- 861 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KARA GÜNLER İÇİN
Mevsimlerin en güzeli bahar. İlki sonu fark etmez. Yaprağın, çiçeğin; yeşili, sarısı, kurusu hepsi de doğanın süsü, rengi.
Meyve ağaçlarının, soğuk ayaz azıcık ısırınca pes edip birer ikişer döküldüğü günler. Sonbahar.
Arada güneş kendini gösterir, leylaklar aldanır, ufaktan çiçeklenir… Yılları da böyle yitirmişti… Güz yaprakları gibi savrula saçıla geçmiş ömür, ellili yaşlara gelivermişti.
İnsanlar da peş peşe dökülür toprağa, güz gelince. Cenazeler çoğalır sanki. Hazanla birlikte artar hüzün. Bu yaşlar, ölüm için erken sayılır. Ölümün vakitlisi olmaz, hepsi erken ölümdür. Yine de seksen olmalı insan, yaşlanmak için. Allah kimseyi elden ayaktan düşürmesin, yatağa bağlamasın diye dua edilir. Ele güne, evladına bile muhtaç olmaması dilenir ya. Allah’ın sevgili kuluymuş…
Aylardan ekim, büyük bayramın olduğu gün.
Altı çocuk büyütmüş, ömrü didinmekle geçmişti. Evde iki bekâr. İkisi evli, biri nişanlı, biri askerde. İyi kötü ekmeklerini kazanıyorlardı. Devlet işinde olan ikisi en rahat olanlarıydı. Küçük kızı da işe girer, hayırlı bir kısmeti çıkarsa…
Artık rahat etme, kafa dinleme zamanıydı. Aç değil, açıkta değildi. Altı çocuk büyütmüştü. Kimi zaman dolap beygiri gibi hissederdi: Dön babam dön! İlk kızını hatırladı. Tam da bugün dünyaya getirmişti, Cumhuriyet Bayramı dönüşü… Kolay olmuştu doğumu…
Cumhur adı geçmişti aklından, Filiz adı. Dinletememişti görümcelerine. Babaanne adı konmuş bebeğe. Diğer çocuklarına da dede, nine isimleri. Son çocukta, Eşe halanın adı yerine Neşe denince biraz gücenmişler ama öyle işlenmiş nüfusa.
Yirmi sekiz yıl geçmiş bayramın üzerinden.“Anamın adı, dağların tadı” diye sevilen kızı, şimdi bebek bekliyordu. Torunun kız olacağı içine doğmuş, çiçekli basmalardan ufak tefek giysiler hazırlıyordu. Yatağı yorganı da yapabilirse doğumunda götürecekti kızına.
Bayram sabahı geçti tüm bu düşünceler, buruk bir tat bırakarak. Çok sevdiği taze hurma tadı.
Çocuklar küçükken her bayram ellerinden tutar törene götürürdü. Yeni elbiseler diker, tertemiz giydirir, abisinin evinin balkonundan izlerlerdi. Konu komşu doluşurdu her bayram.
23 Nisan’larda 29 Ekim’lerde resmigeçit töreni, 19 Mayıs’larda da toplu gösteriler görkemli olurdu. Hiç kaçırmazlardı.
Yıllar geçmiş, çocuklar büyümüştü. İhtiyaçları gibi dertleri de artınca başlarına buyruk olmuş, bayram gezmeleri de unutulmuştu. Sonbahar yaprakları gibi döküldü anılar bir bir.
Küçük kızıyla paylaştı düşüncelerini. Liseyi bitirmiş, gelinlik çağına gelmişti. “Hadi törene gidelim” dedi. “Tıpkı eski günlerdeki gibi. Ana kız bayram yapalım, doya doya gezelim. Bundan sonra böyle. En küçüğümdün, diğerleri kadar zaman ayıramadım sana.”
Adını verdikleri gibi bahtını da güzellemek isterdi anası. Olduramazdı bir türlü coşkuyu, sevinci. İri kara gözlere doğduğu an yapışıp kalmıştı hüzün bulaşığı.
Hazırlanmaya başlarlar yalancı bahar neşesiyle...
Son yıllarda sık yoklayan tansiyon tam da fırlayacak zamanı bulur. Bu sefer hepsinden şiddetli baş ağrısıyla atar kendini divana. Ne oluyor demeye kalmadan kaybeder bilincini.
İlacın en etkilisini kullanıyordu. “Yerinden kaldırmayın” diyor eve getirilen doktor. Felç olabilirmiş... Olmuş bile. Son bir umut hastaneye kaldırılmış. Kalp masajı...
Geri gelmemiş. Çok istediği bayram törenine gidememiş. İlk yavrusunu dünyaya getirdiği saatlerde veda etmiş hayata. Torununun giysileri de teyelli kalmış dikiş makinesinin üstünde. Yaşamı gibi ölümü de kimseye zahmet vermeden oluvermiş.
Uzak yakın, köylerden şehirlerden, çocukları, hısım akraba cenazede bir araya gelmiş. Ana ölümü, ailede ilk büyük acı. Hepsinin yüreğine kor düşmüş.
Sağlığında büyük küçük demeden hatır sayıp, gönül kırmadığından çok seveni varmış. Üzüntüler, ağıtlar içten, derinden, sarsıcı olmuş. İlçenin dört bir yanından, duyan gelmiş cenaze evine. Her gelenin güzel anısı, yapılan iyilikler, yaşanan günler gelmiş dile.
Kardeşlerden en küçüğü olduğundan acılar içinde gömülmüş yeni mekânına. Toprak mevlidi okunmuş, helvası dağıtılmış. Herkes üzgün, gözü yaşlı, acılı…
Cenaze gömüleli günler olmuş. Acılar taze. Gözlerin şişi, kırmızısı geçmemiş. Ara sıra kızların, yeğenlerin ağlaması duyuluyor.
İlk haftalar evde ocak yanmaz, kazan kaynamaz. Bitişik komşu, karşı komşu, arka sokaktan, öte mahalleden, köyden, akrabalardan, eş dosttan, çarşıdan… Kazan dolusu mantı, yüksük çorbası, etli yemekler, pilavlar, tepsilerle lahmacunlar yaptırılmış, acılı acısız… “Rahmetlinin emeği çok üstümüzde” denerek yemek taşınmış ölü evine, günlerce…
Her gelene ikram ediliyor getirilenler. Yer sofrasında yeniliyor, elbirliğiyle bulaşık kap kacak yıkanıyor. Karışıp kaybolmasın, unutulmasın diye bekletmeden sahiplerine gönderiliyor. Yaşlı kadınlar Kuran okuyor kıpırdayan dudaklarla, fısıltıyla. Rahmet gönderiliyor gönül sesiyle, avuçların ayaları yüze sürülerek. Gelen giden eksik olmuyor.
Her gelenle birlikte sarılma, nasıl oldu, neden, sapasağlamdı, iyiydi, gençti, erken gitti sözleri dökülüyor sızılı, içten…
Konuşmalar duaları bastırmayacak şekilde yumuşak taneli, ezgili, harlı akıyor ağızlardan.
Yeni baştan anlatılıyor, yaralar açılıyor. Ateş düştüğü yeri yakarken, dumanı üstünde, küllenmemiş acılar, közler, korlar çıkıyor ortaya. Her yeni gelenle çıngılar sıçrıyor, yürek kabartıları diziliyor peş peşe. Herkes kendi dağına göre alıyor karı da, buzu da…
Esmer güzeli, genç bir anne gelenler arasında. Bebeği kucağında, sessiz sakin, iç çekerek ağlıyor. Üzgüsü ölümden anlaşılan, kıvılcımlı uçuklar dilinin ucunda. Kabuk bağlamaz ağızdaki yara, sızlar içten içe, kimse anlamaz, bilmez:
“Siz hiç ağlamayın, silin gözyaşlarınızı. Oturun Allah’a dua edin, şükredin. Annenize böyle bir ölüm verdiği için” deyince gözler ona çevriliyor. “ Annemi tanırsınız. Geçen yıldan beri kayıp. Ne ölüsü ne de dirisi, bir yıldır hiç haber yok. Cenaze töreni yapılsaydı da başında ağlasaydım. Bir mezarı olsa da ziyaret etseydim.”
Ortalıkta ses soluk kesilir, ne söyleyeceklerini kestiremeden, genç kadına dikilir bakışlar. Mırıltılı bir kıpırdanma olur. Boncuk oyalı tülbentli, yazmalı başlar sağa sola dalgalanır. Ritmik olarak sallanırken, derin düşünceler, yoğun duygular akar gözlerden.
Tanıyanlar, bilenler duymayanlara fısıldar, kulaktan kulağa yayılır sözler. Birden herkes hatırlar kaybolan kadını. Gazetelere geçmişti haberi.
Zengin ve bir o kadar da cimri, yaralı parmağa tükürmez Seydo’nun ikinci eşiydi…
Gençti güzeldi. Fakir bir ailenin kızıydı. Parası için vermişlerdi, rahat etsin diyerek. Altı çocuklu adamla nasıl olacaksa…
Çok dünyalığı varmış Seydo’nun. “Osmanlı Bankası batar, parasını çekse” derdi, torunları. Ne çocuklarına, karısına, torunlarına; ne de kendine hayrı vardı malının. Kefenin cebi, mezarın kasası var sananlardandı… Yolda gören haline acır… Evlerinin, malının, dükkânlarının hesabını bir Allah, bir de Seydo bilirdi…
Ölürse oğullukları mirastan pay vermez diye düşünürdü karısı. Seydo’nun sağlığında mutfak parasından artırdıklarıyla kollarına altın burmalar almıştı. Kara günler için diyerek.
Beş çocuğu, başını sokacak evi, boynunda dizili altın liraları, birde kolundaki bilezikleri vardı…
İnsanoğlu çeşit çeşit. Her kafada bir akıl. Evde bıraksa olmaz. Koluna takar el elalemin gözü kalır. Öyle hava atayım, milletin gözüne sokayım huyları da yoktur. Uzun kollu elbiseler, kapalı kıyafetler altında kolu boğazı yüklüydü, kimse bilmese de…
Kocası ölmüş. Çoluk çocuk ev dükkân derken, mal mülk paylaşılmış. Bazıları yaşarken, kimi de ölümüyle sevindirir insanları… Göle düşmüş yedi sülalesi…
Seydo’nun büyük kızı yeni aldığı ev için mevlit okutuyormuş. Öz, üvey bütün çocuklar, torunlar bir araya gelmişler. Babayı rahmetle anmışlar mı bilinmez, hepsi de keyfindeymiş yeni mülklerinin. Son görüşmeleri olmuş. Herkes evine diye çıkmış. Anne de… Bahtsız kadın sır olmuş o gün…
Evlatları polise gitmiş… Gazetelere ilan verilmiş, adamlar tutup, arayıp sormuşlar. Yok… Sır olmuş, yer yarılmış da içine girmiş sanki…
Ağlamaktan dert sahibi olduğunu söyleyen genç kadını en üzen şey annesinin arkasından söylenenlermiş. “Gören, bulan, yerini bildirene para ödülü var” denince, telefon yağmış dört yandan… En çok da genelevde gördük, pavyonda çalışıyor sözleri yüreğini dağlamış, içine oturmuş evlatlarının…
-“Annemi yeni kaybetmiş gibiyim, gözümün yaşı dinmedi. Bir yıldır gece uykum, gündüz huzurum kalmadı. Çocuğum için yaşıyorum. Siz yatın kalkın şükredin böyle ölüme” diyordu. Yaşlılar “ocaklardan ırak olsun, düşman başına vermesin” diyebildiler.
Aylar, yıllar sonra bulundu cesedi. Bakkal komşusu tarafından, kolundaki bilezikler için öldürülmüştü…
Beterin beteri denir ya. İnsan ölüme de şükredermiş demek ki!
Fazilet Ünsal Eliaçık
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.