleleri dinlerdim.
İlk önce “merhaba” derdi, gövdesi oyuk ulu çınar ağacı. “Bu bağrım nice kimsesizlere mekan olmuştur” diye heybetli bir sesle seslenirdi. Biraz daha yürüyünce karşımıza Pınarbaşı parkı gelirdi. Yüz yıllardır içinde nice çocuk seslerini gizlemişti. Onları duymanın keyfi bambaşkaydı. Her asırda çocuk kahkahası hep aynıydı. Mavi pullu naylon bebeklerin şarkıları takılırdı yüreğime. Biraz daha ilerleyince Mevlevîlerin zikir halkasında duvara yapışan seslerini duyururlardı asırlar sonra kulaklarıma. Hazreti Üftade’nin, sureleri kıraat edişi öğlen namazında bize eşlik ederdi. “Nasılsın” derdi Okçubaba bana. “Nasılsın?” Kestane ağacı Okçubaba’nın sessini yapraklarında gizlerdi. Aydede’nin nuru konardı, Osmangazi ve Orhangazi türbelerinin üzerlerine. Somuncu babanın ekmeklerinin kokusu yayılırdı gece namazına kalkan halkın gönüllerine. Üftade Medresesinde Aziz Mahmut Hüdayi “aminleri” ilişirdi kulaklarıma. Hele Molla Fenari’nin camisinde kılınan namazın, “bırakma beni” diye içimin derinliklerine işleyen gür sesi.. delip geçerdi gönlümün iklimlerini. Bir de Tahtakale’den bayır aşağı inerken, yol yapımı sırasında kepçeye takılan şehit bedeninin “Allah” deyişi, eskici Mehmet Dede’nin hıçkırığı olurdu. Israrla yol yapım çalışmalarını devam ettirmek isteyenlere “ben Timurtaş Paşayım” diye kararlı duruşunu muhabbetle anlatırdı bana Timurtaş Paşanın türbe taşları, Fatihaların sonunda.
Elini sıkı sıkı tuttuğum ninemin ihtiyar hali ile yorulmadan yürüdüğü sokakların menzili Ulu camii idi. Ayrı bir mekandır Bursa için. Şehre huzurun dağıldığı, dervişlerin “Hayy” merkezidir. Bütün Bursa alimlerinin buluşma noktasıdır.. Çaresiz insanların sığınağı, nice duaların içinde sır gibi saklandığı, milyonlarca niyazların kubbesinin altında biriktiği bir ibadethanedir …
Bir çok Osmanlı şehirlerinde merkez ulu camii anlayışı vardır. Müslüman beldelerinin bir nevi “Kabe” yi temsil eden camileri… Hürmetle, ihtişamla yapılan ulu camiler. İşte bu camilerin en ünlüsüdür Bursa’mızın Ulu camisi.. Somuncubaba’nın üç kapıdan aynı anda çıktığı ve Bursa’nın kalbi Ulu camii.. Şimdilerde “yık- yap” anlayışı ile yüreği olmayan, seslerini duyamadığım beton yığınları arasına sıkıştırıldı. Bu günlerde bize küskün olduğunu fısıldadı kulağıma. “Kabe’den yüksek evlerin yapıldığında kıyameti bekleyiniz” buyurmaktaydı Allah Rasulü. Ulu camiinin önüne dikilen devasa binaların kaç kat olduğu umurumda değildir. “İstanbul’u minareleri ile değil, gökdelenleriyle anılmasını istiyoruz” diyen zihniyetin, minareleri bol şehrimin “minarelerini” hâl dili ile yok etmek istemesiydi bu aslında.
Gökdelenlerin arkasına atılan bir tarih ve içinde sakladığı maneviyat yüklü alimleri ile pek garip kaldı “Ulu camii” son günlerde…
Özlem Maria Zafer
( İlktohum dergisinin 3. sayısında neşredilen yazımdır.)
YORUMLAR
Ne kadar özel bir yazıydı...
Camiinin içine girdim ruhumdaki aç ve üşüyen her yanımı o ortamın sıcaklığında kutsallığında doyurdum sanki...
Sizi okumak hep ayrıcalık bunu eskiden beri biliyorum...
kutladım...
Özlem Maria Zafer
Selam ve sevgilerimle...
Özlem Maria Zafer
Yorumunuz için çok teşekkür ederim...