- 962 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KESTANE ÇORBASI
KESTANE ÇORBASI
Öğretmenliğe başladığım Cide’de devlet bankasının önünde sıramı beklerken, bir yandan da yeni atandığım Sakallı Köyü’ne gidecek otobüsü kaçırmamak için sincap telaşıyla kısa aralıklarla saatime bakıyordum. Bankanın önünde yoğun bir kalabalık vardı. Yeni öğretmenler ve Cide köylüleri bankanın önünü doldurmuşlardı. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen dağ köylerinden ardı sıra inen minibüsler pazar yerine park etmekteydiler. İlk dikkatimi çeken köy kadınlarının sırtlarındaki küfelerde bulunan kestaneler, bakraçlardaki taze yoğurtlar, sepetlerdeki taze yumurtalar ile çuvallardaki ıspanak ve marullar olmuştu.
Bugün görev yapacağım Sakallı Köyü’ne gitmek için sabah erkenden kalkmıştım. Sağanak yağmurun altında Arnavut kaldırımı döşenmiş sokaklarda garaja kadar yürümüştüm. Yağmurdan kaçan insanların sığınabilecekleri tek yer olan yaşlı çınar ağacının gölgesindeki baraka sayılabilecek eski kahvede köylüler, yeni tutuşturulmuş bir sobanın etrafında toplanmışlardı. Üşüyen ellerini ovuşturan köylüler, medet umarcasına kendini bile ısıtamayan sobanın etrafına taburelerini yaklaştırmaktaydılar. Kahveye girdiğimde soğuktan kulakları kıpkırmızı kesilmiş, elleri üşümüş olan yabancıya doğru baktılar. Soru soracağımı bilircesine başlarını kaldırdılar.
—Afedersiniz Sakallı’ya nasıl gidebilirim?
Kısa bir tariften sonra bindiğim İstanbul otobüsü Cide’ye gelen yolcularını köylere dağıtmak için yola çıktığında dağlara baktım. Hayatımda ilk defa gördüğüm yüksek dağlar yoğun bir sise bürünmüştü. Otobüsümüz Karadeniz’in kıvrımlı sahil yokuşlarında ağır ağır yol alırken Karadeniz’in hırçın dalgalarında boğuşan bir balıkçı teknesi gibiydi. Otobüstekilerin Cide’yi son defa gördüğü Köpekkayası virajını keskin bir manevrayla döndüğümüzde şoför rahatlamıştı. Sarp kayalıklardan aşağılara doğru bakarken ilçe çöplerinin buraya döküldüğünü fark etmiştim. Dağlara ve denize paralel gidilen kısa bir sürenin ardından tekrar kıvrımlı, inişli çıkışlı yollara sapıldığında otobüs ardında kara bir egzoz dumanı bırakarak yol alıyordu. Otobüstekilerin “Kuşçu Köyü’nden sonraki köy” diye tarif ettiği için Kuşçu Köyü tabelasını gördüğüme sevinmiştim. Köy yolunun girişindeki çok eskilerden kalma devasa değirmen taşları dikkatini çekmişti. Geniş bir vadinin ortasından akan Aydos Çayı’nın üzerinde uçan yeşilbaşlı ördeklere bakabilmek için otobüsün penceresindeki ekose desenli perdeyi sonuna kadar çekmiştim. Böğürtlenlerin ve şerbetçiotlarının sarmaladığı Sakallı Köyü tabelasını gördüğümde yerimden doğruldum. Şaşkın gözlerle kızıl kiraz ve somon kavak ağaçlarının arasında kaybolan rutubetli evlerle aynı hizadaki küçük köy okulunu fark ettim.
Otobüsten iner inmez yüksek ağaçların altından okula doğru yöneldim. Okulun kahverengi boyalı demir kapısından girdiğimde yüzünü tam olarak göremediğim bir kadın elinde süpürge ve kürek, bir sınıftan diğer sınıfa geçmekteydi. Müdür odasının kapısını çalmama rağmen daktilo başındaki müdürün beni ve tüten sobayı fark etmediğini fark ettim. Az sonra sobanın üzerine gelişigüzel bırakılmış, is bağlamış çaydanlıktan dökülen bir bardak çay içimi ferahlatırken görev dilekçemim yazıldığı daktilonun arızalı M harfi durmadan yerinden fırlıyordu. Her seferinde yere uzanıp almak zorunda kaldığım bu M harfi daha önce çalıştığım muhasebe bürosunu hatırlatmıştı.
Köyün tek kiralık evi olan Cafer Kaptan’ın evini bir an önce kiralayabilmek için köyün dar sokaklarında yürürken; bir yandan da ev sahibi hakkında okul müdüründen bilgi alıyordum. Ömrü hep denizlerde geçmiş, uzaklarda azalmış ve hayatı boyunca bir aspirin dahi almamış olan Cafer Kaptan’ı merak ediyordum.
Müdür Bey’in gösterdiği tarafa doğru baktığımda sarı badanalı bu evin pencerelerinin koyu yeşile boyanmış olması beni hayal kırıklığına uğratmıştı. İçine girmeden izlenim edindiğim bahçesinde salkım söğüt ağacı bulunan bu ev, Üsküdar’daki evime benzemediği gibi köyün betonarme diğer evlerine de benzemiyordu. Tahta bahçe kapısından girdiğimizde başımıza değen salkımsöğütlerin altından eğilerek geçtikten sonra gazoz şişesi dibi kalınlığındaki gözlüklerinin büyüttüğü deniz mavisi gözlerini şaşkınca açmış bir şekilde bekleyen Cafer Kaptan tam karşımızda duruyordu. Bir yandan elimi tırmalayan nasırlı elleriyle tokalaşırken, bir yandan da şaşkınca beni tanımaya çalışıyordu. Salkım söğüt ağacının altında kısa bir konuşmadan sonra okul müdürü bir sigara yakarken Cafer Kaptan beni içeri davet etti. Esnek ve çürük dar ahşap merdivenlerden sakınarak çıkarken bir yandan evi hakkında bilgi veriyordu. Yedi kapılı salona çıktığımızda keskin rutubet ve fare kokusu burnumu tıkamıştı. Kırık dökük kapılı odaların kapıları her açıldığında Karadeniz’in hırçın rüzgârı kırık pencerelerden içeri doluyordu. Yola bakan oturma odasına girmeden başında fötr şapkası olan ihtiyar kaptan “Hüseyin Usta” diye seslendi. O an evde bulunan; birisinin daha olduğunu anladım. Tavanından yağmur suyu damlayan ve duvarlarında kurum izi olan camgöbeği mavisi boyalı odada baca deliğini tamir etmekte olan Hüseyin Usta işini bırakarak aşağı doğru baktı. Üst üste giydiği kazaklarla ve sıkıca sarındığı birkaç beden büyük ceketiyle kasım soğuğundan korunmak ister gibiydi. Küçük yüzü, çukur gözleri, bodur çalıları andıran boyuyla tahta sandalyenin üzerinde hacıyatmaz gibi dengede durmaya çalışan adamın siyah saçlarını tavandan sarkan örümcek ağları beyazlatmıştı. Cafer Kaptan bu evde çalıştırdığı Hüseyin Usta’ya ceketinin cebinden çıkardığı Maltepe Sigarası’nı uzatırken sordu;
—Bu iş yarına yetişir mi Hüseyin Usta?
—…
Çaresizlikten tutmak zorunda kaldığım bu eve ayda yirmi beş lira ödeyeceğime dair kısa bir pazarlıktan sonra anlaştığımız Cafer Kaptan’ın memnuniyeti kalın merceklerin büyüttüğü ışıldayan gözlerinden anlaşılıyordu. Vedalaşırken salonda tütün içmekten kartlaşan sesi kısa bir süre yankılandı. Kırık pencereden ferahlamak istercesine dışarıya doğru baktığımda okul müdürünü tahta kapıdan çıkarken gördüm.
Akşam güneşi eski evin odalarını daha da loş hale boyayıp, siyah örtülerini sermeden önce, Hüseyin Usta saatine baktı. Vakit dolmuştu, duvardaki çivide asılı duran ceketine uzandı. Dışarıda hafif bir rüzgâr bizi selamladı ve kapı gıcırtıyla kapandı. Hüseyin Usta yarım kalan işlerini ertesi gün tamamlamak üzere yola çıktı. Akşam ezanı yakın, köy uzaktı. Hızlı adımlarla yürüyen Hüseyin Usta’nın peşinden baktım. Yorgun olmasına rağmen hiç sendelemeden yürüyordu. Kısa bir süre sonra izlendiğini hissedercesine hızla geri döndü ve yanıma yaklaştı. Kasım soğuğunda tütün kokulu nefesi yüzümde dolaşıyordu:
—Hocam işe daldım soramadım. Bu akşam burda mı kalacaksın?
—Hayır, ustam gideceğim.
—Bu saatten sonra ne Cide’ye ne de İnebolu’ya araba bulabilirsin. Hem Cide’den taksi çağırsan en az elli liranı alır.
—…
—Hocam, gel bu akşam Tanrı misafirim ol. Bu saatten sonra ilçe yollarına düşme. Geceyi Mencekli’de fakirhanemde geçirelim.
Uzayan taşlı topraklı yollarda ağır aksak ilerlerken akşamın karanlığı henüz sararan ve kızıllaşan ormana çökmemişti. Yolun kıyısındaki çamurlu su birikintilerinde uzun gagalarıyla rızıklarını arayan çulluk kuşları ayak seslerimizden ürküp uçuştular. Yüreği tavşan ürkekliğiyle atan Hüseyin Usta anlatmaya başladı. “Çulluk kuşları kuzeyden, Rusya’dan Karedeniz’i aşarak aç, yorgun ve zayıflamış bir halde gelirler ve karaya konduklarında çamurlu sulardaki solucan ve böceklerle beslenirler.”
Çulluk kuşları hakkında ilk kez duyduğum anonim ansiklopedik bilgiden sonra bazen zıplayarak geçtiğim yerdeki su birikintilerinden başımı kaldırdım. Nihayet heybetli dağların arasında bir köyün minaresi belirmişti. Köyü gördüğüme sevinemeden Hüseyin Usta söze karıştı.
—Hocam gayret, bu köyü de geçtik mi bizim köy gelir.
Gece atlas perdelerini sererken uzaklarda bir yerlerde bir baykuş öttü. Ardından bir at kişnemesi duyuldu. Yarım saatlik yürüyüşün ardından köye varmıştık. Mencekli Köyü’nde varlıklı ailelerin betonarme evleri yol üzerinde bizi karşıladı. Dağın eteklerindeki tahta evler dikkatimi çekmişti. Yeni evleri birer birer geçtikten sonra, bu evlerden hangisine misafir olacağımı düşünürken birdenbire yolun daraldığı dağ yoluna saptık.
Az sonra çatısı göçmüş tahta bir evin önünde durduk. Bulunduğumuz yerin aşağısındaki camiden ezan sesini duyduğumuz sırada ikinci katın tahta penceresinden ince, solgun ve bitkin bir yüz bize doğru baktı.
Hüseyin Usta beni önüne kattı ve “İşte bizim fakirhane” dedi. Pencereleri kırık ve yer yer dökük eski ev sağa doğru ağnamıştı. İkinci katın merdivenlerini başımızın üzerinde asılı duran mısırlara değmemek için eğilerek çıkarken önümüzdeki kırık pencereden mısırları gagalayan serçeler uzaklaştı.
Sarı ışıklı bir lambanın aydınlattığı loş odada karşılıklı yerleştirilmiş iki tahta divan, birkaç eski sandalye ve tam ortada büyükçe bir soba vardı. Gözlerim soba borularını takip ettiğinde kurum damlamasını önlemek için telle tutturulmuş birkaç boya kutusu gözüme ilişti. Boruların duvarla birleştiği yerden damlayan kurumlar çivit mavisi duvarları lekelemişti. Yerdeki yün halı solgundu ve birkaç yerinden açılmıştı. Duvardaki güllerle işlenmiş kanaviçe panonun önüne konulmuş olan rutubetten kabarmış asker resminin altında Kayseri Hava İndirme Birliği yazıyordu.
Hüseyin Usta ile divanda karşılıklı olarak oturmuştuk. Az sonra Hüseyin Usta sobaya birkaç odun attı. Oda ısındıkça ağırlaşmaya başlayan gözkapaklarım yere kurulan sofrayla açıldı. Başında mor güllü yazmayla, basma elbisesinin üzerindeki kahverengi yeleğiyle, eve girmeden önce pencerede beliren yüz tam karşımdaydı. Rüzgârda salınan baldıran otu gibi cılızdı. Mor yazmasının altından yüzüne dökülen grileşmiş zülfü, çıkık elmacık kemikleri, vahşi kuşları andıran sivri burnu ve yüzünü daraltan gür kalın kaşları vardı. Bileğine kadar kına yakılmış elleriyle renkli melamin tabakları sofraya yerleştirmekteydi. Sobanın üzerinde kaynamakta olan tencerenin kapağı açıldığında Hüseyin Usta bağdaş kurup oturduğu sofraya buyur etti. Tencereden melamin tabaklara konulan çorba dikkatimi çekmişti. Boz bulanık suyu baharda karlar eriyince akan dereleri anımsatıyordu. Çorbanın içinde adalar oluşturan kahverengi maddeleri tanıyamamıştım. O kadar şaşırmış olmalıydım ki, Hüseyin Usta yüzüme baktı.
—Buyrun hocam. Bu akşamki nasibimiz, kestane çorbası.
—….
Şaşkınlığımdan ağzım o kadar açılmış olacak ki Dudu Hanım’ın başını çarptığı tavandan aşağı sarkmış kestane dalı üzerindeki tüneklerinden havalanan karasinekleri neredeyse yutacaktım. Hüseyin Usta’nın elime tutuşturduğu mısır ekmeğinden bir parça ağzıma atarken kaşığımla kestane çorbasına uzandım. Tadını alamadığım, tuzunu alamadığım bu çorba ağzımda buruk bir tat bırakırken Hüseyin Usta yerdeki soğanın üzerine yumruğunu vurduğunda yıkılacak sandığım bu evde hafif bir sarsıntı geçirmiş ve çorbam etrafa saçılmıştı. Sürekli alt katın merdivenlerinden inip çıkan Dudu Hanım az sonra elinde bir şişe erik hoşafıyla dönmüştü. Çorbamı bitiremeden, ikinci yemeği merak ederken Hüseyin Usta, bir tabak daha kestane çorbası isteyip istemediğimi, sormuştu. Başımı “hayır” anlamında sallarken hoşaf büyükçe bir kâseyle sofraya konmuştu. Uzandığımız aynı kâseden ağzıma ilk sortileri yaptığım erik hoşafına, ikinci kaşığın dalmasıyla kaşığı elimden bırakmıştım. Hüseyin Usta’nın yemeğini bitirmesini beklediğim sofradan doymadan kalkmaya hazırlandığım sırada ağzından dökülen birkaç kelimeyle irkilmiştim. “Elhamdülillah bugünde doyduk, Allah bugünümüzü aratmasın.” Beynime kan sıçradığını hissetmiştim bir an, insanlığımdan utanmıştım. Cömertçe davet edildiğim Halil İbrahim Sofrası’nda ne ev sahibine ne de yüce Allah’a teşekkür edebilmiştim. Bu sofrada olmanın güzelliklerine şükredememiştim.
Tavandan sarkan sarı ışık odadaki eşyalar kadar yüzlerimizi daha da silikleştirmişti. Uyumamak için gözkapaklarımıza daha da direnmek zorunda kalıyorduk. Az sonra odaya kestane kokusu yayılmıştı. Sobanın üzerindeki kestaneleri yanmaması için elleriyle durmadan ters yüz eden Dudu Hanım’ın yüzünü sobadan yayılan ateş kızıllaştırıyordu. Önümüze getirilen tepside iki bardak çay ve kestane kebabı vardı. Hüseyin Usta’nın askerlik anılarıyla geçen sohbetimizi lezzetli kestane kebabı renklendirmekteydi. Hava almak için dışarıya çıktığımızda, ıhlamur ağacına asılmış seyyar lambanın aydınlattığı bahçenin en kuytu köşesindeki tahta tuvalete uğradığımda yakınlarda bir yerlerde öten bir baykuş sesiyle irkilmiştim. Ihlamur ağacındaki seyyar lambanın sönmesiyle bütün yıldızlar başımın üzerine serilmişti. Ihlamur dallarının arasından yükselmekte olan tepsi biçimindeki dolunaya karşı bir sigara içerken üşümeye başladığımı hissettim. Dağlardan esen rüzgâr içimi titretmeye başladığında evin hanımının seslenmesiyle içeriye girmiştik.
Tahta merdivenler gecenin sessizliğini bölerken kırık pencereden poyraz soğuğu içeri doluyordu. Üst kata çıktığımızda tahta divanların üzerine yataklarımız yapılmıştı. Başımı yastığa koyduğumda uzaklardan çakal sesleri ve kurt ulumaları duyuluyordu. Üzerime örttüğüm hacı yeşili yorgan her ne kadar bana türbeleri anımsatsa da korkularımı uyku bastırmıştı.
Tam olarak ne kadar uyuduğumuzu hatırlamıyordum ama Hüseyin Usta’nın horultuları yeni bir uykuya dalmamı güçleştiriyordu. Burnumun direklerini sarsan ağır koku alt kattaki ahırdan geliyor olmalıydı. Davarların evin direklerinde kaşınmalarını, yere şap şap düşen pisliklerinin seslerini, yüksekten dökülen şelale gibi idrar şırıltıları izliyordu. Poyraz rüzgârı ahşap evi gece boyu bir beşik gibi sallarken uyumuştum. Uyandığımda uykusunu iyice alan Hüseyin Usta giyiniyordu. Sağımdan soluma tam dönmüştüm ki sırtıma bir elin dokunuşuyla irkildim.
—Hocam, haydi uyanın artık gün doğmak üzere. Sakallıya doğru yola çıkalım.
Tam kapıdan çıkarken Dudu Hanım peşimizden yetişti. Elime siyah bir torba tutuşturdu. İçinde ne olduğunu çok merak etmeme rağmen Hüseyin Usta’ya çaktırmadan ancak köyün çıkışında bakabildiğim bu torbada bir miktar kestane vardı.
SON
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.