- 746 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Benim Zavallı ‘dil’ İm (düşünceler)
Epey oldu, tartışmalardan haberim vardı; yani sözlüklerde kadınları “aşağılayan” deyim ve atasözlerinin varlığının gündeme gelmesi ile ilgili tartışmalardan.
Konunun gündemde yoğunlaşmasıyla da TDK başkanı bu deyim ve atasözlerinin Türkçe Sözlük’ten çıkarılacağını, yeni baskısında bu gibi ifadelerin yeralmayacağını açıklamış; hem de “(bunlar)Türk gelenek, kültür ve inançlarına uymayan ” sözler ifadesini kullanarak.
“Haberim vardı” derken Yeni Şafak Kitap ekinden Rasim Özdenören’in makalesinden okumuştum. Özdenören “Sözlükten çıkarılacağı söylenen atasözü ve deyimler TDK sözlüğü marifetiyle dilimize girmedi ki, o sözlükten bu atasözü ve deyimler kaldırılınca unutulsun .” diyerek tepki gösteriyordu haklı olarak.
Bu meseleyi işleyecektim ama ihmal ettim. Bugün Yeni Şafak’ı okurken “Düşünce Gündemi” sayfasında Türkiye Yazarlar Birliği Şeref Başkanı D. Mehmet Doğan ‘ın bir yazısı ile karşılaşınca kısaca değineyim dedim.
Doğan’ın yazısına tekrar döneceğim ama konu bağlamında bir noktaya temas edeyim.
Sık sık söylerim, nev’i şahsına münhasır bir ülkede yaşadığımızı. Bu ülke hiçbir ülkenin başına gelmeyen bir felaketi yaşadı. Dilimizi, yani geçmişimizi, geçmişle irtibatımızı kaybettik. Asırların birikimi olan kütüphanelerdeki hazinelerimiz aniden yabancılaştı bizlere.
Burada Üstad Cemil Meriç’in dil devrimi konusunda yazdıklarını çok önemli buluyorum. Bir kısmına bakalım. “Mağaradakiler”de şöyle yazıyor Meriç:
[…] Nihayet İstiklal Savaşı…Yangın alevleri içinde doğan genç bir devlet. Evet, çetin bir imtihandan yüz akıyla çıkmıştık. Ateş mazinin bir çok levslerini temizlemişti, ama Pyrhusvâri bir zaferdi bu.
Batı’nın silâhlı saldırısını püskürtmüş, Batılılaşma sevdasından kurtulamamıştık. Avrupa vazgeçmemişti avından. Aydınlar devrilen hisarlar karşısında sevinç çığlıkları atıyordu. Düşmanın teslim alamadığı tek kale almıştı: hafıza, yani dil.
Bugünü düne bağlayan köprü uçurulmadıkça tarihten kopamazdık. Tasfiyecilerin her taarruzu bozguna uğruyordu. Karşılarında mabedin şuurlu ve inanmış bekçileri vardı.
[…] Balkan Harbi, Trablusgarp, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı..Vatan coğrafyası bu müselsel felaketler yüzünden küçülürken, aydın sayısı da azalır.
Öyle ki İstiklâl Savaşı’nın muzaffer başkumandanı harfleri değiştirmeğe kalkışınca, bir avuç entelektüelin alkışlarıyla teşci edilir. Arap harflerini müdafaaya yeltenen bir tek hoca çıkar: Yahudi Avram Galanti. Harf devrimi, kütüphaneleri tuğla yığınını çevirir. İrfanımızı düne bağlayan köprüler uçurulmuştur.
[…] Müstağripler, zaferin sarhoşluğuyla bedahetlere meydan okurlar. Hiçbir ülkenin eşine rastlamadığı bir vandalizme inkılâp adı verilir: Dil İnkılâbı.
Bu aşırı tasfiyecilik çıkmaza saplanınca sahneye yeni bir nazariye çıkarılır: Güneş Dil Teorisi. Bu dâhiyane buluş intelijansiyanın namusunu kurtarır. Türkçe bütün dillerin anası olduğuna göre özleştirmeğe ne lüzum var..
Ama bir kere ok yaydan fırlamıştır. İntelijansiya ebedi şef’in ölümünden sonra büsbütün gemi azıya alır. Dil devrimi politikanın emrindedir artık.
Ona dil uzatmak, devlete karşı koymaktır. Aydının tek hürriyeti vardır: dili tahrip, Mektepler nesillerin hafızasını nesebi gayr-ı sahih “tilcik”lerle doldurur. Güdümlü basın bu yıkıcılığa alkış tutar.
[…] Elbette ki her dil, yeni bir mefhuma, yeni bir karşılık bulmağa çalışacaktır. Çılgınlık, dilin öz malı olmuş lafızları, kökleri Arapça ve Farsça’dır diye kovmaya kalkışmak.
Birincisi inşa, ikincisi tahrip. Cetlerimiz, buldukları yeni kelimeleri devlet zoruyla kabul ettirmediler. Her buluş bir teklifti sadece. Osmanlı’nın “tilcik” üretmeğe memur ulema-yı rûsumu yoktu.
[…] Osmanlıca sözler niçin kovulmalıymış, biliyor musunuz? Yeni harflerle yazılamıyorlarmış da. Ne dâhiyane gerekçe! Dil alfabeye uymuyor diye bin yıllık dile kıyacağız.. Buna alfabe değil Prosküst’ün yatağı derler.
Üstad yine “Mağaradakiler”de Cezmi Ertuğrul’un şu sözlerini alıntılıyor:
[…] İnsan zekası yeni fetihler yaptıkça dil de yeni mefhumlarla zenginleşir. Yaşayan ve ilerleyen bir milletin dili, olduğu yerde kalmaz. Yabancı kaynaklardan aktarılan kelimeler, o dilin öz malı olur, atılamazlar bir daha.
Biz onları çıkardık sanırız, ama bir de bakarız ki kısa bir zaman sonra hep birden geri dönmüşler. Diller de toplumlara benzer; kendilerinde olmayanı temas ettikleri medeniyetlerden alırlar..
Kelime iktibasları dili geliştirir, zedelemez…Norman istilasıyla İngilizce’ye çok geniş ölçüde Fransızca sözler girmiş, dil değişmiş mi? Hayır. Kelime hazinesinin büyük bir kısmı Roman kaynaklı, ama İngilizce bir Cermen dilidir. Almanca, İngilizce, Fransızca Latince’den yalnız kelime almakla kalmamış, bir sürü de kural almıştır…
İngilizce’deki mefhumlardan yüzde seksenden fazlasının biri Sakson, öteki Latin menşeli iki ayrı karşılığı var. Tıpkı bizim gibi. Kelimeler dilin hammadesi.
Dili yapan nahiv. Ana kuralları ayakta durdukça, o dile dünyanın bütün kelimeleri girse, bağımsızlığı tehlikeye düşmez. Dildeki keşmekeş yabancı kelimelerin çokluğundan gelmiyor, anarşi kafamızda.
Üstad Cemil Meriç, dil devrimi savunucusu Suat Yakup Baydur’a verdiği cevapların devamında da şöyle diyor:
[…] Genç hafızalara yerleştirilen “tilcik”ler üredikçe üremiş, nesillerin zevk selâmetini bozmuş, onları tarihlerinden ve mukaddeslerinden koparmıştır.
Bu ülkenin aydınları yıllarca tek hürriyet tanımışlar: Dillerini tahrip hürriyeti. Tefekkür yasaklanmış, irfana sadakat, vatan ihaneti sayılmıştır. Zekâları felce uğratan bir devrimdir bu.
Zaman zaman halkçılık, milliyetçilik, ilericilik ve benzeri mefhumların arkasına saklanmıştır. Bu çılgınlığı solun cılız omuzlarına yüklemek yanlış. Suç hepimizin.
Hepimizin yani minnacık çıkarları uğruna bir avuç mirasyedinin kararlarına kafa tutmayan cebin ve izansız bir intelijansiyanın.
Cemil Meriç’in sözleri “dil devrimi” adı verilen uygulamanın vehametini gözler önüne seriyor. Dil devrimi diye dünyanın hiçbir memleketinde görülmemiş bir devrim yaptık.
Dil canlı bir varlık gibidir, ondan bazı kelimeler atmaya çalışmak organizmanın uzuvlarını kesmeye benzer. Sonuçta onu sakat bırakır; hatta öldürür. Aslında bu konu oldukça uzun. Bunu ayrı bir yazı olarak işlemeye niyetim olduğu için asıl vurgulamak istediğim noktaya geleyim.
Başa dönersek; başlatılan kampanya neticesinde TDK Başkanı’nın sözlüklerden bir takım ifadelerin atılacağına dair beyanlarını okuyunca yaşanan onca felakete rağmen hala aklımızın başına gelmemesine hayıflandım.
TDK başkanlığı gibi bir makamın başına gelmiş bir kişinin, bu söz ve ifadelerin sözlükten çıkarılmasıyla “dil” den atılabileceğini ve unutulabileceğini sanması ne kadar da ironik? Düşünebiliyor musunuz, TDK Başkanı daha “dil”in ne olduğunun farkında değil.. “Attım” demekle kelime, deyim, atılabilir mi?
Mehmet Doğan yazısında birkaç sene önce, “Devlet sözlük yazar mı?” başlıklı bir yazı ile resmî-yarı resmî sözlüklerde devlet ideolojisinin yansımalarını ortaya koyduğunu ve bunları ” fikir hürriyetinin, bilim özgürlüğünün olduğu yerde, devlet sözlük yazmaz, sözlük yazdırmaz.
Kelimeleri anlamlandırmaya, tarif etmeye kalkışmaz. Fakat Türkiye’de hâlâ devlete böyle fonksiyonlar yüklemek isteyenler var! Bu çağ yanılmasının (anakronizm) çaresi, önce hürriyetleri bilmek sonra da onlara saygı göstermektir.
Emin olun, dogmacılığı besleyen fikrî devletçilik, bilimsel devletçilik, iktisadî devletçilikten daha az zararlı değildir! ” sözleriyle ifade ettiğini söylüyor.
O zamanlar TDK Başkanına bu konu sorulduğunda başkanın kendilerine şunu söyle tarif et diye bir baskı gelmediğini, sözlük metinlerini özgürce oluşturduklarını söylediğini ifade ederek “Şimdi ise, hangi sebeple yapıldığını tam olarak bilemediğimiz bir kampanya üzerine, sözlükten bazı deyim ve atasözlerinin ihraç edileceğini söylemektedir.” diyor ve çok haklı olarak bu ne perhiz demeye getiriyor..
Yani eski şaşkınlığımız aynen devam ediyor. Bu durumdan ne zaman kurtuluruz bilmiyorum ama mevcut durum, onca olan bitene rağmen başımıza gelen felaketlerin; bu ne doğulu ne batılı ucube durumumuzun, bırakın sebeplerini bilmeyi, farkında bile olmadığımızı gösteriyor.
Mehmet Doğan yazısının devamında gayet yerinde tespitlerle şunları yazıyor:
(TDK başkanının beyanına atıfla) Bu beyanı nasıl ciddiye alabiliriz? Veya bir bilim adamına, dilciye kondurabiliriz? Dil geleneğin, kültürün ve inancın en sahih taşıyıcısıdır.
Dil varlığımız bizi bu hususlarla ilgili gerçek anlamda görüş sahibi yapabilir. Gelenek, kültür ve inançlarımızı gerçek anlamda dilimizden öğrenebiliriz.
Halbuki bu tasfiyeci tutumda gelenek, kültür ve inançlarla ilgili bazı sun’i ölçüler belirlenerek geçmişe doğru yürütülmektedir.
TAHKİR, TEZYİF, TERZİL, İSTİHKAR, AŞAĞILAMA…
Peki sözlüklerde kadınları aşağılayan deyimler, atasözleri bulunmalı mıdır? Benzer bir soruya cevap verdikten sonra konuyu düşünmeliyiz: Tarih kitaplarımızda hoşumuza gitmeyen hususlar bulunmalı mıdır? Mesela mağlubiyetlerimizi tarih kitaplarından çıkaralım mı? Kaldı ki, bir toplumun dili aşağılamaları barındırdığı gibi, övgüleri de ihtiva eder.
Sevinçleri anlattığı kadar, üzüntüleri de yansıtır. Heyecanımız da, sükûnetimiz de dilimizde ifadesini bulur. Dilimizle dua da ederiz, küfür de!
Dil, “metin” aklımıza estiği zaman, günün sürekli değişen taleplerine göre müdahale edilen, bugüne göre yeniden oluşturulan bir alan değildir / olmamalıdır.
Sözlüklerde sadece kadınları aşağılayan deyim ve atasözleri mi vardır? İlk atasözü kitabımız olan, Şinasî’nin Durub-ı Emsâl’inde yer alan, “Bahtım olsa idi anamdan kız doğardım. Erkek arslan arslan da dişi arslan arslan değil mi?
Muhannes (alçak, namert) erden avrat yeğdir” sözleri, kadınların önemini vurgulayan çok sayıda sözü hatırlamamıza yardımcı olabilir. Hele kadın “ana” ise, onun yüceltilmesi, “baba”yla kıyaslanamayacak ölçülerdir.
Sadece üç örnek: Ana gibi yar olmaz, ana başta tac imiş ve ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar… Buna karşılık, aynı kitapta “Ere inanma, suya dayanma. Erlik on ise dokuz hiledir” sözlerine de rastlayabiliriz.
Bu vesile ile, “erkekleri aşağılayan” bir hayli deyim ve atasözünü de hatırlayabiliriz. “Erkek koyun kasap dükkânına yakışır”, “soğan erkeği”, “iskele babası” hemen aklımıza gelenlerdir.
Demek ki, kadın veya erkek cinsini tümden kötüleyen değil, her iki cinse ait durumları belirten ibareler sözkonusudur. Atasözlerimize göre, “kadının saçı uzun aklı kısa”dır ama, “kadının fendi erkeği yener”! “Hazır evin has kadını” sözü gibi, esasında kadınlarla ilgili bir hüküm belirtmeyen fakat içinde kadın geçen sözlerimiz de az değildir.
Sözlüklerde “fâhişe” kelimesine rastlayan birisi, bütün kadınların bu sınıfa girmeyeceğini bilir; tıpkı pezevenk kelimesinin erkeklerle ilgili hoş görülmeyen bir durumu anlatması gibi, bu da kadınlarla ilgili hoş görülemeyecek bir durumu anlatır.
İyi hâller ve kötü hâller, toplumun yüzlerce, binlerce yıllık süzgecinden geçirilerek deyim ve atasözlerine yansır. Önemli olan cinslerin aşağılanması değil, hâllerin halk nezdinde değerlendirilmesi, hisse alınacak şekilde ifade edilmesidir.
Doğan yazısının son kısmında da “Dil konusunun böyle bir şekilde gündeme gelmesi zihnimizin ne ölçüde tahrip edildiğini bir daha hatırlatıyor bize.” diyerek Cemil Meriç’in feryatlarındaki haklılığı vurguluyor adeta.. Ve ekliyor: “Tahribatı onarabilmek için, diplomalı okur yazar olmak yetmez, gerçek okur olmamız gerekir.”
Peki bu mümkün mü?
Birçok alanda umutları yeşerten hususlarla karşılaşıyoruz.. Ama TDK başkanlığı gibi bir makama oturmuş kişilerin “şecaat arzederken sirkatin söyler” halleri bütün umutlarımızı yerle bir ediyor.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.