- 1070 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
YAĞMUR
Doğudan gelmişlerdi Ege’nin bir ilçesine.İşler bol herkes,her yer kendilerine kucak açacak sanarak ,umarak… Güney Doğu’nun kar yağdığı zaman tüm yakın köylerle dahi iletişiminin kesildiği bu kır ve verimsiz inatçı köyünden.
Tası tarağı toplayıp Ege’ye ,o inci Ege’ye, başlarına incilerin yağacağını sanarak. İnsanın başına bir taş düşmeye görsün,Allah’tan başka kaldıran olmayacağını bir an unutarak. Bir hata etmiş şundan bundan medet ummuşlardı işte, sonu hüsran, rezillik…
Ege’nin bir ilçesi alı gülü mor menekşesi çalışana ekmek var ama çalışacak durumun yoksa vah vah diyen çok.. Tanımaz bilmezlerdi kimseyi, ilçede seracılık yapardı gelen giden gurbetçi .Garip Mehmet de umut edip gelmişti işte, ne elde var, ne avuçta.
Beş nüfusun çalışanı, ancak evin biraz diklenmiş oğlu ve arada iş bulursa, fukara Mehmet’ti, seracılarda işini biliyordu gürbüz güçlü adam istiyorlardı, çiçek kasalarını taşıyacak. Bu yüzden çoğu zavallıya iş vermek istemiyor,sararmış yüzünden kazağından çıkmış uzun zayıf bileklerinden çekiniyor.Hem kapalı yer seranın içi, bulaşıcı hastalığı olabilir diye de ürküyorlardı.
Hakları da yok değildi hani bulaşıcı olmasa da Mehmet’in bir hastalığı vardı.Doktor kendisine siroz teşhisi koymuştu ya, anlamamıştı ciğer hastalığı deyip duruyordu.
Komşuların yardımıyla yeşil kart çıkartmasalardı doktora da gidemezdi. Yaşadıkları ev… İlçenin yamaçlarında eski bir virane, ev denirse oda evdi kendince, yüz liraya nasıl bir ev bulunabilirdiki zaten,onlar bunada razıydı fakat her yağmur yağdığında evin tavanından su damlıyordu..
Ailenin küçük iki oğlancığı genelde zeytin , ekmek , patates haşlaması olan ve hiç değişmeyen azıklarına inat kırmızı yanakları, topaç gibi suratlarıyla dimdik duruyorlardı.
Allah onlara özel gıdalarla beslenen çocuklardan bile daha ileri bir gürbüzlük vermişti.Evin hastalıklı erkeği Mehmet’in, hayatta bir dikili ağacı bile olmamış, atadan babadan gülmemiş, akrabaları da fakir diye çoktan defterden silmişti.Artık yese de yemese de kilo almıyordu.
O sabah, evin iş gören tek oğlancığı seraya çalışmaya gitti Mehmette evde oturamadı ben ölürsem bunlar nasıl geçinecek sonumuz ne olacak, diye düşünmekten daha da hasta olmuştu.
Karısı ağzını yaşmaklamış sessiz , uslu , kenarda ekmek yapıyordu.Kadıncağız oturdukları kira evinin bahçesinde iğreti bir tandır yapmıştı en azından ekmeğe para vermiyorlardı.
Uzun upuzun bir odun gibi kalmış adamcağız elleri ceplerinde şaşkın bezgin kendini sokağa attı…
Ne elde var ne avuçta ! gözleri yaşlarla doldu bir an, her şeyin iyi olacağını düşünmüştü hep,ama hiçbirşey düzelmiyorduki.
Kulaklarında anasının sesi “Hiçbir zaman isyan etme oğlum Allah büyük , gün doğmadan neler doğar”.Anasını , atasını , vatanını hep sevmişti.
Farkında olmadan kaç sokak geçti kim bilir.Gezdiği yerleride artık tanımıyordu şunun şurasında geleli ne olmuştu ki.
Bir kenarda düşüp ölse hırsızlar üstündekileri almaya iğrenir, kaçarlardı.Dizleri yırtık bir pantolon, kim bilir hangi çöpün kenarından bulunmuş ayağına bol gelen bir çift potin, komik zavallı eski bir kazak,karmakarışık saçlar…
Yağmur da başlamıştı.Usul usul ,kimse anlamaz diye, yağmurun altında hem ağladı, hem iş aradı.
Seracılar zamanında işçilerini almışlardı arada boş kalan yerlere de biraz olsun üstü başı düzgün sağlıklı adam arıyorlardı. Yalnızca sera sahibi bir adam, ona iş vermemişti ama perişanlığına acıyıp , bir kenara oturtmuş,eline sıcak bir çay tutuşturmuştu.
Çayı içince biraz dirilir gibi oldu.Anlıyordu herkes kötü değildi.Zaten öyle olsa dünya hiç ayakta durur muydu?
Fakat yağmur o kirli ve eski kazağından girip potininin yırtık deliklerinden çıkmış, onu mahvetmişti. Kır bıyıklı,şişman seracının yanından ayrılırken adamcağız cebine bir şeyler sokuşturdu ya utanıp bakamadı.
Eve geldiğinde akşam oluyordu.Zavallı Mehmet’in üzerindeki geçmeyen üşüme, titremeye dönüşmüştü.Üstünü başını değiştirdiler.Kırık, eski teneke sobaya dört beş çalı çırpı attılar ısınmaya çalıştı ama nafile…
Sabaha kadar inledi.Sabah nasıl oldu, bilmiyordu.Öğleye doğru bayılmıştı.Hastaneye kaldırdılar ateşten kendini kaybetmişti.
Günlerce hastanede yattı.Rengi biraz düzelmiş,eli ayağı az da olsa etlenmişti doktor bu garip ,ezgin adamın sirozuyla ilgilendi.Tedavi edilecek durumda olduğunu söyledi İhtimamla baktılar, İlaçlarına da cevap verdi, kısa süre de iyileşti.
Hastanenin başhekimi Mehmet ile ilgilenmişti.Ailesiyle pek sefil bir durumda olduklarını öğrenmişti.Evlerine gitti,baktı nekahat dönemini atlatan Mehmet’i bu eve göndermek Mehmet’in ölümü olacaktı gerçi evlerinde her şeyden habersiz gülüşüp oynaşan beş altı yaşlarındaki iki oğlancığın kırmızı yanakları çok hoşuna gitmişti ama, biliyordu ki böyle yaşamaya devam ederlerse onların da sonu başka bir trajedi olacaktı.
Allah’tan korkan,değerli eski bir İstanbul beyefendisinin oğlu olan bu başhekimin yüreği elvermedi zavallı Mehmetin ve çocuklarının helak olup gitmesine hani herkes sütünün gereğini yapar derler ya onun da sütü temizdi.
Onları yazlığının bahçesindeki, eskiden kalma,iki odalı hizmetli evine taşıdı bir kaç gün sonra. Mehmet’e belli bir aylık verecek, karısıda evin temizlik işlerine bakacak, Mehmet’se bahçeyle ilgilenecekti.
Günler geçmiş işte yine Haziran ayı gelmişti. Mehmet’in iki topak oğlancığıda diğer çocuklar gibi okula başlamışlardı.. Büyük oğlu da artık çalışmıyor,dışarıdan okuyordu. Evleri basit sade ve iç açıcıydı.
Mehmet elinde bahçe makası gülleri düzeltirken, yağmurda usul, usul, çiselemeye başladı karısı kapıya çıktı”Allahım yaz günü bu ne yağmuru, çocuklar okuldan gelirken ıslanacaklar” diye endişeli, endişeli, söylendi.
Evet Mehmet gülüyordu hem de alttan eksik dişleri görünecek kadar, ’Kadın sakın rahmete laf etmiyesin’ dedi. ’O rahmet yağmasaydı şimdi kim bilir hangi eşek damında geberip gidecektim’.
_____________________RabiaBelgin___________________________
Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcisine aittir