- 1318 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hangi Hayat
HANGİ HAYAT
“…uyanıkken gördüklerimiz bir aldatmacaydı da rüyalardakiler miydi gerçek olan…”
Dalları göklere uzayan, yel salladıkça yaprakları ışılayan çok kalın gövdeli çok büyük ağaçlar...
Yeni bitmiş çimenler üzerindeki koyu gölgelerde titreyen oynak alacalar...
Ve gölgeli çimenler içinde güneşi arayan zambaklar, papatyalar, çiğdemler, menekşeler, sümbüller, bin türlü yabanıl çiçekler …
Sol yanın uçsuz bucaksız derin bir orman.
Sağ yanın mavi göğe uzayan açık bir alan.
İlkbaharın ilk günleri olmalı zaman…
Yağmur yağmış ve hava açmış. Bonkör bir doğanın kucağındasın ve yağmurun izleri sildiği kızıl topraklı bir yoldasın. Yürüyorsun. Yorgun değil, dinginsin. Bezgin değil gezginsin. Bedenin dinç, ruhun zengin. Huzursuz değil mutlusun. Dilinde neşeli bir türkü, ıslıkla eşlik ederek onu söylüyorsun. Ama adı nedir, bilmiyorsun. Ve bilmiyorsun; nereden geliyorsun sen, nereye gidiyorsun…
Taştan bir dağ dikiliyor karşına. Çatlaklarındaki güneşin ısıttığı nemli topraklarda hayat bulmuş küçük ağaççıklar, narin bedenli sarmaşıklar, körpe çalılar, taze yapraklar, tabiatın yarattığı cümle canlılar seni görünce sevinip gülümsüyorlar.
Sen de seviniyorsun, sen de gülümsüyorsun.
Büyük bir kapıdan önüne dikilen taş dağına giriyorsun sonra. Billur bir dereden beslenen billur bir göl çıkıyor karşına. Oynaşan ala renkli balıklar, su içen kınalı ceylanlar, ala başı çatal boynuzlular, ötüşen güzel kuşlar, nice yabanıl hayvanlar görüyorsun.
Orayı tanıyorsun ama bilmiyorsun ne yanda, hangi diyarda. Ve bilmiyorsun zaman ne zaman, hayat hangi yıllarda…
***
Eski bir şehrin taş döşeli dar sokağında yürüyorsun. Az önce yağmur yağmış olmalı her yer yıkanmış. Dinginsin, telaşlı değilsin. Huzurlusun, sıkıntılı değilsin. Bir hedefin yok, öylesine gidiyorsun. Beyaz bir kedi yavrusu görüyorsun sokağın ötesinde. Elini uzatıyorsun. Tıs edip kabarıyor. Korkusundan pamuk tüylerini diken diken yapıp geri geri sıvaları dökük duvarın dibine kaçıyor. Gözlerini dikip gözlerine bakıyor. Acaba sen kimsin? Dost musun, düşman mı; nasıl bir insansın anlamaya çalışıyor. Gülümsüyorsun ona. “Korkma güzel pisi” deyip sevmek istiyorsun. Gene tıslıyor. Dikleniyor ve küçücük pençesini savurup eline tırmık atıyor. Korkmuyorsun hiç. Çizilmiş elini kaçırmıyorsun, başını sevgiyle okşuyorsun. O zaman rahatlıyor ve “sen dostsun” anlıyor.
O şehri tanıyorsun ama bilmiyorsun neresidir, nerededir. Ve bilmiyorsun; an mı zaman ve sen bugünkü sen misin; yoksa asırlar önce mi zaman ve sen önceki bedeninle misin…
***
Tozumuş toprak bir yolda yürüyorsun. Bildiğin bir dere var ötede, oraya gidiyorsun. Dikilip başına balıkları seyredeceksin, ya da suya girip yüzeceksin. Derenin güney yamacına geldiğinde uçsuz bucaksız bağlar çıkıyor karşına. Mevsim sonbahar olmalı. Asmalarında sarı, kırmızı, pembe taneli salkımlar. Canın çekiyor ama koparıp yiyemiyorsun. Bağ içlerinde dalları yere sarkan ballı meyveli alçak dutlar, ak tenli al yanaklı elmalar, çatlamış sarı ayvalar, kınalı muşmulalar, kabuklarından ayrılmış fındıklar, düşmeye hazır dolgun cevizler, kararıp olgunlaşmış güvemler, kızarmış böğürtlenler, türlü meyveler… Bakakalıyorsun ve geçip gidemiyorsun.
Acaba burası neresi? O dere nerede, meyveli bağlar hangi ülkede; biraz düşünüp hatırlamaya çalışıyorsun. An mı zaman? Yoksa geçmişten bir yer mi orası, ya da gelecekte göreceğin mi; bilemiyorsun…
***
Kaç kez, kaç kez…
Kaç kez oldu, hep gidiyorsun.
Her seferinde bir umut, hep “ belki” diyorsun.
İçini yakıp kavuran özlemle üst taraftaki yamaçtan, çalılıklar arasındaki patikadan dereye iniyorsun…
//Biliyorsun diyorsun bana, sen de biliyorsun. Çok sene önceydi, beraberdik diyorsun. Mevsim bahardı. Güneş nar kırmızısı, hava sıcak mı sıcaktı. Yan yanaydık diyorsun, kol kola. Başka değil aynı yoldan geliyorduk. Tepedeki ahlat ağacının altında iniyorduk motosikletten. İşte aynı yamaçtaki çalılıklar içindeki patika yerden yürüyüp gidiyorduk. Toprak kara değil yeşildi. Yeşillikler içi bin çiçekliydi. Orası, billur suyun altın kumlarda aktığı kayalı deresiydi. Biliyorsun diyorsun, beraberdik. Ben sendeydim, sen bende; öyle iç içeydik. Üstümüzü çıplak yapıyorduk, paçaları sıvıyorduk, yalın ayakla sığ sulara dalıyorduk ve hoplayıp zıplayarak çocukça oyunlar oynuyorduk. Köpürüp akan serin sular güneş değmemiş ak tenimizi okşadıkça gıdıklanıp gülüyorduk, güldükçe coşuyorduk. Sonra akşam güneşi yan yattığında kayalı dağların koyu gölgesinde çay demleyip içiyorduk…//
İnip bakıyorsun ki, dere akmıyor. Yalabık kayalar çatlayıp yarılmış, altın kumlar kuruyup tozlaşmış; o cennet yer çölü andırıyor. İçin burkuluyor, canın sıkılıyor, üzülüyorsun. Kaç kez, kaç kez… Hep aynı, hep aynı… Kaç kez hep aynı hayal kırıklığını yaşıyorsun.
Gitmeliyim diyorsun sonra. Yürümeliyim. Dere kabarıp su bulanıklaştığında sele doğru, sular alçalıp azaldığında ve dere kurumaya başladığında da akıp gittiği yöne doğru yüzme mi onlar. Aşağılar gitmeliyim diyorsun. Oralar kurumamıştır. Kuruduysa bile tek tük göller vardır. Gümüş pullu koca sazanlar, bıyıklı yaman balıklar sağ kalmışlardır ve göllerde yüzüp yaşıyorlardır. Öyle diyorsun. Ama bilmiyorsun; bahar bitmiş yaz olmuştur. Rahmet yüklü bulutlar, oluk oluk kaynayan soğuk sulu pınarlar bir bir kurumuştur. Sarı sıcaklar kor olup yakarken otlar solmuş, yapraklar kavrulmuştur. Çiçekler solgun, böcekler yorgundur. Yel farklı esiyor, kuşlar farklı ötüyordur artık ama sen bilmiyorsundur...
//Biliyorsun diyorsun, sen ve bendik. El ele birlikteydik. Yürümüş gitmiştik. Yürümüş gitmiş… Biliyorum, uzak değil yakında diyorsun. Çok değil az aşağıda. Derenin kıvrımında. Biliyorsun birlikte bulmuştuk onu, mor kayanın kuytusunda. Dardı ama uzuncaydı. Büyük değil küçüktü. Ama gülen yüzlü bir göldü. Gelin demişti bize. Hadi gelin. Kollarını açıp beklemişti. Koşup gitmiştik. Anadan üryan girmiştik içine. Balık tutmamıştık biliyorsun, gün batana dek sevişmiştik…//
Kaç kez, kaç kez…
Kaç kez hep gidiyorsun.
Bir umut, belki diyorsun.
Ama hep kesik kesik... Hep bir şeyler eksik. Bu sefer tamam diyorsun, tamam olmalı. Ama çok eskimiş bir film şeridi gibi durmada kopuyorsun. Kopan yerden yapıştırıp makarayı sarıyorsun, makineyi çalıştırıp filmi yeniden oynatıyorsun; hadi bakalım diyorsun. Gözlerin kocaman kocaman… Lakin parça parça bir hayat seyrettiğin. Bazı bölümler silinmiş. Ya da sisten perde çekilmiş önüne, göremiyorsun...
Kaç kez, kaç kez…
Kaç kez deniyorsun.
Ya kurumuş bir derede, ya boz bulanık bir gölde, ya da su yerine katran akan beton kanallar içinde oynaşan balıklar olsun istiyorsun . Arıyorsun ama bulamıyorsun. Yok diyorsun hep. Yok… Yanık yanık öten yusufçuk kuşu gibi. Yoook yok… Yok diyorsun ve üzülüyorsun. Sonra yağmur gibi yaş akıyor ayak diplerine. Boşalmış ağlıyorsun…
***
Yanmış yıkılmış dağların eteklerinde bir dere ama kuru, sulu değil. Yer yeşil değil ve alçalmış gök bakır rengi, mavi değil. Ağaçlar yanmış, kayalar çatlamış, sanki küller ülkesinde bir ülke ve güneşsizlik içinde…
Korkarak yaşamaktan, dik duruyormuş gibi yapmaktan zavallı ruhum yorulmuş, dayanamaz, katlanamaz olmuş. Yürü demiş bedenime bir gün, kaç kaçabildiğin yere. Yorgun bedenim yılgın ruhuma uymuş; kanlar içindeki pabuçsuz ayaklarımla, çıplak kalmış üstüm başımla, düşe kalka sık soluklar içinde günlerdir kaçıyorum. Ama neden? Amansız bir savaşın acımasız savaşçıları mıydı beni kovalayan? İnsafsız hayatın yüzümde patlayan tokatları mıydı bilinmezliklere gitmemi isteyen? Yoksa tatlı bir düş müydü; her şeyi bırak, git geçmişteki mutluluklar diyarına diyen?
İyi de neden bu yerdeyim?
Oysa diyorum sana, biliyorum. Burayı biliyorum ben. Sen de biliyorsun diyorum. Biliyorsun, birlikteydik. İşte bu dere… Bu çentik dere. Hani karlar eridiğinde ilkbaharda, kabına sığmayıp taşan, deli suları cilalı kayalara çarpa çarpa ak köpükler çıkararak çağlayıp akan…
Bildiğim yer burası diyorum, tanıyorum.
İşte derenin karşısı öküzlerin otladığı, öğlen olunca yatıp uyukladığı böğürtlen çayırı. Bak, çayırın başındaki o top ağaç, altına soframızı serip yemek yediğimiz kızılcık ağacı… Onun yanındaki taşlı yol, kışla tarafından gelip dereye inen yol… Ötede üzüm bağları, daha ötede buğday tarlaları… Çapa kazan ak yazmalı kadınlar, tenleri güneş yanığı esmer kızlar, ot biçen şapkalı adamlar, koyun sürüleri, kuzu melemeleri, köpek sesleri ve öküz güden çocuklar…
Oyunlar oynuyorduk diyorum. Yağ satarım, bal satarım, ingem ölmüş ben satarım… Kaçmazsan tutarım, tutarsam ham yaparım... Gözlerim bağlı ben ebeyim, sen saklanmazsan sobelerim…
Balık tutuyorduk sel olmuş köpüklü sulu derede; tuttuklarımızı yeşil sazlara diziyorduk. Kuş yuvası arıyorduk ormanlık içlerinde; hangi ağaçtaysalar kaybolmasın diye işaretliyorduk. Pek oturmuyorduk. Hep koşuyorduk, hiç yorulmuyorduk. Ama şimdi çok yorgunum diyorum sana. Dizlerim tutmuyor. Güçsüz bacaklarım ihtiyar bedenimi taşıyamıyor. Yara bere içindeki kanamış ayaklarım bir adım daha gitmiyor. Ruhum dahi pes etmiş. Çöküp kalıyorum kül rengi toprağa, teslim oluyorum…
***
Ayaklarımda cilalı iskarpinlerim, ütülü siyah takım elbiselerim, sarı kravatım, mavi gömleğim ve elimde şemsiyeli değneğimle çocukluğumun şehrindeyim…
//Hani soğuk kış gecelerinde sobasız koca koğuşta incecik battaniye altına büzüşüp titreyerek sabahlara dek uyuyamadığımız…
Küflü nohut yemekleri yüzünden aç kaldıklarımızda bir demet taze soğanı etli yemek gibi iyi pişmemiş ekmeğimize katık yaptığımız…
Ankara gazozu ile susamlı bir simidi ne bulunmaz nimetmiş gibi çabuk bitmesin diye küçük küçük yudumladığımız...
Hani hafta sonları toplanıp stat kenarındaki çimenli alanda koşturup top oynadığımız...
İzinsiz tatil gecelerinde yasakları delerek sinemaya kaçıp acıklı Türk filmleri seyrederken hasret yangını küçücük yüreklerimiz garipsediğinde ne biçim ağladığımız…
Mart dokuzunda daha güneşi görmenin sevinciyle kabımıza sığmayıp ıradığımız yeni uyanmış kırlarda gün boyu bir kaya kuytusunda, henüz yeni ısınmış mis kokulu nemli toprakları köyümüzdeki bahçe niyetine eşeleyerek, demirden bir halka olsa da çevirip peşinden koşsak diyerek, uçurtmamız yoktu ama mavi göklerde salınıp uçanları seyrederek ve çocuk karnımız zil çaldığında yarım ekmeğe siyah zeytini katık eyleyerek mutlanmaya çalıştığımız…
Ve okul bittiğinde sıkıntıların da biteceğini sanıp mutlu olacağız hayallerini kaybetmeden yaşattığımız…//
Kırklar tarafından girmişim şehre, ta doksan yıl öncesindeki gibi. Lakin bakıyorum da ayaklarımdakiler delik bot değil, boyalı iskarpin. Eski yırtık urbalar yok sırtımda, gıcır yeni takım elbiselerim. Sırtımda tüfek yok. Kuşağımda hançer yok. Cebimdekiler mermi değil. Omzumu eğen ekmek torbası, kalçamı döven su matarası değil. Elimdeki bastonlu şemsiye, silah değil.
Atlı askerler yok. Coşkulu sevinçle askerlere ekmek veren, ayran, su, katık getiren o güzel insanlar yok ve zaman o zaman değil.
Yanık kışladan çıkan kara dumanlar çökmemiş o günkü gibi ama çocukluğumun şehri kesif bir karanlığın içinde o şimdi kimsesiz bir şehir…
Aylarca yağmur mu yağmıştı? Dinmemece yağdı da bulutlar gene mi boşalmadı? Gündüz bile gece gibi karanlık ki, iç ürperten korkutuculuk bundan mıydı? Güneş kaç yıldır yoktu? Peki ne zaman kaybolmuştu?
Doğudan gelen süvari yolu, güneylerden gelen Asil beyli yolu, kuzey batıya giden yayla yolu, sol yanımdaki dükkanlar, kubbeli eski hamam, kına kokan arasta, pazarın kurulduğu Kara Umur ve kuzeylere açılan Tırnova caddesi…
Doğudaki kent parkına ve bu serhat şehrine simge olmuş ulu çınarın altında donup kalmışım. Koca meydan altı yöne açılan altı yolun ağızlarına kadar hep buz. Ben de buzdan bir adamım.
Buzun kalınlığı bir metreyi buluyordu. Koca şehri boğan bu kadar su dinmeden yağan yağmurlar sonucu muydu? Yoksa yedi ay önce tufan olmuştu da buraları kabaran okyanuslardan taşan sular mı doldurmuştu?
Güneş ne zaman kayboldu, kaç yıldır yoktu diyorum. Dudağını büküyorsun, bilmiyorum diyorsun. Böyle mi olacaktı diyorum, susuyorsun. Bin yıl sonra bir yudum mutluluk deyip bir umutla koşup gelecektim çocukluğumun şehrine de yılgın ruhumu zor taşıyan yaşlı bedenimi buzul çağını yaşayan ıssız bir şehir mi karşılayacaktı; cevap vermiyorsun.
Kapıları kapalı boş mağazalar, tuzsuz, şekersiz terk edilmiş bakkallar, insansız çayhaneler, camları ışılamayan haneler, lambaları yanmayan direkler… Git diyorsun bana. Meyhaneler meysiz, radyolar sessiz, gri karanlıklar içinde her yer ki, ne duruyorsun hadi git diyorsun. Diyorsun da… Koca meydan kutuplarda gibi buzul denizi. Sokaklar buz, kaldırımlar buz, her yer buz. Yarı beline kadar her şey buz denizi içinde ki, nasıl?..
Söylesene güneş ne zaman görünecek, buzlar ne zaman çözülecek? Toprak ne zaman görülecek ki çimenler ne zaman yeşerecek, böcekler ne zaman dirilecek? Yel esmeyecek mi bir daha? İnsanlar dönmeyecek, kuşlar ötmeyecek mi hiç?
Git diyorsun. Yayla mahallesindeki yurda mı gideyim? Gitsem kim tanır ki beni? Dağlardaki köyüme mi gideyim? Gitsem kim kabul eder ki beni? Daha ne yana gideyim? Ayaklarım buza yapışmışken dönsem geriye diyorum ama o vakit diyorsun; dönüş biletin yok ki…
***
Gözün görüyor, kulağın işitiyor, dilin tadıyor, burnun kokluyor, elin dokunuyor; yani bir bedenin var.
Üzülüyorsun, seviniyorsun, ağlıyorsun, gülüyorsun, seviyorsun, dövüyorsun; öyleyse bir de ruhun var.
Çalışınca yorulacaksın ve akşam olunca uyuyacaksın, çünkü buna ikisinin de ihtiyacı var.
Uykudasın ve rüyadasın. Gözün yumuk görüyorsun ama ses yok, tat yok, koku yok, his yok…
Sabah olunca uyanacaksın. Ruh terk ettiyse bedeni, hiç kalkamayacaksın. O gidecek püf yapana, sen karışacaksın suyla toprağa…
Ruh, hesap soracak bedenden; “beni iyi taşımadın” diye. Ama beden diyemeyecek ona; “beni neden terk ettin” diye…
Hayat bir aldatmaca, gerçek olan rüyalarsa…
Rüyalar yalan, gerçek olan yaşandığı sanılansa…
Dünya tümden yalan, gerçek başka bir diyardaysa…
Yaşadığımız hangi hayat?
Tevfik Tekmen Nisan/2011/Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.