- 765 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Yoksa Biz Sürü müyüz ?
Yoksa Biz Sürü müyüz ?
Uğradığımız haksızlıklara, sömürüye neden boyun eğiyoruz? Dün, baldırı çıplak gezenlerin, bugün, gözümüzün önünde, birdenbire, emeğimizi çala çala, çoluk çocuk sayısız arabalar, en lüks havuzlu lüks villalar, gemiler, gemicikler edinmelerine, trilyonlarla oynamalarına neden başkaldıramıyoruz?
Olan bitenin farkındayız çoğumuz. Şikayet ediyor, küfrediyor ama birleşip bir güç oluşturamıyoruz. Neden? Yoksa biz, sürekli güdülen bir sürü müyüz?
Tüm dinlerin, insanlık tarihinin yetiştirdiği büyük düşünürlerin üzerinde birleştiği, tartışılmaz etik kurallar, ilkeler var. Yalancılık, ikiyüzlülük, hilekârlık, dedikodu, hırsızlık, cinayet, başkasının hakkını yemek, haset, kibir gibi eylemler ve özellikler, insanlık için kötüdür, zararlıdır, yasaktır. Yardımlaşma, dayanışma, büyüye saygı, küçüğe sevgi, özveri gibi değerler ise yüceltilir. Kime sorarsak soralım, bunlarla ilgili bir itirazla karşılaşmayız.
Binlece yıldır yasakların ve değerlerin yaşama yansımasına, uygulanmasına baktığımızda ne görürüz? Bunları içselleştirip yaşam biçimine dönüştürmüş insan sayısı ne kadardır? İnsanlar, sözde onayladıkları bu yasaklara uysalar, değerlerine gerçekten sahip çıksalar, bunları kılavuz edinip yaşam biçimine dönüştürseler, dünyamızdaki, ülkemizdeki yaşam şimdiki gibi olur muydu? Yoksa çok daha adil, saygın, güvenli, ve güzel mi olurdu? Yine kime sorsak bu sorunun yanıtı “EVET” olacaktır.
O zaman, neden insan denen varlık, sözde özlediği, beğendiği, onayladığı değerleri amansızca yok sayar, yasakları çiğner, hatta neden hepsinin tam tersini uygular?
Bu çelişkinin kökenini nerede aramalıyız? İnsanın doğasında var olan dürtülerde, güdülerde mi yoksa şu anda içinde bulunduğumuz toplumsal aşamada, ekonomik, sosyal, kültürel gelişmişlik düzeyinde mi aramalıyız? Bu iki ana kolu yöneten, yönlendiren dinamikler dizgesi, nasıl bir etkileşim içindedir ki onları uygulamıyoruz ama sözde sahip çıkmaktan da vazgeçemiyoruz? Dahası tam tersini yapıp yaşamı, kendimize ve gelecek kuşaklara zehir ediyoruz.
Bana kalırsa bu çelişkinin temelinde, öncelikle en ilkel dürtülerimiz, güdülerimiz yatıyor. Binlerce yıllık gelişme sürecinin eğitemediği, baş edemediğimiz dürtüler...
Hayvanlardan bizi ayıran temel özelliğimiz, üretim aracı kullanma, onları sürekli geliştirme, geliştirdikçe daha çok üretip tüketme yeteneğimiz değil mi?
Üretim araçları gelişip çeşitlendikçe artan üretim, temel gereksinimlerimizin de ötesinde, ulaşmak istediğimiz başka bir çeşitlilik sunuyor bize. Keşfettiğimiz, yarattığımız her şeyi edinme, pek çok insanda da çok daha fazlasını edinme arzusunu, açgözlülüğü yaratıyor. Keşfet-üret-tüket- daha çok tüket döngüsü...
İnsanlık, üretim araçlarının özel mülkiyetine geçişle birlikte, her şeyi gereğinden fazla elde etmenin yolunun, başka birilerini SÖMÜRMEKten geçtiğini öğrendi. Ne görürse, ne bulursa daha fazlasını elde ederek günlük rahatını sağlama, dahası, kenara istifleyip geleceğini garantileme dürtüsü... Günü kurtarıp türünün geleceğini umursamama arsızlığı...
SÖMÜRÜ ÇARKInı döndürmenin tek yolu değerleri üretenleri yönlendirebilmek, yönetebilmektir. Bu nedenle iktidar olabilmek için yığınla vaat, yalan dökülüyor önümüze. Kanıyoruz...Çünkü aynı talandan pay kapma umudumuz, isteğimiz var.
İktidarı ele geçirenler de dümeni tuttu mu bir kez, en büyük payı kapma olanağına sahip oluyor... İktidarı ele geçirmek, geçirince de elden kaçırmamak için her yola başvuruyorlar. Bakın, Arap ülkelerindeki liderlerin servetlerini duydukça dudaklarımız uçukluyor. Birgün bizimkilerinkini de duyduğumuzda aklımızın sınırları çok zorlanacak. Onun için, her hak arayışının önünü ŞİDDETLE kesmeye uğraşıyor iktidara gelenler. Yukarıdan aşağıya tüm sınıf ve katmanlar da bıçak kemiğe dayanmadıkça buna göz yumuyor. “Ben ne kadar çıkar sağlarım, pay alırım acaba?” umudu ve “Elimdeki de giderse...” korkusu, tüm kötülüklerin anası oluyor. Dökülen kanların, şiddetin, açlığın, yoksulluğun, vahşetin, tüm eşitsizliklerin, doğayı talan etmenin yolu, işte bu açgözlülük ve hırsla döşeniyor.
İnsanlar, aynı zamanda, bu kısır döngüdeki açmazın da ayrımında. Gerçek huzura, güvene, güvenceye, sevgiye, barışa giden yolun, adil, eşit bir paylaşımdan geçtiğinin ayrımında. Bu yolu açan anahtar ise o hep özlediği, tartışmasızlığını sözde onayladığı, ama ısrarla çiğnediği, yok saydığı yasaklar, ilkeler, değerler...
Öyle olmasaydı, her çağda yalnızca bir avuç insanın içselleştirip yaşam biçimine dönüştürdüğü bu kadim ilkeleri, değerleri, erekleri ve yasakları, insanlık, çoktan unutur, unuttururdu. Gerçi, bu değerleri kılavuz edinen, bunun savaşımını veren kardeşlerine, her çağda olmadık cezalar verdi, aynı hırsla vermekte devam ediyor. Ama yine de unutmuyor, vazgeçemiyor, lafa gelince sahiplenmekten geri durmuyor, yedeğinde tutmaya devam ediyor. Demek ki, gerçek kurtuluşa hangi yoldan gideceğinin farkında. Bir yandan yapacağını da yapıyor...Çünkü, günübirlik çıkarlarının çağrısına kulak tıkayamıyor. Açgözlülüğünün, hırsının önüne geçemiyor. .
Peki, ne yapmalıyız?
Sözde de olsa, farkındalığın, gözden çıkarmamanın verdiği umutla, sömürüden, savaştan, açlıktan, yoksulluktan, talandan kurtulmayı amaçlayan başkaldırıyı mı seçelim?...Yoksa, “Böyle gelmiş, böyle gider” deyip sürüler gibi güdülmeye boyun mu eğelim?...
25.02.2011
YALOVA
YORUMLAR
okumayan bir toplum şartlandırılmış kemiklerin peşine düşer ,fikri boşaltılmış beyinler yumağı
sevgiler