- 6081 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Mazmunlara Doğru Bir Yolculuk
Mazmunlara Doğru Bir Yolculuk
DİVAN EDEBİYATI ve GÜLCE EDEBİYAT
Mustafa CEYLAN
*********************
1-DİVAN kelimesi,
-Kayıtlar defteri,
-Danışma meclisi,
-Sultanın veya büyüklerin oturduğu sedir,
-Yüksek mahkeme,
-Büyükler huzurunda saygılı duruş,
-Mânevi yüksek huzur,
-Bir şaire ait şiirler, bir dile ait sözler topluluğu anlamlarında kullanılmaktadır.
Kitap çeşidi olarak bir konu üzerinde belirli -kurallı dizilişle oluşturulmuş kitaplara divan denilmektedir. Örnek: Divan’ı Lügat’it Türk.
Veya
Bakî Divanı, Nedim Divanı gibi.
Tam bir Divan ise
-Kasideler(Tevhit-münacaat-naat).
-Manzum tarih düşülmesi
-Kafiyeleri Arap Alfabesi harf sırasına göre düzenlenmiş Gazeller,
-Rübailer, Murabbalar,Terkip ve Terci-i Bentler vs’den meydana gelmelidir.
Ancak, bütün bu çeşitlerin her divanda bulunması şart değildir.
GÜLCE kelimesi,
-Güle benzeyen, gül gibi
-Küçük gül
-Gül, saflığın, güzelliğin, aşkın, barışın, sevginin, özlemin, Anadolu’nun, Peygamber’imizin simgesidir.
-Gül, çeşitli renkleriyle, ince ve narin yapraklarıyla, dikenli dalıyla sadece bir bitki olarak değil, asırlarca Türk Edebiyatı’nın ve şairlerinin ruh ve yürek dili olmuştur.
-Kavgalar, küslükler, ayrılıklar bir demet gül ile barışa, huzura, esenliğe, birliğe dönüşür.
-Bir şark çiçeği olan gül’ü atalarımız göçlerle gittikleri her yere, Balkanlar’a ve avrupa’ya taşımışlardır.
-Bir kitabın GÜLCE kitabı olabilmesi için, kitabın kapağında veya iç kapak arkasında mutlaka (Gülce Edebiyat Akımı)adı yer almalıdır.
-Gülce, edebiyat tarihimizin başarılarla dolu mâzisinden hız ve ilham aldığı için, hece, aruz ve serbeste karşı olmadığı gibi, bunlardan yeni tarz ve şiir teknikleri de önermektedir. Bu şekilsel önermeler asla amaç değildir, Gülce’ nin asıl amacı, has şiiri, kalıcı şiiri yakalamak, şiiri önerdiği araçları da kullanarak yükseltmek amacındadır.
2-DİVAN EDEBİYATININ KAYNAKLARI
-Divan Edebiyatı, İran Edebiyatı ve Arap Edebiyatı’nın havası içinde teşekkül etmiş, zamanla da millî bir Türk Edebiyatı olmuştur.
-Kur’an ve Hadis’in, Kısas-ı Enbiya ve Evliya menkıbeleri’nin, Tasavvuf’un ve Şehname motifleri ile eski İran mitolojisinin Divan edebiyatına fikir, mecaz ve mazmun kaynaklığı ettiği bir gerçektir.
-Arap şiirinde fikir yeniliği değil, sözün bolluğu, sözün güzelliği ve sözün mecaz kudreti önemlidir. Usta şairler dahi, sıkça kullanılmış fikir ve mazmunları kullanmaktan çekinmezler, yeni buluşlara heveslenmez; şairin gücü söyleyişte belli olur.
-Arap şiirinin temeli BEYİT’ tir. Bir kişinin şair olup olmadığı da, tek beyit içinde kuvvetli bir fikri, mecazı veya nükteyi kullanıp kullanamadığından anlaşılırdı. Arap şairleri İslâmiyet öncesinde sosyal hayat içinde önemli rağbet görmekteydiler. Kabileler arası şiir savaşları yapıldığı gibi, Mekke’de yapılan şiir yarışmalarında dereceye giren şiirler Kâbe duvarına asılırdı.İslâmiyet öncesi cahiliye devrinin şairlerinin kadına, küfüre ve şarap’a meyilleri sebebiyle, Peygamberimizle beraber, Kur’an’la beraber yeni bir fikir,ilim ve şiir anlayışı dönemi açılmıştır.
-İran Edebiyatı’nın Pehlevî ve Orta İranca adını alan dili ve efsâne kültürüne dayalı edebiyatı vardır.İslâmiyet’in İran’da kabulü ve yayılmasından sonra, Arapça, Arap edebiyatı İran’da silinmez izlerle hakimiyetini kurmuştur.Aruz vezni Farsça’ya uydurulmuş, bir çok Arapça kelime, bir daha çıkmamacasına İran diline girmiştir.10 ve 15. Yüzyıllarda altın çağını yaşayan İran edebiyatı ve şairleri İslamlığın en büyük şairleri olarak dünyada ün salmışlar, böylece, bizim Türk Divan Şairlerimizi de etkilemişlerdir. İran Edebiyatı parlak döneminde Gazel, Kaside ve Mesnevi tarz şiirlerde eşsiz örnekler vermiştir.
-Özellikle Mesnevi türü ile uzun manzum hikayelerin a)Destanî(epik), b)Aşk c)Öğretici(Didaktik)Mesnevilerle kaleme aldındığı ve böylece İran tarih ve geleneğinin en nemli destanı olan Şehname ile İran Milliyetçiliği de yapılmıştır.
GÜLCE EDEBİYATIN KAYNAKLARI
-Gülce Edebiyat, Orta Asya’da sözlü edebiyat döneminden bugüne gelen temeli arı, duru Türk Dili, Türk halkı ve Türk Kültürü olan Millî bir edebiyattır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan önce yapılan bir sayıma göre, yeryüzünde 2796 DİL konuşulmaktadır. Dil bilginleri, diller arasında gramer yapısı ve sözlük bakımlarından bir takım benzerlikler tespit ederek dünya dillerini “AİLE” adını verdiğimiz bir takım gruplara ayırmışlardır. Bunlar:
a-HİNT-AVRUPA DİLLERİ,
b-SLAV DİLLERİ,
c-ÇİN-TİBET DİLLERİ,
d- KAFKAS DİLLERİ,
e-URAL-ALTAY DİLLERİ gibi.
TÜRKÇE, Ural - Altay Dilleri arasında yer alan büyük bir dildir. Asya ve Avrupa’da çok geniş bir alana yayılmış olan Türkçemiz, Türkmence, Tatarca, Başkurtça gibi bir takım kollara ayrılmıştır.Bu kollara dil bilimciler "LEHÇE" veya "DİYALEKT" adını vermektedirler.BU KADAR BÜYÜK BİR DİL OLMASINA RAĞMEN, TÜRK LEHÇELERİ ARASINDA ANLAŞMAYI ENGELLEYECEK KADAR DERİN FARKLILIKLAR YOKTUR.
“Dünya dilleri arasında Türk dili kadar geniş bir alana yayılmış başka bir dil yoktur.”(w.Radolf)
“Fransızca, İtalyanca, İngilizce DİL DEĞİLDİR. Sadece bir lehçedir. Hint –Avrupa Dillerinin birer lehçesidirler.”
AVRUPALI DİL BİLGİNLERİ, TÜRKÇE BİLEN BİRİSİNİN AVRUPANIN ORTASINDAN ÇİN’E KADAR RAHATLIKLA KONUŞUP ANLAŞARAK SEYAHAT EDEBİLECEĞİNİ VURGULAMIŞLARDIR.
TÜRK DİLİNİN EN ESKİ YAZILI METNİ OLAN ORHUN ABİDELERİNİN 1260 YILLIK MAZİSİ OLDUĞU BİLİNMEKTEDİR.
DÜNYA DİLLERİ ARASINDA BU KADAR ESKİ ANITLARA SAHİP OLAN DİL AZDIR. Örnek olarak RUS DİLİNİN EN ESKİ ESERİ, 12.YÜZYILDAN KALMA BİR DESTANDIR. MACARLARIN EN ESKİ ESERİ 13.YÜZYILDA YAZILMIŞTIR.
Baş, göz, ağız, kulak, ayak, kol, burun, diş, karın,et, süt, ağaç, ot, gün, ak, kara, gök, sarı, at, sığır, inek, koyun, kuzu, kuş,kan, dağ,taş,toprak,su, göl,deniz, tuz, üç, beş, sekiz, dokuz, altmış, yetmiş gibi sözler bütün Türk lehçelerinde aynıdır. Sadece söylenişinde lehçelerde çok az fark vardır. ÖRNEK, biz GÖZ derken, köz, küz diyen lehçelerimiz de vardır.
DİLİMİZ TÜRKÇE’ DE 8 SESLİ HARF VARDIR
A-E-I-İ-O-Ö-U-Ü
TÜRKÇE’MİZİN HECE YAPISINDA ÜNLÜLER ÖZEL BİR YER TUTAR. DİLİMİZDE BİR TEK ÜNLÜDEN OLUŞAN HECELER ÇOKTUR. ANCAK, ÇOKLUKLA BİR, İKİ VEYA ÜÇ ÜNSÜZ BİR ÜNLÜ İLE BİRLEŞEREK BİR HECE KURARLAR
O, SU, AŞ, YOL, ALT, YURT
BU ÖRNEKLERE GÖRE, TÜRKÇE’ DE HECENİN TEMELİNİ OLUŞTURAN ÜNLÜDEN ÖNCE BİR, SONRA DA EN ÇOK İKİ ÜNSÜZ BULUNUR. DİLİMİZDE BİR VEYA İKİ ÜNSÜZ BİR ÜNLÜYLE BİRLEŞEREK BİR Hece KURARLAR. ÜÇ ÜNSÜZLE BİR ÜNLÜNÜN BİRLEŞMESİNDEN OLUŞAN HECE SAYISI AZDIR. Dört, kurt, sırt, yurt gibi…
Yabancı dillerden aldığımız bazı sözcükleri, harfler arasına sesli harfler koyarak TÜRKÇELEŞTİRMİŞİZ. İTALYANCA’dan gelen İSKELE (Scala) veya Fransızca’dan alınan İSTASYON(Station) bunlara örnektir.
DİL BİLİMCİLER, DİLLER ARASINDA ÜNLÜLER VE ÜNSÜZLER BAKIMINDAN BİR TAKIM MUKAYESELER YAPMIŞLAR, BUNUN SONUCUNDA İtalyanca, Macarca, Fince ve Türkçe’ de, ALFABELERİNDE ÜNLÜ HARFLERİN çok olduğunu ortaya koymuşlardır.
Dilimizin bir ZENGİNLİĞİ de TÜRKÇE KÖKLERDEN TÜRKÇE EKLERLE BİR ÇOK YENİ TÜREV YAPMAK KOLAYLIĞI VARDIR.
Örnek: Ev’ den EVCİ, EVCİL,EVCİLLEŞMEK,EVCİLLEŞTİRMEK, EVCİMEN, EVERMEK, EVLENMEK, EVLENDİRMEK, EVLİ, EVLİLİK…
Göz’ den GÖZCÜ, GÖZCÜLÜK, GÖZDE, GÖZE, GÖZETİM, GÖZETLEMEK, GÖZETMEK, GÖZLEM, GÖZLEMCİ, GÖZLEME, GÖZLEMEK, GÖZLEMLEMEK, GÖZLÜK, GÖZLÜKÇÜ, GÖZLÜKÇÜLÜK, GÖZLÜKLÜ, GÖZLÜKSÜZ, GÖZÜKMEK,
NAZIM: BİR ŞİİRİ MEYDANA GETİREN MISRALARIN KENDİ ARALARINDA TOPLANIŞ VE KAFİYELENİŞ DÜZENİNE NAZIM ŞEKLİ denir.
2 türlü nazım şekli vardır:
1-KURALLI NAZIM ŞEKİLLERİ
2-KURALSIZ NAZIM ŞEKİLLERİ
TEK BİR AHENK DİZİSİ OLAN NAZIM BİRİMİNE ’MISRA’ DENİR.
İKİ MISRAIN BİRBİRİYLE İLGİLİ OLARAK TEŞKİL ETTİĞİ BÜTÜNE ’BEYİT ’ DENİR.
DÖRT MISRALIK BENTLERE DÖRTLÜK(Kıta) ,
ÜÇ, BEŞ, ALTI VE DAHA ÇOK MISRALIK BENTLER DE VARDIR.
İşte GÜLCE, KURALLI NAZIM ŞEKİLLERİ’ ni savunan bir edebiyat akımıdır ve şiir yapı taşı olarak mısradan başlayarak, beyit, üçlük, dörtlük, beşlik, altılık.... vb bunların kombinasyonları dahil, en son onluk bentlere kadar her yapıyı özgürce kullanmaktadır. Dolayısıyla, GÜLCE bu şekliyle, Divan edebiyatı yanında Halk Edebiyatı’ nı, hattâ Dünya Edebiyatı’nı dahi gündeminden uzak tutmamaktadır. Zira, şekli ve şiirin mimari -fiziki yapısı, yapı taşını bir araç olarak gören GÜLCE, amacını has şiir olarak ilân etmiştir.
GÜLCE, İran Edebiyatının baş yıldızı olan Firdevsi’nin anlayış ve tarih yorumuna karşıdır. Türk ve Türkçe ile mensubu olduğu Türk Milleti’nin, hiç bir şair ve edebiyat tarihçisi tarafından asla suçlu-mağlup ve aşağılayıcı şekilde gösterilemeyeceğini kendisine değişmez ve şaşmaz ilke olarak kabul eden GÜLCE, yalan söyleyen tarihi doğruya ve gerçeğe getirmekte, asıl yerine oturtmaktadır. Halkın konuştuğu ve yaşayan Türkçe’ nin Arap, İran, Avrupa, Amerika vb ülkeler dillerinin işgali altına girmemesi için, dili yoğuran şairlere önemli ve büyük görevler düştüğünü söyleyen GÜLCE, Türkçe dışındaki dillere saygılıdır ve Türkçe’ye de saygı gösterilmesini istemektedir. Dilimizi kaybettiğimizde millî kimliğimizi de kaybederiz diyen GÜLCE, kendisini Türkçe’nin hizmetinde gören bir edebiyat akımıdır.
-Kur’an, Hadis, Peygamberler tarihi, menkıbeler, efsâneler yanında Dede Korkut Hikâyeleri, Nasrettin Hoca, Karagöz-Hacivat, Öncü ve Kahraman Türk kadınları, Atatürk’ümüzün Nutku, Peygamber’imizin Veda Haccı, Tarihe Yön Veren Türkler, Erenler, Anadolu evliyâları, ozanlarımız, iz bırakan şairlerimizden de hız ve ilham alan GÜLCE; önerdiği yeni şiir türleri ile bütün bu temel -kültürel alanlarda yeni eserler vücuda getirerek, gelecek nesillere önemli eserler bırakmış ve bırakmaya devam etmektedir. Bu çalışma ve çabaları her yıl, ortaya attığı "Proje"lerle, geniş araştırma, inceleme ve gayretler sonunda ortaya koymaktadır. Saptırılan ve İran keserince Farsî eğrilik yapılan Şehnameye karşılık GÜLCE, Ergenekon, Şu, Yaradılış, Oğuz Kağan, Göç gibi temel Türk destanlarını Gülce’ nin 18 değişik türü ile arı-duru Türkçe ile yeniden yeni yaparak; yanına da Çanakkale, Yemen, Sarıkamış, Sakarya gibi destanları da katarak tarihimize ve kültürümüze kalıcı eserler bırakmaktadır.
Uzun soluklu şiirlerinde GÜLCE, çoğu kere, temeli olan Aruz, hece, serbest’in yanında kendi önerdiği ve yeni nefes alanları dediği 18 şiir türünü bir araya getiren BAHÇE türüyle, hece-serbest birlikteliğini oluşturan BULUŞMA veya aruz-hece birlikteliği olan GÜLİSTAN ile kendini göstermektedir.
Sözün güzelliğine evet, ama, aşırı süslenerek, fazlaya kaçan imgelerle mısraların dokunuşuna da hayır diyen Gülce, lirik olmayı ve didaktik olmayı kendine şiar edinmiştir. Mecaz kudretini başlıbaşına bir şiir tekniği içinde ele almış ve Yediveren, Dönence gibi cinas ağırlıklı şiir yapılanmalarını ortaya atmıştır.
Aruzu, bir Türk Aruzu yapabilme çalışmalarında İbrahim Alâattin Gövsa-Yahya Kemal Beyatlı çizgisinden hareket ederek, bütün kural, kusur, bahirler ve öteki kuramlarını kabul ederek, aruza Türkçenin dil gömleğini giydirerek daha bir anlaşılır ve sevilir, gençler tarafından korkulunmaz duruma getirmiştir.
Kafiye ve redif konusuna ayrı önem atfeden Gülce, kafiyenin tarihsel serüveninden istifade ederek, kafiyenin yönlendirici ve sınırlayıcı etkisini ÇAPRAZLAMA önerisiyle azaltmaya çalışmıştır. Kafiyenin mısra sonlarında kullanılmasına karşı olmayan Gülce, mısra başında, mısra ortasında, çaprazlamasına da kullanılmasını ve bunun da denenerek yeni ve tadı daha bir başka güzel şiirler kaleme alınabileceğini ortaya koymuştur. Batı ve uzak doğu edebiyatı dahil, bütün Dünya Edebiyatı ve o ülkeler edebiyatlarının şiir şekil ve yapılanmalarını da gündemine koyan Gülce, şiir iklimimizin zenginleşmesini sağlamış, şair ufuklarına derinlikler kazandırmış bir edebiyat akımıdır.
DİVAN ŞİİRİNDE MECAZ ve MAZMUN
Divan Edebiyatı Süslülük’e oldukça önem veren, anlam ve söz sanatlarını fazlaca kullanan bir edebiyattır.
Gülce Edebiyat’ ta anlam ve söz sanatları oldukça önemlidir, ama, anlamın sanata veya sanatın anlama feda edilmesini Gülce düşünmez ve istemez. Bu sebeple, sadeye yakın, yeterli miktarda sanat; fakat muhakkak ki ve kesinlikle anlamlılık. Gülce, anlamsız şiire karşıdır. Anlamda, derinliği olan, okuyucuyu fazlada yormayan bir kurgu ister.
Divan Edebiyatı şairleri (servi boy, ay çehre, ok kirpik, ince bel) gibi güzellik ölçütlerini zevk düsturu edinmiştir. Divan şairleri, şiirlerinde pek az ayrıntı ile bir tek güzel tipini övmüşlerdir. Bu, tâ eski iran şairlerinden beri, bütün hatları çizilmiş, bütün boyaları vurulmuş, dekoru, arka planı, gölgeleri inceden inceye tespit edilmiş klâsik bir tabloya benzemektedir. Şairlerimiz 600 yıl bu mücerret, minyatürümsü, bu “muamma güzel”i öne sürerek esasta kendi sevgililerini, aşk ve hasret duygularını anlatmışlardır. Yaşanılan hayatta hiç rastlanılmayan bu “hayâl güzelin” özellikleri şöyledir :
-Boyu servi gibi uzun
-Çehresi ay gibi parlak
-Gözleri nergisleyin baygın,
-Kaşı yay,
-Kirpiği ok,
-Saçı uzun, siyah ve dağınık,
-Ağzı nokta kadar küçük,
-Yanakları gül pembesi,
-Beli kıldan ince,
-Teni gümüş gibi parlaktır.
Bu hayâl güzel, bir model olarak her şair tarafından evilir. Şairin sevgilisi, bu örnek’e uysun veya uymasın, isterse bambaşka olsun, Divan Edebiyatı Şairi yine de bu “model –hayâl güzeli” övmek ve sevgisini ona ait mazmunlarla göstermek zorundadır. Başka türlü bir güzel anlatmak şairlikten vaz geçmek anlamına gelir. O çağların estetik anlayışı böyleydi.
Divan şairi, “Servi boy” deyince upuzun bir servi ağacı değil de, sevgilinin düzgün vücudu, nazlı yürüyüşü, körpe hali; hasılı bütün bunları hep birlikte anlatmak isterdi. Divan Şiirinde belli bir takım anlam ve kelimeleri çağrıştıran bu sisteme “MAZMUN” adı verilirdi.
Gülce Edebiyat Akımı’ nın da hiç şüphesiz “MAZMUN” adını vereceğimiz, bir mısraın içine hünerle yerleştirilen özel mânâ, okuyanda çağrışımlar yaptıran “tip-model haline getirilmiş hayâl güzel”i yoktur. Güzellik, şaire göre değişen bir özelliktir. Divan Şiirinde Mazmun(açık veya kapalı olarak)teşbih, istiare, imâ, telmih, leffü neşir, tecahülü ârifâne, hüsn-ü tâlil vb. sanatlardan biri vasıtasıyla yapılırdı. Ayrıca, Divan Edebiyatı’nın genellikle erkek egemen bir edebiyat olduğu göz önüne alınacak olursa, bütün şairlerin odak noktasındaki “Divan Güzeli” ni anlayabilmekteyiz. Şimdi ise, Gülce Edebiyat Akımı, böyle bir ayırdıma karşı olduğu gibi, erkek egemen bir edebî topluluk değil, şairlerinin yarısının bayan olduğu gerçeğini de düşünerek; günümüzde aşkı algılamak ve yorumlamak ile Divan edebiyatı döneminde algılamak ve yorumlamak arasında müthiş farklılıklar bulunmakta olduğunun bilincindedir.
Divan Şiirinde;
Saç(Zülüf)denince; görünüşü bakımından: sünbül, perişanlık, yılan, büklüm. Rengi ile: kâfir, gece, siyah, kara, gölge. Kokusu dolayısıyla: misk, amber, duman... hatırlanırdı.(İstisna olarak mesela Nedim şiirlerinde Sarı Saç veya Sırma saç’ı da kullanmıştır.)
Göz(çeşm)denince; görünüşüyle: nerkis, badem, âhu; rengiyle:Kâfir, siyah; özellikleriyle:sarhoş, nazlı, mahmur, hasta; eylemleriyle:büyücü, katil ... hatırlanırdı.(İstisna olarak bazı şairler mavi göz de demişlerdir.)
Yanak,yüz(ruh, ârız)denince; Sabah, güneş, nur, ayna, ateş, yasemin, lâle, erguvan, mushaf, peri... hatırlanırdı.
Ağız ve dudak (dehen ve leb)denince; Küçüklük yönünden:mim, gonca,zerre, nokta, yokluk,sır; Rengi bakımından:l’âl, kiraz, şarap, yâkut, lâle; Tadı ve zevki dolayısıyla: âb-ı hayat, Kevser, şeker... hatırlanırdı.
Boy(ka’d)denince; Servi, çınar, ar’ar(ardıç, dağ servi’si)Nihal(dal ve fidan)şimşâd(şimşir ağacı)elif, âfet, kıyamet, fıskıye...hatırlanırdı.
Sevgili(Yâr, nigâr, canan)denince; Peri, melek, hûri, şah, padişah, put, gül, nûr, Hızır, İsa, tabip, ömür, zalim, cefacı, vefasız, başkalarını seven... hatırlanırdı.
Âşık denince; Viran, harap, perişan, biçare, düşkün, gamlı, ağlayan, sabırlı... hatırlanırdı.
Bunlardan Başka;
Gamze(yan bakış):kılıç, ok, fettan, yol vurucu.
Hat(Sevgili yanağında ince tüyler):âyet, çimen, menekşe.
Bel(miyan):kıl.
Diş:inci
Gerdan:kâfur... Çağrışımları yaptırırdı.
Divan Edebiyatının timsal ve efsânelerine biraz daha yakından bakacak olur isek; karşımıza başlı başına bir “mazmun hazinesi” çıkmaktadır. Gülce Edebiyat Akımı’nın kabulleri arasında yer alan Divan Edebiyatı mazmunları şunlardır. Şairlerimiz, tıpkı Divan şairlerinin yaptığı gibi: Güzellikte, yiğitlikte, cömertlikte, iyi huyda, aşkta, feragatte ve benzeri konularda “mesel” haline gelmiş bu kahramanlar ve konulardan istifade ederek, mısra işçiliklerinde bu varlıklar, olaylar, kahramanların bizatihi kendileri veya sıfatlarına ait “sezdirmeler yapmışlar ve yapmaya da devam etmektedirler. Gülce Edebiyat’a bu bakımdan, “Türk çağdaş tasavvuf edebiyatı” diyenler olduğu gibi, “yeni divancılar” diyenler de olmuştur. Ancak, Gülceciler bu mazmun hazinesine, yeni mazmunlar ekleyerek, hazineyi daha da zenginleştirmişlerdir.
Sözü fazla uzatmadan, Divan Edebiyatı mazmun hazinesinden Gülce’ nin benimsedikleri ile Gülce Şairlerinin eklediği mazmunları teker teker sunmaya gayret edelim.
Hz. MUHAMMED(s.a.v):
Divan Edebiyatında Peygamber’imiz,” Nur-u Muhammedî ve birçok mucizelerin sahibi” olarak ele alınmıştır. Peygamber’imiz, Yüce Yaradan’ın güzel sevgilisi(Mahbûbullah)dir. O doğduğu gece olağanüstülükler meydana gelmiştir. Tak-i Kisra yıkılmış, Mecusilerin ateşi sönmüştür. Vücudunda Peygamberlik mührü vardır. Yetimler yetimidir. Gölgesi hiçbir zaman yere düşmemiş, güneşli havada gezdiği zaman başının üstünde beyaz bir bulut dolaşmıştır. Hicret esnasında mağara ve mağara kapısı önündeki örümcek ve yuva yapıp yumurtlayan bir çift güvercin... İşte Divan Edebiyatı şiirinin Peygamber’imize baktığı noktalar. Ayrıca, Bedir savaşında Yüce Yaradan’a yalvarması üzerine Cebrail’in bir avuç toprak atarak düşmanları perişan etmesi, bir işareti ile ay’ı ortadan ikiye bölmesi, yeni diktiği hurma fidanının hemen meyve vermesi, Kâbe’yi yıkmaya gelenlere “Ebabil Kuşları” nın gökten taş yağdırması gibi mucizeleri de Divan Şiirinin önemli konuları arasındaydı.
Gülce Edebiyat Peygamber’imiz konusunda bütün bunları kabul ettiği gibi, üstad Necip Fazıl Kısakürek’in başta “Çöle İnen Nur” eseri olmak üzere, çoğu eserlerinde Peygamber’imizi anlatımları ve ifadelerini bir büyük tutku olarak ele almaktadır.
Gülce’nin gülü ile de Peygamber’imizi, Atatürk’ü, Dede Korkut’u ve Yunus Emre’yi görmekteyiz.
ATATÜRK(Gülce Edebiyat Şairlerince eklenmiştir.)
Gülce Edebiyat’da Atatürk, ayyıldızlı bayrak ve vatan ile birlikte ele alınır. Türk vatanının düşman çizmesinden kurtuluşunu sağlayan, en büyük askerî deha olarak Atatürk, önder, lider ve komutandır. Atatürk’ü çağdaş ve akılcı fikirler ve düşünüşlerin, aydınlığın; dünün, bugünün ve geleceğin bir simgesi olarak algılamaktayız. İdeal, örnek şahsiyet, aynı zamanda iyi bir insan. Tarihe yön veren üstün akıl ve yürek…Mazlum milletlere örnek…
DEDE KORKUT (Gülce Edebiyat Şairlerince eklenmiştir.)
Korkut Ata… Derleyen, toparlayan, birlik tesis eden, öğüt veren, sarıp sarmalayan, kara ve zor günlerde yol gösteren, dili yoğuran, genç neslin Kâmil insanı, doyumsuz sözü ve sohbeti bulunan, aydınlık yüzlü, akça sakallı, başında kalpağı, yay gibi kaşları, yüz ifadesi olarak Atatürk güzelliğinde, bilge, halk kültürü, folklor, halk sağlığı konularında bir profesör kadar bilgili, dudaklarında sihirli ve muhteşem bir tebessüm bulunan bir ulu zat.
YUNUS EMRE(Gülce Edebiyat Şairlerince eklenmiştir.):
Anadolu kokulu bir yayla çiçeği, sarı çiğdem, sırtında alıç heybesi, gök yemişini halkına dağıtan, Yaradılanı Yaradandan ötürü seven muhteşem insan. Şiirimizin ve gönüllerimizin mimarı. Dergâha 40 yıl düz odun taşıyan aşk ve iman iklimi.Türkçe’mizin ses bayraklarından birisi.
ADEM :
Divan Edebiyatına gore, insanoğlunun babası. Yüce Yaradan, gökleri ve yerleri yarattıktan sonra Cebrail’e buyurmuş. O’ da, yeryüzündeki her cins toprak karışığından toplayıp getirmiş.Allah O’na en güzel şekli(Ahsen-i takvim) verdikten (kırk yıl)sonra meydana gelen kalıba ruh da üflemiş ve böylece ilk insanı(Adem’i)yaratmıştı. Melekler bu yaratığı önceden istemedikleri halde, Yüce Mevlâ’ nın “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” buyruğu üzerine ona secde etmişlerdi. Yalnız, Cennet’in hazinedârı olan İblis(Şeytan)ona secde etmemek yüzünden Cennet’ten kovuldu ve lânetlendi.
Adem, Cennet’te iken sol eğe kemiğinden Havva yaratıldı. Bunlara Cennet’teki “memnu meyva” (buğday yahut elma)dan yemeleri yasak edilmişti. Cennet’ten kovulan İblis, yılanın dişleri arasından gizlice oraya girerek Ademle Havva’yı bu meyveden yemeğe kandırmıştı. Bunun üzerine her ikisi de (İblis ve yılanla birlikte)Cennet’ten yeryüzüne kovuldular.
Adem, Hindistan’da Seylân (Serendip)adasına, Havva ise Cidde yakınlarına düştü. Uzun cefalardan sonra Havva ile buluştular. Yaradan’da onları bağışladı. Adem ilk Peygamber olarak 930 yıl yaşadı. Yirmi kızı, yirmi de oğlu oldu. Peygamberler O’ nun soyundan geldiler. Yeryüzüne ilk buğdayı ekmiş olan bu ilk insan ve ilk Peygamber, çiftçilerin de piri sayıldı.(Kabaklı, Ahmet; a.g.e, 265)
DÂVUD:
Kitap sahibi, İsrailoğlu Peygamberlerindendir. Dört kutsal kitaptan biri olan “Zebur” ona gönderilmiştir. Süleyman Peygamber’in babası olan Davud, serdarlarından birinin karısına gönül verdiği için onu savaşa gönderip öldürtmüş, bu yüzden başına türlü belâlar gelmiştir. Edebiyatta güzellik timsali olarak geçer. Ayrıca mizmar çalmada ve bu alet ile “mezâmir” denilen “Zebur ilâhilerini” söylemede üstad sayılır. Demiri elinde yumuşatıp zırh yapması aynı zamanda bir kuvvet sembolüdür. Davud, Dünyada bir daha eşi görülmemiş sesi ile Zebur okuduğu zaman kuşlar toplanıp dinlermiş ve dağlar yankılanırmış. (Kabaklı, Ahmet; a.g.e, 265)
KIRMIZI GÜL (Gülce Edebiyat Şairlerince eklenmiştir.):
Efsâne bu ya: Gülün rengi eskiden kırmızı değilmiş. Bülbül ise güle âşıkmış. Gül, kendisi için yanıp tutuşan bülbüle hiç yüz vermiyormuş. Bu duruma dayanamayan bulbul, gidip gülün dalına konuvermiş. Dikenler bülbülün gövdesine batınca akan kanlar gülün dibine dökülmüş ve kanlar gülün köklerinden ve dikeninden damarlarına geçmiş. Gül, o günden sonra kırmızı açmaya başlamış.
Gülce Edebiyat, her rengin bir dili olduğuna inanır. Ana renklerin arasında tali renkler, pastel renklerin de bulunduğunu; hattâ bütün renklerin eşit oranda karışımı ile beyazın elde edileceğini bilen Gülceciler, duygu ve düşüncelerini ifade etmede, ifrata kaçmayan tasvir yöntemini gayet mahirane bir şekilde kullanarak, renk bilimine önem vermişlerdir. Elle tutulup, gözle görülemeyen; maddesel olmayan duygu ve oluşumları renklerle tamamlayarak söze kuvvet ve ahenk vermişlerdir.(Örnek : Mavi sevda, Mor öfke, Siyah acı vb…)
Renklerin gökkuşağını oluştururken birlikteliği, Gülce şiirinin ruh kökünü yansıtmaktadır. Başka bir deyimle, Gülce, gökuşağı şiiridir.
EYYUB :
Bu Peygamber, edebiyata sabır ve şükür timsali olarak geçmiştir. Yüce Mevlâ, çok zengin olan Eyyub’u denemek için bütün malını ve on evlâdını almış, kendisine de (cüzzam gibi) korkunç bir hastalık vermişti. Vücudunun her yaralı uzvuna kurtlar üşüşmüştü. O, bütün acılara Allah’ın takdiridir, diye katlanıyor hattâ yere düşen kurtları alarak tekrar yarası üstüne koyuyordu. Allah O’ nun bu sabrını ve imanını mükâfatlandırdı. Sağlığını, çocuklarını ve mallarını ona geri verdi.(Kabaklı, Ahmet; a.g.e, 266)
İBRAHİM(Halil-ullah=Allah Dostu) :
Azer adlı bir put yapımcısının oğlu idi. Allah’ın verdiği uyanış ve kurtuluş sayesinde O’ nun BİR’liğini tanıdı. Allah kendisine putları kırmak görevini verince, bu işe babasının putlarını kırmakla başladı. Büyüdüğünde halkı putçuluktan döndürmek için tapınaktaki mâbutları baltaladı. Bunun üzerine Babil hükümdarı Nemrut, O’ nun diri diri yakılmasını emretti. Bir ormanın ağaçlarını keserek dağlar oylumunca odun yığdılar ve tutuşturdular. O’nu bir mancınıkla büyük ateşin ortasına attılar. Fakat, Cebrail kanatlarını gererek onu havada tutu. Bir sure sonra İbrahim’i ateşin ortasına bıraktı ama, indiği yer çimenlik, güllük oldu.
İbrahim, hem Arapların hem de israiloğullarının ceddi sayılmaktadır. Mekke’de Kâbe’yi yapmak görevi ona verilmişti. Allah O’nun imanını sınamak için oğlu İsmail’i kurban etmesini buyurmuştu. Fakat oğlunu boğazlamak üzre iken gökten ilk kurbanlık koyun inmişti.
İSA
Doğumu bir mucizedir, çünkü Cebrail’in üflediği nefes ile, bakire Meryem Hatun’dan dünyaya gelmiştir. Kendisi kutsal bir ruh olduğu için istediği şeye canlılık verir. Ölüleri diriltir, sırf kemikleri kalmış veya çamurdan yapılmış kuşlara can verir, körlerin gözünü açar, her hastalığı iyileştirirdi.
İnsanları yıllarca Hak Dinine çağırdığı halde, Yahudiler O’nu öldürmeye kalktılar. Bir direğe bağlayıp çarmıha germek istediler. Fakat gökten inen melekler İsa’yı kurtarıp dördüncü kat göğe ağdırdılar.
İsa Peygamber, kıyamet günlerine yakın, iki meleğin omzunda, Şam’daki Cami-I Ümeyye’nin beyaz minaresine inecek… Deccâl’i mahvedecek,Tûr-I Sinâ’ya çıkacak… Yecüc Mecuc tayfasını öldürtecek… Dünyaya ilâhî adalet ve güvenliği getirecek… Mehdi ile birbirlerine imamlık teklif edecekler. Mehdi O’na imam olacak… İsa Müslümanlığın temsilcisi olarak yedi yıl saltanat sürecek, İsa’ya ait bu sıfat ve olaylar, orta devre edebiyatlarının her üçünde bol bol bulunmaktadır. (Kabaklı, Ahmet; a.g.e, 265)
LÛT :
İbrahim Peygamber’in kardeşidir. Kenan İlinde (Filistin) çok günaha giren: isyan, fuhuş ve yalana düşen Sodom ve Gomore şehirleri halklarını doğru yola çağırdı. O’nan inanmayan bu halk ilâhî cezaya müstahak görüldü. Melekler Lut’a haber verdiler. O, ardına bakmadan uzaklaştı. Cebrail, kanadını yere sokarak beş şehri yerinden havaya kaldırıp tersini yüzüne getirerek hepsini helâk etti. Sodom ve Gomore’nin yerinde Lût Gölü peydah oldu. Lût’un karısı da, inanmayanlardan olduğu için, kocasının tembihine rağmen dönüp ardına bakmış ve gökten düşen bir taşın altında ezilmişti.
MUSA :
Ibrahim Peygamber’in oğlu ve kendisine TEVRAT gönderilen peygamberdir. O’ da mucizeler, efsâneler ile edebiyata geçmiştir. İlgili MAZMUNLAR ŞUNLARDIR :
O doğduğu sıra Firavun, İsrailoğullarından olan erkek çocuklarının öldürülmesini emretmişti. Annesi, O’ nu kurtarmak için bir sandık içinde Nil’e bırakmış Firavun’un karısı (kızı veya kızkardeşi) Safiye O’nu tesadüfen bulup evlât edinmişti.
Musa, kendi kimliğini ancak 40 yaşında öğrendi. Kavmini zulümlerden kurtarmak için mücadeleye atıldı. Bir Mısırlıyı öldürerek Şuayp Peygamber’in yanına kaçtı. Çobanlık etti ve O’ nun kızıyla evlendi.
Sonra kendisine ilâhî görev verilince, İsrailoğullarını kurtarmak için Mısır’a döndü. Firavun, zulüm altında yaşattığı İsrail ümmetinin ayrılmasına izin vermeyince onu yıldıracak mucizeler gösterdi: Suları kan şekline soktu, kurbağa yağdırdı, Mısır halkına koca sinekler, çekirgeler musallat etti, vücutlarında yaralar çıkardı, üç gün karanlıklar indirdi, doğan çocukları yaşatmadı, ünlüm ASÂ’sını ejder şekline soktu.(O zamanlar Mısır’da sihirbazlık çok geçerli olduğu için Allah’ da Musa’ya, büyücülerden çok üstün sihirbaz hünerleri ve o tip mucizeler bahşetmişti.) Firavun korkup izin verir gibi yaptı. Fakat, kavmini Mısır’dan çıkarırken, Kızıl Deniz kıyısında onları bastırıp öldürmeyi kurarak peşlerine düştü. Musa, Asâ’sını vurunca deniz yarıldı, onlar geçtiler, arkalarından giden Firavun ve askerleri, tekrar yükselen denizin sularında boğuldular.
Musa halkını Tûr-ı Sina’ ya götürmüş, o kutsal dağa çekilip Mevlâ ile “konuşmuş” (KELİMULLAH olmuş) Tevrat’ın ilk bölümü olan ON EMİR kendisine orada vahyedilmişti. Ayrıca, asâ’sını kayaya vurup su çıkarmak, gökten “Kudret Helvası” yağdırmak, elinin ışık saçıcı (yed-i beyzâ) olması O’ nun mucizeleridir. Bir ara Allah’tan umut kestiği için, hedefi olan Kenan İli’ne halkını ulaştıramamış, tam da Vâdedilmiş Ülke ( yani Kudüs)nin göründüğü bir tepede 120 yaşında iken can vermiştir.
NUH :
Adem Peygamber’den 1742 yıl sonra gelmiş ve elli yaşlarında Peygamber olmuştur. Sapıklığa, kumar ve şehvete düşen halkını, imana çağırmış ama sözünü dinletememişti. Bunun üzerine gökten buyruk gelmişti. Tufan olacaktı. İlâhi emir üzerine bir gemi yaptı. Ham, Sam ve Yafes adlı üç oğlu ile karılarını ve yeryüzündeki bütün canlılardan birer çift aldı. Kırk gün, kırk gece sağnaklarla yeryüzünü sular kapladı. Tufan sularında 150 gün yüzen Nuh’un gemisi, nihayet sular biraz çekilince Ağrı veya Cudi Dağı’ nın tepesine indi. Böylece insanoğulları Adem peygamber’den sonra ikinci defa olarak onun üç oğlu ile eşlerinden türediler. Nuh, ayrıca gemicilerin piri ve en ustası sayılmaktadır. Şeytan, eşeğin kuyruğuna yapışarak onun gemisine binmişmiş.
SÜLEYMAN :
Davud’un oğludur. Gelmiş hükümdar ve Peygamberlerin en zengini, şefaatlisi, en nüfuzlusu sayılır. Doğu-Batı Edebiyatlarında, destanlara, masallara ve birçok efsânelere karışmıştır.
Bu peygamber hükümdar, kuşların, denizdeki ve karadaki bütün hayvanların, bitkilerin, cin ve perilerin dillerinden anlar, onlara hükmederdi. Rüzgâr da O’nun emrinde idi. Süleyman’ın yedi yüz karılı , üçyüz cariyeli muhteşem sarayı, hikmetli sözleri, Hak dinine hizmetleri, kâfirlerle savaşları, mühürlü yüzüğü, Saba Melikesi Belkıs ile macerası, tedbirli veziri Asâf, karınca ile konuşması vs. gibi edebiyata bir çok MAZMUNLAR vermiştir.
Süleyman, âşık olduğu Belkıs’a (Yemen’ de Saba kraliçesi)ünlü haberci kuşu Hüthüt’le bir mektup yollayıp onu kendisiyle evlenmeye davet etti. Hüthütün anlattıklarına ve “İsm-i A’zam” ın birkaç harfini bilen Asâf’ın ilâhi nüfuzuna kapılarak, göz yumup açacak kadar az bir zamanda Rüzgâr’ın yardımı ile hava üstünde uçan tahta binerek Kudüs’e geldi. Süleyman onu imana , Hak dinine kavuşturdu ve nikâhına aldı.
Süleyman bir karınca ile konuşacak kadar alçak gönüllü sultandı. Bu iyiliğinin karşılığını bir çok defa gördü. Meselâ, bir savaşta bütün askeriyle birlikte aç kalmıştı. “Karıncalar Beyi”, ona öyle bir çekirge budu verdi ki bunun yarısı Süleyman’ın askerlerini doyurdu.
Süleyman’ın üzerinde “İsm-i Celâl” yazılı olan yüzük şeklindeki mühür’ü de meşhurdur. Bütün kudret ve azameti ordan gelir. Bir gün yıkanırken, o yüzüğü parmağından çıkarıp karısına vermişti. Yüzüğün değerini bilen bir dev, Süleyman’ın biçimine girerek, mühürü karısından aldı. Bu dev, bir sure Süleyman gibi hükmetti ise de Peygamber büyük sıkıntılardan sonra tekrar mührüne kavuştu.
YAKUB :
“Tanrıkulu” anlamına “İsrail” adını alan ilk Peygamberdir. Onun soyundan (12 oğlundan) gelenlere İsrail Oğulları(Beniisrail)denmiştir. Onbir oğlunun, küçük kardeşleri Yusuf’u kıskanıp bir kuyuya atmaları ve ölüm haberini getirmeleri üzerine gözleri kör olmuştu. Sonra, Yusuf O’ na gömleğini gönderince gözleri açıldı. Yakub edebiyata, oğul hasreti çeken dertli babanın sembolü olarak geçmiştir.
YUSUF :
Edebiyatta erkek güzeli timsali olan Yusuf, Yakub’un oğludur. Kardeşleri tarafından kıskanılıp kuyuya atılması, bir kervanla Mısır’a götürülüp satılması, Mısır Aziz’i (veziri) nin karısı Züleyha (Zeliha)nın ona âşık olması ve aşkına karşılık görmeyince yedi yıl zindana attırması; Yusuf’un meşhur rüyâ yorumu, sonra Mısır’a “aziz” olması… Kıtlık sırasında İsrailoğullarını Mısır’a getirtip yerleştirmesi ve bilhassa güzelliği, bir çok hikâyelere ve MAZMUNLARA konu olmuştur.
AB-I HAYAT :
Türkçesi “bengisu” olan ve divanlarda “âb-ı bekâ, âb-ı cavidan, çeşme-i hayvan” adları ile de geçen “ölmezlik” suyudur. İçenler ebedî diriliğe kavuşurmuş. Kaynağı cennet olan ve zulûmat (karanlıklar) ülkesinde bulunan bu masal suyundan, bugüne kadar sadece Hızır ve İlyas içmişlerdir. Hızır, şimdi karada, İlyas’ da denizde bunalan, karda ve fırtınada kalanlara yardım ederlermiş. İskender’de âb-ı hayâtı Hızırla birlikte aramaya çıkmış ama zulümâtta(bilinmezlik ülkesinde) birbirlerini kaybettikleri için İskender, bu sudan içememiştir. Bu Yüce Mevlâ’ nın takdiridir.
Eski Avrupa şiirlerinde de (gençlik suyu) diye geçer. Bu cennet suyu, altın ve elmaslar arasından akarmış. Divan şiirinde sevgilinin saçları karanlıklar ülkesine, ölmezlik(hayat) veren dudakları da bengisuyun kaynağına benzetilir. Halk inanışına gore Köroğlu ve Kırat’ı da Bingöllerde bu sudan içerek ebedî hayata ermişlerdir.
AD ve SEMÛD :
Birincisi Yemen’de, İkincisi Hicaz’la Şam arasında yaşıyan iki günahkâr kavimdir. Gönderilen Peygamberlerle alay ettikleri ve Yüce Mevlâ’ya üstünlük iddiasında bulundukları için şiddetli rüzgâr ile mahvedilmişlerdir.
ANKA(SİMURG):
Boynu çok uzun, yüzü insana benzer, güzel tüylerinde her yaratıktan bir nişan bulunur, Kaf Dağı’nda yaşar bir masal kuşu imiş. Üstünde 30 kuşun alâmetleri olduğundan buna Farsça SİMURG da denir.
Yüksekten uçar ve hiç yere konmaz olan bu kuş, hayvanları ve çocukları kapıp batıya götürdüğü için bir Peygamber ona karılmış. Bu yüzden, yıldırım çarparak soyu mahvedilmiş. Türk Masallarında Zümrüd-ü Anka kuşu diye geçer.
ASHAB-I KEHF :
Bunlara “yedi uyurlar” da denir. Allah’a inandıkları için Dekyanus adlı putperest hükümdarın kahrına uğrayan yedi kişi, kaçıp bir mağaraya sığınmışlar. Orada 300 yıl uyumuşlar ve sonunda uyanmışlar. Mekselina, Meslina, Mernuş, Debernuş ve kefeştetayyuş adlarını taşıyan ashab-I kehf’in kıtmir adlı bir de köpekleri vardır. Anadolu’da bir çok Ashab-ı Kehf mağarası gösterilmektedir. Başlıcaları : Efes’te, Tarsus’ta, Elbistan’da, Maraş’ta dır.
BÂBİL :
Doğu ve batı edebiyatlarında bir çok MAZMUNLARLA görülür. Eski çağların en bayındır ve büyük (Keldanî) başkenti olan BABİL’İN SURLARI, üstünden dörtbeş araba yanyana geçecek kadar genişmiş. Evlerin damları üzerinde yetişen asma bahçeleri, ilk çağın YEDİ HARİKASI’ndan biri sayılır. Bâbil harabeleri, bugün Aşağı Irak’ta, Hille şehri yakınındadır.
Fen, büyücülük ve yıldız bakıcılığı bu şehirde pek ilerlemiş. Orada bir kuyu(çah-ı Bâbil) varmış ki Harut ve Marut adlı melekler içinde asılı imişler. İbrahim Peygamber’i ateşe attıran Nemrut bir Bâbil hükümdarıdır. Dillerin ayrılmasına sebep olan BÂBİL KULESİ de burada yapılmıştır.
BEDAHŞ(Bedahşan) :
Horasan Hindistan arası bir şehirdir. Yakut’un en değerli ve en parlak kırmızı cinsi olan la’l burada çıkar. La’l, sevgilinin dudağına benzetilir.
CALİNUS (Galenos):
Bokrat (Hippokrates) gibi eski büyük hekimler ve Süleyman Peygamber’in hekimi olduğu söylenen LOKMAN, edebiyatta hâzik hekim timsalleridir.
CEMŞİD(Cem):
Grek mitologyasındaki Dioniysos (Baküs)u andıran zevk, safâ, içki ve eğlence timsalidir. Eski bir Hind Tanrısı veya İranlıların ilk (Piştadiyân)sülâlesinden efsaneleşmiş bir hükümdardır.
Esatirdeki asıl yeri, şarabı icad eden hükümdar olmasıdır. Cemşid efsânesi şöyledir :
Cemşid birgün altın tahtına oturmuş, ok yarışmalarını seyrederken boynuna yılan dolanmış olan bir kuşun uçtuğunu görür. Kuşa dokunmamak şartıyla yılanı vurmalarını okçularına emreder. Canı kurtulan kuş biraz sonra Çemşîd’in tahtı önüne gelir ve kimsenin bilmediği daneli bir salkımı minnettarlık hediyesi gibi bırakıp gider.
Çemşid bu daneleri yere ektirir, üzüm asması biter ve meyve verir. Üzümü bir küpe sıkarlar ve ağzını kapatırlar ve orada unuturlar. Hükümdar birgün hatırlar, istetir, tadına bakar ki fazla kekre… Bunu zehir sanır ve düşmanlara verilmek üzere saklanmasını emreder.
Cemşid’in pek sevgili ve çok güzel bir cariyesi varmış. Bu kız, şiddetli baş ağrıları çekermiş. Bir gün artık yaşamaktan usanarak intihar etmeye karar verir ve küpteki “zehir” den bardak bardak içer. Üstüne bir gariplik çöker, sızar ve rahatlar.Kendine geldiği zaman ağrı ve sızıların geçtiğini hayretle görür.
Vakayı işiterek çok sevinen Cemşid, üzüm suyundan olan şaraba “şâh-dârû”(baş ilâç)adını verir. O günden beri üzümden bolca şarap çeker ve içip eğlenirlermiş.
Edebiyatta Cemşid(Cem)daha çok “câm-ı cem,bezm-i cem” MAZMUNLARIYLA, bir de eğlence, şatafat ve bahar şenlikleri dolayısıyla geçer. Çünkü güneşin “hamel burcu” na geçişini, yani bahar başlangıcı olan mart dokuzunu YILBAŞI(NEVRUZ)BAYRAMI olarak ilk defa kutlatan da Cemşid’dir. Adalet, gösteriş, süs, ziynet eşyası, kokulu bitkiler hep O’na mahsus şeylerdir. Cemşid, Dehhak tarafından öldürülmüştür.
EDHEM :
Tasavvufta ermişlik ve feragat timsalidir. Kendisi Belh Sultanı iken bir gün ceylan avında, karga tarafından beslenen eli kolu bağlı bir adam gördü. Allah’ın her yerde rızk vericiliğine inandı. Bunun üzerine çul ve külah giyip bir mağaraya, ibadete çekildi. Büyük velilerden oldu.
ELEST MECLİSİ, ELEST GÜNÜ :
Elest günü(Ruz-i Elest) ve Elest Meclisi(Bezm-i Elest), tasavvufta, dinde ve edebiyatta Allah’ın kâinatı yarattığı veya (OL) dediği; insan ruhlarını meydana getirdiği(kendinden ayırıp insan kalıplarına yolladığı)gün veya toplantı olarak bir çok MAZMUN VE MECAZLARA karışmaktadır. Allah o gün (elest günü) ruhlara (ELESTİ Bİ RABBİKÜM=Sizin Rabb’iniz değil miyim?)diye sordu. Onlarda ( KALUBELA=Ezelden beri)cevabını verdiler.
FERİDUN :
Cemşid’in torunu, efsaneleşmiş bir İran hükümdarı olup iyilik ve adalet timsalidir. (Nuşiveran da adalet timsalidir) Cemşid, ömrünün sonuna doğru Allah’lık davasına kalkınca halkın nefretine uğramış Arap kavminden DEHHAK da onu öldürerek İran Padişahı olmuştu.
Ancak, Şeytan, bir gün Dehhak’ın sırtını öpünce iki omuzunda iki yılan başı peydahlanmıştı. Sonra yine Şeytan, hekim kılığında gelerek, bu yılanlara her gün iki delikanlı beyni yedirilmezse hastanın iyileşmeyeceğini söyledi. Dehhak, onun dediklerini yapınca, büyük bir zulüm aldı yürüdü. Beyni yenilme sırası Gâve adlı bir demircinin oğluna gelince… Gâve, önlüğünü örsüne asarak isyan bayrağı açtı. Halkı ardına topladı. Dehhak öldürüldü. Yerine de ortalığı düzene koyan ve büyük adaletiyle ün salan Feridun geçti.
FİRAVUN :
(Özellikle Musa’ya zulüm eden Mısır hükümdarı.)Haman: (Firavun’un veziri, göklere uçan bir taht yaptırıp Mevlâ’ya kasdetmek istemişti)ve Hülâgû (Cengiz torunlarından)gibi yarı tarihi, yarı efsâneli kişiler, zulüm, kötülük, vahşilik timsalleri arasındadır.
SES ve BÜLBÜL(Gülce Edebiyat Şairlerince eklenmiştir.):
Derler ki:
Bülbül, sabah rüzgârı (saba-seher yeli) ile gülün yanına gider ve başlar güzel sesi ile onu övmeye ve ona olan aşkını dile getirmeye. Gül de ona karşılık vererek yavaş yavaş uyanarak gülümsemeye (açmaya) başlar. Bülbülün sabahları çok ötmesinin nedeni herhalde aşkına az da olsa bu gülümsemeyle karşılık bulmasıdır.
Bülbül güzel sesi ile aşkı en güzel şekilde anlattığı için, insanlar bundan faydalanmak istemiş ve tuzağa düşürülen çılgın âşık (bulbul)kendisini demir parmaklıklar arasında buluvermiştir. Daha önce sevgilisinin az yüz vermesine bir de bu ayrılık eklenince(bizim sevdalı bulbul) kafeste daha dertli ve güzel ötmeye başlamıştır.
Bizim güle kara sevdalı bulbul, ne çekmişse dilinden çekmiştir. “Ah vatanım, vah vatanım!” diyerek ötmesinin altında sevgilisinden ayrı olması yatmaktadır.
Bütün büyük aşklar gibi, gül ile bülbülün aşkı da birbirine kavuşamadan bu fani dünyada ayrı olarak noktalanır. Tıpkı Mecnun’un Leylâ’ya, Kerem’in Aslı’ya, Ferhat’ın Şirin’e kavuşamayıp aşk ateşleri içinde ölmeleri gibi. Gül, güzel ve çekici olmasına rağmen çok çabuk solar ve ölür. Aşık da çok çile çektiği için hayatın tadını alamadan ömrü çabucak geçer.
Evet, GÜLCE ve Gülcecilere gore bulbul, rahmetli AKİF’ in Safahat’ında “VATAN İÇİN YANAN BÜLBÜLDÜR.”
Bülbülün kendisi kadar yüreği ve sesi de çok önemlidir.
Bülbül sesi kadar, ŞİİRDE SES DE GÜLCE İÇİN ÇOK ÖNEMLİDİR. Bülbül sesi kadar, gül kadar güzel olmalı Gülce Şiirlerimiz… Bu sebeple, seslerin âhengi şiiri şiir yapan en önemli unsurdur. Bilâl-i Habeşî , o güzel sesiyle ilk Ezanı nasıl okuduysa ve o ses asırlardır aynı güzellikte kulaklarımızdan ruhlarımıza nasıl günde beş kez hitab ediyorsa, şiirimiz de aynı mübârek sesleniş güzelliğini taşımalıdır. Gülce Edebiyat, şiirin geometrisinde sese çok önem veren bir edebiyat akımıdır. Sabah gülümsemesinde bir gonca gülü seyreden bülbülün sesini Gülce şiirinin seher yeline salıvermek Gülceci her şairin görevidir.
Sesler, harfler-kelimeler ve cümlelerden oluşur. Şiirde kelimeler nesirdekinin aksine bahar duruşludurlar. Şair söylemi veya şiir dili, her şairin tarz-üslup ve söylemi olarak ortaya çıkarsa da işin esası bülbülün yürek sesidir.
HÂRÛT ve MÂRÛT :
“Bu iki melek, insanların yerdeki kötülüklerini görür iğrenirlermiş. Bunu Mevlâ’ya anlatmışlar. Yüce Mevlâ : (Eğer insan oğullarına verdiğim şehvet hırsını size verseydim, siz daha beter olurdunuz!)demiş. Melekler, öyle olmayacağını söyleyince, Allah da onlara şehvet verip Bâbil’e indirmiş.
Bunlar, Bâbil’de kadılık ederken, kendilerine başvuran çok güzel bir kadına tutulup vuslatını talep etmişler. Buna karşı kadın :
-“Ya kocamı öldürürseniz, ya puta taparsanız, ya da şarap içerseniz… Bu üç şartla istediğiniz “olur” demiş.
Teklifler içinde en ehven olarak şarap içmeyi gören melekler içip sarhoş olmuşlar. Kadın onların sarhoşluğundan istifade ile, her gece göğe çıkmak için okudukları “ism-i a’zam”(Allah’ın en büyük adı)duasını sormuş. Öğrenip okumuş ve göğe ağmış. Allah onu zühre yıldızı haline sokmuş.(Zühre, Afrodit’in doğu esâtirindeki benzeridir) Hârût ve Mârût’a da (Dünya veya ahret azaplarından birini seçmelerini) buyurmuş.
Melekler, dünya azabını seçince, ayaklarından asılı olarak Bâbil Kuyusu’na (Çâh-i Bâbül) kapatılmışlar. Kıyamete kadar, o işkenceyi çekecekler ve bir türlü suya kavuşamayacaklardır.
Hârût’la Mârût, aynı zamanda büyü, sihir ustalarıdır. Kuyu başına gelenler, onlardan fitne ve büyü öğrenirler. Sevgilinin bakışı, gamzesi, gözü hep bu sihir ve fitne MAZMUNLARINA bağlanır.(Bu efsâne Faust hikâyesini biraz andırmaktadır.)(Kabaklı, Ahmet; a.g.e, Syf:272)
HIZIR
Karanlıklar ülkesinde, Allah’ın emriyle Ab-I Hayat’ı bulup içtiği için ölmezliğe kavuşmuş bir hükümdar, bir ilâh, ya da ermiştir. Musa ve İskender ile O’ nun arasında yakınlıklar kurulur. İskender’e kılavuz Musa’ya akıl ve hikmet yoldaşı sayılır. Aynı zamanda bengisuyu içmiş olan ve deniz kazazedelerini koruyan İlyas’ın arkadaşıdır.
Halkımız Hızır’ı BENLİ BOZ isimli atına binmiş, mübârek bir ihtiyar olarak tasarlar. Darda kalanlara, yoksullara, yetim ve dullara iyilik, zenginlik, bereket getireceğine inanılır. Avrupa taklitçiliğinin getirdiği NOEL BABA, din, milliyet ve geleneğimize aykırı, zararlı bir masaldır. Türk töresinde Hızır’ın üstün ve sevimli bir yeri olduğuna gore çocuklarımıza o çam katili, eski putperest ilâhını tanıtacak yerde Hızır aleyhisselâmı sevdirip benimsetmekte, millî manevî büyük faydalar vardır.
Hızır kelimesi aynı zamanda yeşillik anlamına gelir. Ayağını bastığı her yerin yeşil çimenlerle dolu, verimli olduğuna ve elini dokunduğu her şeyin bereketlendiğine inanılır. Türklerin BAHAR BAYRAMI da HIZIR VE İLYAS adlarının karışımı olarak HIDIRELLEZ adını taşımaktadır. (Kabaklı, Ahmet; a.g.e, Syf: 272-273)
HÜMÂ (Dvelet Kuşu) :
Kaf Dağında veya Kıpçak Çölünde, Çin ülkesi yakınında bulunan boz renkli, ayaksız bir kuşmuş. Yere inmez, yücelerden uçarmış. Gölgesi her kimin başına düşerse o hükümdar olurmuş. Bunun için DEVLET KUŞU, yani mutluluk getiren kuş diye anılır.
İREM(Bağ-ı İrem):
Yemen’de Ad kavmi krallarından ŞEDDÂD’ın yaptırdığı bir bahçedir. Cennetten daha güzel olmak iddiası ile yapılan İrem Bağı ve köşkleri Allah’ın gazâbını çekmiştir. Cebrailin bir haykırışı orayı içindekilerle beraber mahvetmiştir. Dilimizdeki Şeddadî Bina (Çok büyük)sözü bu Şeddad’dan gelmektedir.
İSKENDER :
Edebiyatımızda iki İskender vardır. Biri Kur’an ‘ da geçen bir Peygamber veya ermiştir. İskender-i Zülkarneyn diye anılanı Hızırla âb-ı hayat’ ı arayıp bulamayan Kâbe’de İbrahim Peygamber’le görüşmüş olan imanlı hükümdardır.
Öbür İskender ise, İran Hükümdarı Dârâ’yı yenmiş olan Makedonyalı Büyük İskender’dir. Kudret, saltanat, cihangirlik, haşmet timsalidir.
Ancak;
ŞİİR MAZMUNLARINDA bu iki İskender birbirine karıştırılmıştır.
AYİNE-İ İSKENDER: Aristo’nun yaptığı söylenen ve görünmezleri gösteren bir aynadır. İskenderiye’ de bir tepe üstüne konulan bu ayna, yüz mil açıktaki gemileri bile gösterirmiş. Bu aynaya akseden güneş ışığı ile gemiler ateşe verilirmiş. Sonradan çalınıp denize atılmış.
SED-Dİ İSKENDER: İskender’in Yecüc Mecüc milletine karşı yaptırdığı bir sed(sur, duvar)dır. Bu seddin ya ÇİN SEDDİ ya da KAFKAS SIRADAĞLARI olduğu sanımaktadır.(Kabaklı, Ahmet; a.g.e, Syf:273)
Evet;
GÜLCE EDEBİYAT AKIMI da, tarihteki Makedonyalı Büyük İskender hakkında, tarihi yanılgılara dikkat çekmekte; bahsi geçen Makedonyalı İskender’in kasten veya bilmeden Türk Destanları’na sokulduğunu ileri sürmektedir. Makedonyalı İskender’den çok çok zaman öncesini taşıyan, Milattan önceki dönemlere dayanan Türk Destanları(Şu, Bozkurt, Oğuz Kağan)na biraz da İran milliyetçisi Firdevsi’ nin zorlamaları ile bu Makedonyalı İskender’in sokulmuş olabileceğini düşünmekteyiz. Çünkü arada, çok büyük zaman farkı vardır.
Evet;
ÇİN SEDDİ, bizim MİLLİ EDEBİYATIMIZ olan GÜLCE için, bir MAZMUN’dur. Çünkü, uzaydan görünen bu SED, TÜRK AKINCILARININ, Kürşad’ların korkusundan inşaa edilmiştir. BATI TÜRKİSTAN ‘ ın ÖZGÜRLÜK DAVASI, Gülce’ nin de davasıdır. Osman Baturların bayrağının inmeyeceğini Gülce Çin Seddi mazmunuyla da dile getirmektedir.
İSTİĞNÂ :
Yüce Mevlâ güzelliğinin bir vasfıdır. Mutlak olan bu güzellik , kulların iltifatına muhtaç olmadığı için onlara “aldırmaz”. Istiğnâ, dünyanın mal, servet, zevk ve cefasına aldırmamak, onlardan ötürü sevinip üzülmemek bakımından bir olgunluk vasfı sayılmaktadır.(Kabaklı, Ahmet; a.g.e. Syf:274)
KAARUN :
Musa Peygamber’in gösterdiği ilm-i kimya ile çok zengin olmuş biridir. O kadar ki, hazinelerinin anahtarlarını ancak 40 kişi taşıyabilirmiş. Buna rağmen Musa’ nın istediği öşrü(vergiyi) vermeyince Allah’ın gazabını çekmiş. Musa, O’na ilenince yer, O’nu çekmeye başlamış . Dizlerine kadar toprağa batmış… Korkudan öşrü vereceğini söyleyince Musa O’ nu dua ile kurtarmış. Fakat, Kaarun sözünde durmamış. Bu sefer beline kadar batmış. Yine vermeyince, once bütün malları, sonra da kendisi toprağa gömülmüş.
Batı kültüründeki Krezüs’ü adı ve serveti ile hatırlatan Kaarun, hasis ve pinti zenginlerin timsalidir. O’na karşılık bir Arap zengini ve şairi olan ve Peygamber zamanına kadar yaşayan Hâtem (Hâtem-i Tâi)ise hem büyük zenginlik, hem de cömertlik, hayır, hanedanlık örneğidir.(Kabaklı, Ahmet; a.g.e., syf:274)
KAKNÛS :
Musikiyi icad ettiğine inanılan bir çeşid yabani masal kuğusudur. Gagasında 360 delik bulunan bu kuş, yüce dağlarda, rüzgar estikçe türlü güzel nağmeler çıkarırmış. Bu güzel sesleri dinlemek için yanına toplanan kuşları avlayıp yermiş. 1000 yıl ömrü olan Kaknus, ölüm vakti gelince çalı çırpı toplar, kanadını şiddetle çırpıp onları tutuşturur ve kendini içine atar yanarmış. (Kabaklı, Ahmet; a.g.e, Syaf:274)
NERGİS(Narsis) :
Grek mitologyasından doğuya geçen bir mitosa dayanır. Narsis, bir peri ile bir ırmaktan doğma çok güzel bir delikanlıdır. Bütün peri ve insan kızları ona âşıktır, hattâ YANKI adlı bir peri onun derdinden ölmüş yalnız sesi kalmıştır. Delikanlı, aşkı bilmediği ve kendi güzelliğinin farkında olmadığı için bu kızların duygularına cevap vermez. Kızlar O’nu Yaradan’a şikâyet ederler. Yaradan da Narsis’i şöyle cezalandırmış :
Delikanlı bir ırmak kıyısından geçerken, suyun aynasında güzel çehresini görüp, ona âşık olur ve kucaklamak için nehre atılıp boğulur. Kendi ölür gider onun yerinde bir ÇİÇEK çıkar.
İşte bu çiçek NERGİS’tir. Tek ve açık bir gözü andıran bu çiçek, kıyamete kadar hasret içinde kalacak ve güzellere hayran hayran bakacaktır. Bu yüzden Nergis, hasretli, hayran ve baygın göze denir. (Kabaklı, Ahmet; a.g.e, Syf: 274)
PİR-İ MUGAN :
Eski İran dinlerinden olan Zerdüştlük’te Mug (yahut) Mecusî, ateşe tapanların rahiplerine verilen ünvandır. Pir-i Mugan ise onların en başı, yaşlısıdır. Divan şiirinde Tasavvuf terimi olarak veya geniş anlamda: MÜRŞİD, İNSAN-I KÂMİL, gerçeklerin gönül ve sevgi yoluyla çözülebileceğini kavramış kimse, ALLAH AŞKI(ŞARAP)sunucu gibi MAZMUNLAR için de kullanılır.(Kabaklı, Ahmet, a.g.e; Syf:275)
ŞÂH-I MÂRÂN(Şahmeran):
Yilanlarin padişahı gibi tasarlanan bir masal yaratığıdır. Başı insan, gövdesi yılan şeklinde imiş. İnsan gibi konuşur, kendisini sevenlere iyilik de edermiş. Büyük bir mağara altındaki yeraltı dünyasında, yeşillik, bahçelik bir alanda, muhteşem sarayı içinde yaşar, zebercetten taht üstünde otururmuş. (Kabaklı, Ahmet; ag.e. Syf: 275)
SÜRME :
Sürme, toz, toprak, gubar, ayak turabı gibi kelimeler Divan şiirinde teşbih unsurlarıdır. Evliya türbelerinin eşiklerinde veya parmaklıklarında biriken tozlar, inananların gözlerine sürecek kadar ululadıkları kavramdır. Bu toprağın göz hastalığına iyi geleceğine de inanılır. Sevgilinin ayak tozu veya sokağının toprağı da mecaz yoluyla Sürme’ye benzetilmektedir. (Kabaklı, Ahmet, a.g.e, Syf: 275)
ŞEB-ÇERAĞ :
Denizde bulunan, geceleri etrafa ışık saçan bir mücevherdir.Deniz öküzü (Gayb-i bahrî)geceleyin otlamak için karaya çıkar ve birlikte getirdiği şebçerağ’ın ışığında otlarmış. Halk dilinde buna ŞIMŞIRAK TAŞI denmektedir. (Kabaklı, Ahmet, a.g.e, Syf: 275)
TÛBA :
Cennette olduğu tasarlanan, kökü havada, dal ve yaprakları ile meyveleri aşağı sarkan bir ağaçtır. Cennet köşklerini gölgelendirir. Her çiğnenişinde ve her yutuluşta ayrı bir lezzet alan meyveleri olurmuş. (Kabaklı, Ahmet, a.g.e, Syf: 275)
TÜRK :
Fars Edebiyatında ve Divan Edebiyatında TÜRK güzel, çekici, beyaz, aydınlık, sevgili, kırıcı, zalim anlamlarına gelir. Hind,Habeş, Zanzibar gibi siyahlık düşündüren MAZMUNLARA karşı, sabah, ışık, beyaz MAZMUNLARINI meydana getirir. Sevgilinin de zalimliğine timsal olur. (Kabaklı, Ahmet, a.g.e, Syf: 275)
GÜLCE EDEBİYAT AKIMI, yeni çağda Türk Milleti’ nin sinesinden doğmuş evrensel bir akımdır. Millî bir akımdır, ancak, millî olduğu kadar da evrenseldir.
Türk’ün tarihine, kültürüne, diline, bayrağına, birliğine sevdalılardan oluşan bir edebiyat akımıdır.
SETENAY GUAŞE (Gülce Edebiyat Şairlerince eklenmiştir.):
Efsanevi destan kadın kahramanı Setenay Guaşe... Zaten, Setenay ismi günümüzde ’gül’ anlamında kullanılmaktadır. Nartlar’ın efsanevi kadın kahramanı, çiçeklerin en güzeli olan gülle eş anlamlı tutulmuştur. Gül ile Setenay arasındaki ilişki şu şekilde anlatılmaktadır.
Setenay bir gün sırma işlerken, uzak dağ yamaçlarında genç oğlu Sawsırkho’nun devlerle savaştığını, devlerin onu öldürmek için dağdan tekerlekler yuvarladıklarını ve oğlunun ölümle karşı karşıya olduğunu görür. Elindeki gergefi bırakarak oğlunu kurtarmaya koşar. Bahçe çitinden atlarken ayağına beyaz güllerin dikeni batar. Ayağından akan kanlarla beyaz güller kırmızıya dönüşürler. O günden bu yana Çerkesler gül anlamında ’Setenay’ ismini kullanırlar. (tıpkı yukarıda ele aldığımız KIRMIZI GÜL mazmununun öyküsü...)
Setenay Guaşe, Türk-Adıge folklöründe yer alan, milat öncesinden beri Kafkas halkı arasında dilden dile dolaşan destan ve söylencelerden olan Nartlar Destanı’nın kahramanlarından... Hayatını yalnız başına sürdüren kadın bir bilgedir.
Kendisini görüp, uzaktan âşık olan bir Nart çobanının aşk ile attığı okun taşa saplanmasıyla döllenen ve dokuz ay on gün sonra kayadan, akkor halinde, kıvılcımlar saçan bir demir bebek olarak dünyaya gelen, ateşi getirdiği söylenen, bir adı da Sosrıko olan oğlu Savsırıko’yu eteğine katarak su verilmesi ve çelikleşmesi için Ateş Tanrısı Demirci Lepş’e götürür. O da onu dizlerinden tutarak suya daldırır; maşanın altında kalan, suya değemediği için sertleşemeyen dizlerinin dışında vücudunun her yerini çelikleştirir, silah işlemez hale getirir.
Savaş ve barışa karar vermek, hasat için yeni usuller bulmak, Setenay’ın görevlerindendir. Hastalık, kıtlık, deprem gibi doğal afetlerde toplumun son danışma mercii Seteney Guaşe’dir. Adiyukh, Yemğazei Gıaşe, Psıtha Guaşe gibi kadın kahramanlar salt güzellikte kadın olarak ün salmışlardır. Seteney Guaşe ise tek başına bir karar ve yargı mercii gibi Nart halkını etkilemektedir.
Doğan çocukların isim annesidir. Adını verdiği her çocuğun kulağına üflemek onun toplumsal görevlerindendir. Kulağına üflemediği çocuk geri zekâlı olmağa mahkumdur. Seteney bütün bu özellikleri ile Kuzey Kafkasya sanatında, toplumun isminde, zevkinde ve düşüncesinde destan çağından bugüne dek yaşamaktadır. Her çağda güzelliğin, bilgeliğin, aklın, sağduyunun, erdemin sembolü olagelmiştir.
GÜLCE EDEBİYAT AKIMI, Anadolu coğrafyası dışında bulunan TÜRK DEVLET VE TOPLULUKLARINININ MİLLÎ KAHRAMANLARI(örnek şeyh ŞAMİL)ile ortak değerlerini kendi kahramanı ve değeri sayar. Bu bakımdan da Setenay Guaşe GÜLCE EDEBİYAT AKIMI’ nın bir MAZMUNU’dur.
DAĞ ,YAYLA, TURNA ve GURBET
Evet;
Gülce Edebiyat Akımı, tıpkı vezinlerde olduğu gibi MAZMUNLARda da bir ayırdıma gitmez ve birleştirici özelliğini mazmunlarda da gösterir. Divan edebiyatının Anka kuşunu kabul ettiği gibi Türk Halk edebiyatının MAZMUNLARIndan Turna’yı da kabul etmektedir. Dağ, Yayla,Turna ve Gurbet, Gülce Edebiyat’ın da kabul ettiği mazmunlardandır.
Dağ konusunda;
“İsa peygamberin havarileriyle Zeytinlik dağında gizli toplantılarını gerçekleştirmesi, Musa peygamberin Sina dağında on emri alması, Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in hicret esnasında mağara ve Hira Dağı hep bu kültün izlerini taşır. Zeus’un Olimpos dağı, Hintliler’in Meru dağı bunlar arasında en fazla duyulanlarıdır. Bunların diğerlerine nazaran daha fazla bilinmesi bu dağların bu dinlerin kutsal kitaplarında dile getirilmiş olmasındandır.”
Evet, dağlar başı dik duruşuyla ve dünyanın dengesini sağlayışıyla, güneşe, buluta ve göğe yakınlığuyla Halk Ozanlarımızın ilgisini çekmiş, sevgiliye ulaşmak için aşılması gereken bir engel olarak görülmüştür. Elâ gözlü yâr hep dağlar ardındadır. Dağlar, başı sis ve dumanlıdır hep.
Şimdilerde, Anadolu Dağları, özellikle Doğu ve Güneydoğu’daki dağlarımız sancılıdır. Acımasız ve bölücü bir terör örgütünün işgâlindedir. Yahya Kemal’in “Bizim Dağlar” dediği dağlarımız bu terör belâsı yüzünden kederlidir.
Kentlerimize yakın olan yaylalarımızı beton bloklarla doldurup yok ettik. Kentten uzakta bulunan yaylalarımız halâ güzelliklerini muhafaza etmektedir. Şimdi, göçler kervanlar şeklinde değil de motorlu taşıtlarla günübirlik yapıldığından, yaylalarımıza motor gürültüsü, asvalt yol ve plastik el uzatmış bulunmaktayız. Yaylalarımız da dağlarımız kadar elemlidir.
Turnalar, türk Halk şiirinin vaz geçilmez habercileridir. Posta güvercini gibi olmasa da ozan yüreğini allı veya telli turnaya taşıtır hep…
( Türk kültüründe kutsal sayılan birçok kuş türü içerisinde turnanın ayrı ve özel bir yeri bulunmaktadır. Çünkü, göklerin özgürlük sevdalıları olarak bilinen turna kuşlarının, Gök Tanrı’yı temsil ettiği varsayılmış ve ona kutsal bir kimlik yüklenmiştir. Aynı kutsal kimliğin İslâm tasavvuf geleneği içerisinde de sürdüğünü görmekteyiz.
Gururlarına düşkün, son derece sade bir hayat tarzını tercih eden turna kuşları, gökyüzünün engin maviliklerinde uçarken, her bir kanat vuruşları müziğin notaları gibi ahenkli, şiirin sözleri gibi armoniktir. Onların simgesel görüntüleri içerisinde, birçok imgesel anlam da ortaya çıkmaktadır. Bu imgelerin her birinin ayrı ayrı çözümlenmesi ile, turnaların Türk kültürü içerisindeki somut değerleri anlaşılmış olur.
Turnalar kimi zaman coşkunun, kimi zaman hüznün, bazen de mutluluğun habercisi olmuşlardır. Birçok halk şiirinde, özellikle halk türkülerinde duyguların anlatımında turnayı aracı olarak görürüz. Turnanın türkülerde bu kadar geniş yer almasında, onun Türk halkı tarafından çok sevilmesi etkili olmuştur.
Türkülerde turna kuşunun çok yaygın olarak kullanılmasının birçok nedeni bulunmaktadır. Bunların arasında en önemli yeri, -turnanın göçmen bir kuş olması, diyar diyar gezmesinden ötürü-, onun haber getirip götürme görevini üstlenmesi tutmaktadır. Bu özelliklerinden ötürü turnalar gurbette kalanın, hasret çekenin, nazlı yârdan ayrı olanın duygularına tercüman olurlar. Kimi zaman haber götürür, kimi zaman da haber getirir. Kimi zaman da kendisiyle dertler paylaşılır.
Geniş bir coğrafyada ve farklı kültürlerde yer edinmiş olarak karşımıza çıkan turnayı, Türk insanı giyiminde, kuşamında, halısında, kiliminde, oyasında, eşiğinde, beşiğinde, velhasıl her eşyasında motif olarak kullanmıştır.... Turna sürüleri göç ederken genellikle “ ^ ” biçiminde uçarlar. Bu onlara has bir uçuş tekniğidir. Turnalar, çiftler halinde yaşarlar ve tek eşli bir hayat sürerler. Yuvalarını diğerlerinden ayırırlar. Eğer bir avcı turnanın birini vurur ya da turna çiftlerinden biri ölürse, geride kalan turna yaşamaya devam etmez ölümü seçer ve kendini suya bırakır.)(Doç.Dr.Gıyasettin AYTAŞ)
Gurbete gelince;
Halk edebiyatımızda gurbet, yârden, anadan, atadan, sıladan uzakta olmaktır.
Tasavvuf edebiyatımızda gurbet ise, bu dünya olup, ahiret sıladır, esas olan âlemdir. Müslüman bu geçici – bu fâni dünyada misafirdir ve er-geç esas âleme göçecektir.
NETİCE
Divan Edebiyatımız, kendi mazmunları ile çağının en mükemmel şiirlerini şiir göklerimize nakışlamıştır.
Gülce Edebiyat Akımı, Divan Edebiyatımızın ve Halk Edebiyatımızın mazmunlarını aynen Kabul ettiği gibi, o mazmunların arasına kendisinin önerdiği mazmunları da ekliyerek, şairlerimize daha geniş bir alan sunmuştur.
Bu çalışmamızda mazmunlara doğru bir yolculuk yapmaya gayret ettik.
Şüphesiz, ele aldığımız ve rahmetli üstad Ahmet Kabaklı’ nın TÜRK EDEBİYATI eserinden aktarmaya çalıştığımız mazmunlar, bir okyanus kadar geniş ve derin olan Divan edebiyatımızın tüm mazmunlarını kapsamamaktadır. Gülce Edebiyat için de durum aynıdır. Hattâ; değişen şartlar ve gelişmelere gore de yeni mazmunların şiir dünyamıza kazandırılması gerektiği kanaatindeyiz. Zaten, bana gore, (mazmun) kelimesi de (zemin)kelimesinden gelmektedir ki, şiiri ciddiye alan ve yeni çağın yeni edebiyat akımı olan GÜLCE’ de sınırlamacı bir kayıt ve kabulü öngöremezdi. Gelişime açık ve hür ufuklardan yana, kurallı ama özgür bir kalem… işte GÜLCE’ nin zeminine giden yol budur.
Gülce Edebiyat Akımı mensuplarının görüş ve düşünceleri ile bu konunun daha da geliştirileceğine yürekten inanıyor, saygılarımı sunuyorum.
Mustafa CEYLAN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.