- 1063 Okunma
- 11 Yorum
- 0 Beğeni
Yol Geçen Hanı
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Akşam oldu mu müdavimleri birer ikişer Le Bourguignon’a gelirlerdi. O saatlerde gündüz müşterilerinin çoğu çekilmiş olur, yeni gelenler yer bulmakta güçlük çekmezdi. Dolu masalar rağbetteydi; boşlar ise yalnızlık anlamına geldiğinden talep edilmezdi.
Gelenlerin hemen hepsinin bir yerlerinden sanata bulaşmışlıkları vardı. Victor güzel hikayeler yazmasına rağmen şair diye anılmaktan hoşlanırdı. Gündüzleri ise bir içki dükkanında çalıştığını biliyordum. Belki de bu yüzden diğerlerinden farklı olarak alkol almaz, sadece kahve içerdi.
Bu akşam onun karşısında oturan Edgar ise alkoliğin önde gideniydi. Kafeye çakırkeyif gelir, gece de birilerinin omzuna yaslanarak eve dönerdi. O da Victor gibi hem öykü, hem de şiir yazardı. Kendisine ne dendiğini umursamaz, ama ısmarlanan içkileri asla unutmazdı. ‘’Sana borçluyum Eugene’’ derdi, karşısındakinin isminin ne olduğuna aldırmadan. İlk yudumdan sonra Victor’a laf atar, bunun üzerine iki eski hasım tartışmaya başlarlardı. Söz düelloları civardaki yeni yetme yazar takımının etraflarında toplanmasına yol açar, onlar da fırsat bulup tartışmaya dahil olmak isterlerdi. Edgar’ın derdi ise Victor’u konuşturmak, onu kekeletip sinirlenmesini sağlamaktı. Bu yüzden de etraflarındaki kalabalığın sözlerine karışmasından hoşlanmazdı. Ama gençler koro halinde Victor’a gülüyorlarsa o zaman da onları kovalamazdı.
Bu akşam yine formundaydılar. Tek başıma oturduğum masadan onları radyo tiyatrosu niyetine dinliyordum. Jean Baptiste yanıma oturmak için sandalyeyi çekince irkildim.
‘’Keyifleri yerinde.’’ dedi, ‘’Kafe için iyi bir gecenin işaretçisi bu.’’
Jean Baptiste kafenin yöneticisiydi. Le Bourguignon onun eseriydi. Uluslararası bir havaalanında bir fransız bistrosu.
‘’Bu insanları nasıl buraya topluyorsun, anlamıyorum. Her akşam üşenmiyorlar mı şehrin diğer ucundan buraya gelmeye?’’
‘’Tek bir trenle buradalar. Masraflı olmuyor. Hem hoşlarına da gidiyor. Köhne şehirden modern cennete geçiş yapıyorlar.’’
Başımı kaldırdım. Metal iskeletin üzerindeki cam kubbeden gökyüzü gözüküyordu. Sonra etrafımızı seyrettim. Sütun dipleri çeşitli bitkilerle bezenmişti. Kafenin bittiği yerde insanlar koşturuyordu. Hemen ötemizde acelesi olan bir dünya vardı ve biz hiç bir şey olmamış gibi modern anlatının nasıl olmasını tartışıyorduk.
Jean Baptiste beni uyandırırcasına omzuma dokunup:
‘’1920 lerde değiliz’’ dedi. ‘’Şehrin içinde, ara sokaklardaki sanatçı kafesi imajı geçmişte kaldı.’’
‘’Buradaki içkileri nasıl ödeyebiliyorlar? Havaalanında fiyatlar malum.’’
‘’Dostlarımın hesapları farklıdır’’ dedi Jean Baptiste. ‘’Önlerine buranın fiyatlarını sürmem. İzninle, çalışanlara kendimi göstermem gerekiyor.’’
O kalkınca etrafıma tekrar baktım. Müdavimler çevrelerinden rahatsızlık duymuyorlardı. Evlerindeymişcesine eşeliydiler. Çoğu bira içiyordu. Ağırlıkla eski tüfeklerden oluşan bir grup ise şarap ya da viski ile demleniyorlardı.
‘’Maden suyu? Sofistike adamın içkisi.’’
Jean Baptiste’in boşalttığı sandalyeye Sue oturdu.
‘’Sen de ister misin?’’ diye sordum.
‘’Sağol, görev başında olmaz’’
Mini eteği, kısa ceketiyle çok güzeldi. Yüzünde muzip bir ifade vardı.
‘’Zaten fazla zamanımız da yok’’ dedi. ‘’Yirmi dakikaya kabinde olmalıyım.’’
Saate baktım; kalkış zamanımız yaklaşıyordu.
‘’Gidelim o zaman. Geçecek koca bir okyanusumuz var.’’
Sue gülümsedi:
‘’Emredersiniz kaptanım.’’
Toparlanıp kalktığımda hala Edgar’ı duyabiliyordum:
‘’Sefalet anlatısının dönemi bitti. Zaten sefaleti yaşıyoruz, niye bir de öyküde okuyalım?’’
Dönüp Edgar’a son bir kez baktım. Elindeki viskisi bitmişti. Sefaleti dibe vurmuştu.
YORUMLAR
İlhan Kemal
kutladım günün yazısını hayata kattığınız eşsiz güzellikleri iyi ki varsınız değerli dost İlhan Kemal ..:)
sevgim saygım selamlarımla..
İlhan Kemal
Güne gelen haklı başarınızı kutluyorum. Öyküleriniz harika. Tebrikler. Saygılarımla..
İlhan Kemal
Toparlanıp kalktığımda hala Edgar�ı duyabiliyordum:
��Sefalet anlatısının dönemi bitti. Zaten sefaleti yaşıyoruz, niye bir de öyküde okuyalım?��
Dönüp Edgar�a son bir kez baktım. Elindeki viskisi bitmişti. Sefaleti dibe vurmuştu.
Farklı bir tarz.
Gizemli çözümünü bekleyen etkin bir final.
Paris'te bazı kafelerde; Mont Martre' da ressamların arasında gezinirken ve onlarla sohbet ederken duyumsadıklarınız gibi, okunurken öykünün geçtiği yöreden yüreklere estirdiği sanatsal meltemler, nesri okunmaya ve takdir edilmeye örnek kılıyor.
Tebriklerim ve saygılarımla.
İlhan Kemal
Aynur Engindeniz'in de değindiği gibi duygusallıktan yoksun bir öykü ama bir şekilde anlatım itibariyle bu eksiklik pek de hissedilmiyor. Ama eminim ki duygusallıktan mahrum bırakılmadığı sürece öyküleriniz daha da zevkli ilgi çekici hale gelicektir.
Emeğinize sağlık..
İlhan Kemal
Güzel, provokatif yorumunuz için teşekkür ederim. Kişinin durup düşünmesini sağlayan sözlerdi. Saygılarımla.
İlhan Kemal
Anlatım ve öykü güzel isteyen istediği sonucu çıkarabilir, yazar sonucu okuyucuya bırakarak beyin cimnastiği yaptırmış.
Tebrik ederim
saygımla
İlhan Kemal
İlhan Kemal
İlhan bey çok keyifli bir öykü.. O kadar güzel yazıyorsunuz ki her yazdığınız öykünün içinne girebiliyorum..
Siz yazmaya devam ben de takip etmeye devam..
Tebrikler, sevgilerimi yolluyorum..
İlhan Kemal
Öykülerinizde bir final yok. Sanki az sonra kaldıkları yerden devam edecekler gibi duruyorlar. Asla bitmiş gibi değil, ama boşlukta da değil. Bunu bilinçli olarak yapıyorsunuz. Ve ben bu tekniği seviyorum. Ama siz yazınca...
Yazılarınızda belli bir "içki kültürü" var. Hemen her yazınızda kahraman mutlaka bir şey içiyor.
Ayrıca öykülerinizde iki veya üç tane özlü söz çıkıyor. Öykünüzü derse çevirmeden anlatmak istediğinizi ya da zihninizdeki düşünceyi gayet net bir şekilde vurguluyorsunuz. Bu da öyküye asil bir duruş veriyor.
Ama, bir şey yok öykülerinizde...Ya da ben göremedim. Duygu...
Kahramanlarınız sterilize edilmiş, duygulardan arındırılmış gibi...Gülmek sadece gülmek, ağlamak sadece ağlamak...
Bu bir eksik mi öykülerinizde...Şaşılacak şey ki, değil. Bu da anlatımınızın zihnimizi başka şeylere kaydırdığını gösteriyor. Ve biz bu eksikliği çok yoğun olduğu halde hissedemiyoruz.
İşte ben sizi en çok da bu sebeple kutluyorum...
Daha önce de söylemiştim; bu öyküleri KISKANIYORUM:)
Aynur Engindeniz tarafından 4/12/2011 9:27:27 PM zamanında düzenlenmiştir.
İlhan Kemal
''Öykülerinizde bir final yok'': Buna katılmıyorum. Birçok öyküm ''Bang!'' ile bitiyor. Öte yandan diğerleri de bugün olduğu gibi uzayıp, sonsuzda sönen yaylı çalgılar tarzında sonlanıyor. Hikayenin sonu olayların gelişine göre değiştiği için ''Final var'' ya da ''yok'' diyemiyorum. Ama öykü kahramanın olayın geçtiği yerden uzaklaşması (Kalkıp uçağına gitmesi) bir finaldir gibi geliyor. Evet, bundan sonra bir devam olabilir ama o zaman başka bir öyküden bahsetmeye başlamış oluruz (Uçağında kalkış için kontrol yapan pilot ve kendini çok önemli sanan yolcunun öyküsü gibi).
''Yazılarınızda belli bir 'içki kültürü' var'': Belki doğru bir gözlem, belki algıda seçicilik. Ben de karar veremedim. Bir çok öyküde, özellikle bize yabancı toplumlarda geçenlerde, içilebilen ortamları tercih ediyorum. Bu da öykü akışında esneklik sağlıyor. Bir kafede randevu verdiğiniz kişiyle buluşabilirsiniz (Mesela sevgiliyle). Aynı zamanda tanıdığınız ama buluşmayı kararlaştırmadığınız insanlara denk gelebilirsiniz (Mesela eski sevgiliyle). Ya da hiç tanışmadığınız insanlarla ilk sohbetinizi yapabilirsiniz. (Mesela gelecekteki sevgiliyle). İşin güzel tarafı bunların yolları aynı zamanda o mekanda kesişebilir. Bu yol ağzında, yani kafede, karakterlerin bir şeyler içmeleri de doğaldır. Kendi özelime gelince ben kahve içmeyi çok seviyorum. Bu yüzden de onu arada fazladan öyküye (ya da şiire) dahil edebiliyorum. Alkollü içkiler sandalyeler gibi rol icabı anlatıdalar.
''Ayrıca öykülerinizde iki veya üç tane özlü söz çıkıyor.'': Çok özlü söz taraftarı değilimdir ama insanlar konuşurken bu tarz laflar etmeyi seviyorlar. İster istemez bu da öykülere o karakterlerle beraber giriyor.
''Ama, bir şey yok öykülerinizde...Ya da ben göremedim. Duygu...'': Bu yorumu daha önce de birden fazlakere yapmıştınız. Üzerinde durmam gerekiyor.
Anlatım tarzı yüzünden öykülerde pek iç konuşmalara yer vermiyorum. Karakterlerimden hiç biri ''Anam, anam, ne kadar da yanlızım.'' diye hayıflanmaz. Genelde yaratılan durumun, olay örgüsünün o duyguyu vermesini beklerim. Sonuçta olağanüstü, okuyana yabancı gelen durumlardan bahsetmiyoruz. Okuyucu bir Zerg ile karşılaştığında korku mu, iğrenme mi duyması gerektiğini bilmeyebilir. Burada anlatıcının yol göstericiliği beklenir. Ama ''Cenaze töreninden sonra Ahmet'in ceketini kapıcının oğlu Hasan'a vermiştim. Dün ise Hasan'ın ceketi esrar alabilmek için sattığını öğrendim'' dendiğinde babanın duyguları üzerinde daha da fazla durmuyorum. Okuyucu ''içinin cız etmesi''ni metinden çıkarabiliyor olmalı.
Bugünkü öykü de ''duygusuz''lardan biri olmalı (Olmasa o yorumu yapmazdınız). İzninizle benim açımdan öyle olmadığını söylemeliyim. Hikaye özellikle bir trajik durumdan bahsetmiyor. Havaalanında alışılmadık bir kafe atmosferini anlatıyor. Ama belirli bir duygu içerdiğini düşünüyorum. (Siz olmasanız bile bu metni okuyanlardan bazılarının bu noktada tek kaşlarını kaldırıp ''Allah Allah'' diyeceğini tahmin ediyorum). Burada altı fazla çizilmese de bir dışlanmanın ve kendini farklı hissetmenin öyküsü var. Bu duygu (Sizin gibi bir iyi bir okuyucu bile bunu hissedemediyse epey derinlerde gizli kalmış olmalı) ismi olmayan kaptan pilota ait. Öncelikle kendisi o sanatla ilgili çevreden değil (Bunu öykünün sonunda öğreniyoruz). Onunla konuşan ay da ona laf atan birileri yok. Rağbet dolu masalara iken kaptan boş bir masada, tek başına içiyor. Hemen herkes elinde alkollü içkiler varken o maden suyu içmek zorunda. Düşününce o kalabalığın içinde tek üniformalı kişi olarak göze battığını da hayal edebiliriz. Masasına kafenin yöneticisi geliyor ama o diğer ''dostlar'' gibi ucuz tarifeli bir hesap ödemiyor. Demek ki kafe yöneticisinin dostu değil. her şey bir yana insanların keyif için havaalanına gelmelerini anlayamıyor. Bu da çok doğal, çünkü kendisi için orası bir iş yeri ve kesinlikle cennet diye tanımlanacak bir yer değil. Özetle kaptan etrafında olan bitenin içine giremiyor; o Le Bourguignon'da bir yabancı. Masasına gelen güzel kadınla bile ilişkileri iş düzeyinde.
Dediğim gibi, bu öykünün temel hedefi kaptanın duyguları değil ama elimizin altından da bir ''yabancı'' kayıp gidiyor.
En son bölüme yazdıklarınız ise az cesaret gerektirmiyor. Böyle bir şeyi itiraf etmek, hele de toplum içinde, benim sahip olmadığım bir yeti. Saygıyla önünüzde eğiliyorum.
Aynur Engindeniz
Ne demek istediğinizi gayet iyi anladım. Ki ben gerçekten son derece dikkatli bir okuyucuyumdur.
İçki derken alkolü kastetmedim; genel anlamda kullandım. Sadece dikaktimi çekmişti.
Ben sizinle ilgili net düşüncemi buldum. Siz fotoğraf çekiyorsunuz. Herşey aynen olduğu gibi canlanıyor gözümüzde. Hem de en ince detaya kadar. Duygu o yüzden hissedilebilir değil. Var olan duyguyu da okuyucu görsün istiyorsunuz.
Duygudan kastım elbette kahkahalar ya da kahırlar değil. Tam olarak anlatamıyorum. Neyse birgün elbette bunun tarifini bulacağım.
Kıskanma meselesine gelince, neden, bu toplum içimde söylenmeyecek kadar ayıp bir şeydi de annem bana öğretmedi mi acaba diye düşündüm. İnsanlar kıskanabilir. Bunu gizleyene haset derler, söyleyne de sizin söylediğinizi söylerler:) Benim kıskançlığım negatif yönde değil, aksine kendimi daha ileriye taşımam için elzem bir şey. Hem bunda hiç bir sakınca görmüyorum. Kendiyle son derece barışık bir insanım. Değeri de hem taktir eder hem kıskanırım. Maşallah da derim merak etmeyin.
Neyse çok uzattım. Kısacası hala öykülerinizin hayranıyım...
Saygılar.
İlhan Kemal
Fotoğraftan çok (Benzetme yanlış olmasa da) olaylara (ya da durumlara) dayalı olarak tanımlamayı tercih ederim.
Güzel ve emek içeren yorumlarınız için gerçekten teşekkür ederim.