- 426 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kurtuluşun Felsefesi 47
47] Bu tür toplumsal oluşmaların bilinci, halkta oluşmamışsa; siz ne kadar din ve yurt sevgisini öne sürseniz sürün, halkı bu yapı ve bilincin içine sokamazsınız. Hatta din ve yurt sevgisi gibi bu oluşuma içine sokulanlar daha sonra kiminin savaştan kaçmasına, kiminin savaştan firarına da, bu türden yapay ve mücbir bir vesile neden olan, inanç vatan sevgisi gibi sebepler, engel de olamayacaktır. Öz hareket olmuşsa, inanç ve yurt sevgisi çimento işlevi görecektir, ta ki amaç gerçeklenene değin. Gerçekleşen amaçlar, toplumun bireylerine birşeyler sunuyor olmasıyla, çok çok kuvvetleşecektir.
Zaaflarımız bizi büyük yanılgılara götürerek hırs ve garazlarımızı da; aklımızın önüne sürererler. Böylece zannı davranışlara ve yanlış anlamalara girişiriz. Bunun temel nedeni de; sonra olanı önce; önce olanı da sonra olan gibi görür olmamızdır. Tıpkı çocuk sevgisini (bu soyut bilinç), anneden önce görmek gibidir.
Yani önce anne vardır sonra çocuk (somut bilinç) sevgisi vardır. Her şeyi yerli yerinde, göremeyen anlamalar, tarih felsefesi yapamadığı gibi, tarihi de doğru okuyup doğru sonuçlara varamazlar. Bugün olduğu gibi; Kurtuluş Savaşı’nın, o muazzam ruhunu, türbanı (hilafeti) kaldıran bir yapıya indirgerler! Toplumsal olmayanın toplumsalal indirgenmesi yanılgısıdır.
İstiklal Savaşı; toplumsal, sosyal, insansal nedenci bir var oluştur. Oysa hilafet nedenci bir var oluş değildir. Hilafet gibi öznellikler, toplumsal nesnelliğin yansımasını, bir maymuncuk gibi, hileci olaraktan üzerlerine almışlardır. Maymuncuk özellikle ışık kaynağı kendileri imiş gibi bir sanal yansıtma yaparlar. Kendi başına iş göremeyen varlığı dahi olmayıp, varlığı bile bulamayan, insan etkimeli insan yansımalı ilineksel tavırdırlar. Toplumsal, bilimsel ve bilimsel felsefeye ilişkin kültürleri, çoğu kişiler bilmezler.
Bilimsel felsefeye değin bilmezlikleriyle de,konjonktürsel ve güncel toplumsal olan sorunların nedenci davranımlarını yok sayarlar. Bu yüzdende sosyal kültürden olan söz gelimi örtünmeyi ele alıp, hemen, alel acele Kurtuluş Savaşı nedenlerinin önüne koyuverirler! Böylelikle de, bilmezliklerinin ve cahilliklerinin en tamahını yapmaktadırlar.
Bunun en zındıkçısı; ’Bu millet, Kurtuluş Savaşı’nı başını açmak için mi yaptı?’ deme kofluğudur. Bilmezler ki bu millet Kurtuluş Savaşını ne başını açmak için, ne başını kapamak için yapmamıştır. Savaşın iç ve dış nedenleri arasında, kafa örtmenin, yada kafa açmanın hiç birisi de yoktur. Belki liderinin bilincinde, savaş sonrasına dek koşullar içinde kılık kıyafete değin, oluşmalar vardı.
Mazi, başarı veya başarısızlıkları ile bizimdir. Ancak var oluş gereği yapı, şu sebepten, bu sebepten, değişmesi gerekiyordu. Gün, bir zamanların emperyal yapısını, yepyeni ve farklı yapıya, zorunlu olarak dönüştürmekteydi. Üretim gücü, üretim ilişkilerini ve üretimin ideolojisini, dönüşmeye zorlamıştı. Artık o görkemli eski yapı ve yapılaşma, mazide kalan güzel bir anı ve zengin bir tarihi tecrübe olarak kalacaktır. Varlığımızı geleceğe sürdürür olmanın, değişen temeli olacaktı. Bu evrensel yasadan kimse kurtulamazdı.
Osmanlı’nın benimsediği bu yenileşme ve modernleşme içinde, hilafet ve saltanat olamazdı. Çünkü günün yönetimi; bu bizatihiliğin (kendi kendisine) karşı oluşlarının, önündeki tek engeldi. Ve de normaldir de. Bu yönetim teokrasiyi içeriyordu. Bu yönetim kendini korumanın dirençleşmesi içinde idi. Yenileşmeyi başaramadığı için yeniden korkuyordu. Asıl kızılca kıyamet bu tutuculukta yatıyordu. Yenileşmeden korkar olmayı açık açık dillendirmeye cesaret gösteremeyenler, kendilerince devrim hareketlerini aşağılamanın en pratik yoluna baş vuracaklardı.
Bu yol oldukça kof bir savunma idi. Ama çoğunluğun tekçi anlama mantığı olan inanççı mantığa atfen seslendiğinden, gürültüsü büyük olacaktı. Aslında halkın genelinin okur yazar olmaması nedeni ile teveccüh dahi gösterilmemesi gereken bir yoldu. Kıt düşünme ile kavranamaz denli bir olgu olan bu yol; ’alfabe değişimi ile travma oldu’ deyişidir. Her vakit bu tavrı söze getirip, dillerine pelesenk yapmanın bağnazlığını göstermektedirler!
’Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir’ (yaşamdaki en gerçekçi yol gösterici olan, bilimdir) diyen ve çağdaş modernleşmenin (yanlış adlanma ile batılılaşmanın) azimli kapılarını açıp, yapının temelini atan Gazi Mustafa Kemal’dir.
Bu emek verişine karşın, emeği hiç de hak etmediği bir düşmanlığa muhatap edilmektedir. Kendisine karşı olanların düşmanlıkları, daima, hınççı ve garezci, cahil ve bağnazca bir tutum olmuştur. Bu türden karşı oluşlarının kolaylık kazanmasındaki temel, halkın yüzyılların uyuşmuşluğunda bırakılmasından kaynaklanan halk bilmezliğinin üzerine oynanan istismardır. Halkın dezenforme oluşlarından, yararlanılacak karanlıkçı bir yarasa davranışıdır.
Osmanlıların çağdaşı Rusya, modernleşmeye (batılılaşmaya) 17. yüzyılda başlamış olup; önce kilisenin (din) tekelini kırmıştır. Böylece devlet, dini halkın egemenliği altına almış, toplumsal otoritenin içinde dini otoriteyi bertaraf etmiştir. Dinin (kilisenin) devlet işlerine olur olmaz karışmalarını önlemiştir. Belli bir temeli tutturduktan sonra, Rusya, kendine özgü yapılaşmalara girişerek, gelişme sürecini devam ettirmiştir.
Yine bir başka çağdaş ülke olan Japonya ise; 17. yüzyıldan, 18 yüzyılın ikinci yarısına değin, önlemci bir tutumla kapılarını tüm Avrupalılara kapadı! Hatta bir düşünme dirilimi ile 1867 yılından itibaren ’dine hayır, akıla, bilime ve teknolojiye evet diyen’ bir kampanyayı başlattılar.
Böylece akılcı ve laik bir tutumu ele aldılar. Şüphesiz mevcut dünya konjonktüründen, Avrupa ve Amerika’dan da, etkileniş, söz konusu idi. Artık dinler kendi alanına ve kendi yerine çekiliyordu. Toplumsal yönetim, akılcı ideolojilerle vektörsel kılınıyordu (yöneyleşiyordu). Deneysel metot ve pozitif bilim, Avrupalılar sayesinde Japonya’ya da, yerleşiyordu. Japonya, Osmanlı ile arasındaki gelişimsel farkı, alabildiğine açıyordu.
Sürecek
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.