YAVRUKURT
Orhan, kırk üç yaşında esmer ve uzun boylu bir adamdı. Hep düşünceli bir hali vardı. Hayatın tüm içindekilerin bir yaşamsal aynasında çok çetin dönemeçlerinden geçmiş ve acıları başarıyla göğüslemişti. Kırk üç yaşında olmasına rağmen otuz-otuz beş yaşında bir izlenim veriyordu. Onun genç kalmasının birkaç nedeni vardı; doğayı ve tüm canlıları sevmesine bağlıyordu. Sevgi: en masrafsız bir şey olmasına rağmen, insanlar gene de birbirine karşı sevgisiz kalmayı yeğliyordu.
İnançlarına sıkı sıkıya bağlıydı; inançların doğaüstü güçleri vardır, bu unutulmamalı.
Onun yaşam izleğinde zengin ama açgözlü olmaktansa yoksul ama gönlü zengin olmasından yanaydı. Cömert iyimser ve çokça iyilikseverdi.
Yıl 1979.
Aylardan aralıktı, kış mevsimin ilk karı, iki gündür aralıksız yağmıştı. Kar bir diz boyu kadar beyaz bir örtü bırakmıştı yeryüzüne…
Orhan, karlı havaları severdi, ava çıkma bahanesiyle her kışın karlı günlerinde dışarı çıkar ve saatlerce dolaşıp dururdu. Ömründe hiçbir av hayvanı da öldürmüş değildi, zaten öyle bir niyeti de yoktu.
Orhan, bugün kesinlikle çıkacaktı, böyle güzel bir karlı havayı kaçırmazdı. Ve babasında kalma eski bir çiftesi vardı, şehre indiğinde fişek için, barut, dokuzluk saçma ve boş kovan alırdı. Evde kendi fişeklerini kendi yapardı. Bu sabah da fişekleri beline doladığı fişeklik kemerine doldurup evden çıktı.
Bununla birlikte Kar bir diz boyu ama gün apaydınlıktı ve iki gün önceki ayazdan eser kalmamıştı. Giderken yanına hep aldığı Fino köpeğine bakmaya gitti. Fino bir haftadan beri hastaydı ve kulübesinde dinleniyordu. İlk kez bugün finosuz çıkacaktı.
Yol hazırlıkları bitirmiş evdekilerle vedalaşmıştı. Köyün kuzeybatısında bulunan “Kurt kayası” tepeliklerine doğru yol aldı. Sırtına eski ama temiz, asker yeşilli bir kaban, başında yün külah ve sırtında baba yadigârı olan çiftesiyle karları yara yara gidiyordu, yeryüzünü beyaz bir örtüyle kaplayan karlar içinde yürüyen bir kara karartı gibi görünüyordu. Yolda eski günlerine dalmış, çocukluğunu, gençliğini ve babasıyla gezdiği buraları bir kez daha anımsayıp gülümsedi. “Kurt kayası” tepeliklerine vardığında öğlen olmuştu. Yolda sadece iki tavşan ve bir grup yaban ördeği kaldırmıştı ama onları avlanma niyetinde değildi sadece kuşların gökte süzülüşlerini izlemekle kalmıştı. İçinden “bu bembeyaz örtüyü kanla boyamaya içim elvermez” sonra yürümeye devam etti. Bir ara babasıyla karlı bir günde yollarını kaybetmişlerdi bunu anımsarken içinde eski güne dair bir özlem yayıldı. Babasını çok özlemişti, göçeli yıllar olmuştu.
II
Tepeliklerde meşe ağaçları, kayın ve bodur ağaçları sıktı, kar, dalgasız ve ölgün bir okyanusu andırıyordu, gözle görülebilen tepelikler birer küçük ada görünümündeydi. Orhan’ın ayak seslerinden ürken birkaç tavşan kaçıştı, onun yanı sıra kar kuşların bir tünediği bir havalandığı eski mısır harmanın olduğu yere baktı bir süre. Bu yöredeki tüm kuşlar Orhan’ın azılı bir avcı olmadığını sanki biliyorlarmışçasına fazla uzaklaşmıyorlardı.
Ama Orhan, ikindiden sonra köyün sınırları içinde geçen “Kara çaya” uğrayacaktı, orda balık fakı kurmuştu. Balık fakı; Çayın en dar ve suyu alçak olan bir bölümünde taşlarla V şeklinde suni bir bent oluşturulur, orta bölümünde söğüt dallarından yapılmış süzgeçli bir kafes yerleştirilir. Kafesin üç tarafı büyük taşlarla örülür sadece ön taraf, balıkların içeriye girip ama çıkmayacak gibi bir tazyik yapılır. Bu faklardan çayın hemen hemen her bölümünde kurulur, köylüler tarafından.
Bununla birlikte Orhan, genelde sabah erkenden kalkıp çaya giderdi çünkü akşamdan sabaha doğru balık dolardı kafes. O da balıkları toplar eve getirirdi, bazıları evde tüketir geri kalanı da satardı balıkçılara. İki gündür yağan kar yüzünde çaya inememişti. Balık dolu olmalıydı fakta, öyle düşünmüştü.
Orhan’ı doğa o kadar cezp etmişti ki yemek yemeyi unutmuş gibiydi. Ve ani bir acıkma hissiyle midesinde kramplar hissetti. Kolundaki su geçirmez “seiko” saatine bakarken vaktin dört olduğunu gördü ve şaşırdı, zamanın bu kadar çabuk aktığına.
Hemen Sırtındaki kilimli, nakışlı heybesini indirdi, içinde taze lor, kavurmalı şamborek(bir tür saçtan yapılan börek) ve ısınmak için pekmez çıkardı, oracıkta bir düz kaya parçası üstüne serip yemeğini yemeye koyuldu. “Ama da acıkmışım” deyip elini siper yapıp, göğe baktı ve sonra kaldığı yerden yola devam etti.
…
III
Evde ise eşi ve tek oğlu olan Herzem, onu merak etmişlerdi. Herzem, amcalarına, dayılarına haber etti “Babam hala dönmedi” diye. Kısa bir süre sonra evin önünde telaşlı bir kalabalık oluştu. Böyle zamanlarda olumsuz bir havadis olurken, herkes birbirine bağırır çağırır ve tartışırlar, uzakta görenler bunların kavga ettiklerini sanır. Hepsi panik ve gerilim içinde olurlar.
Bu arada Köyün sınırı içinde kalan “Karaçay” batıdan doğuya doğru akardı en son Dicle nehrine karışırdı. Orhan, geç olmasına rağmen çaya inmeye karar verdi, balıkları düşünüyordu gidip almalıydı. Köye dönmesi için iki yol vardı; düz yol uzundu ve yeterince geç kalmıştı öbür yol ise kestirmede kısaydı ama tehlikeliydi çünkü akşam vakitleri buralara kurtlar inerdi.
Ve Çaya indiğinde yatsı olmuştu. Bir de ne görsün! Gece nemlenen kar, suyu yükseltmişti, balık sepetin sular altında kaldığı için, hiç balık yoktu hatta bent taşları bile gözükmüyordu, her yer yükselen sular altındaydı. Bir ara geldiğine pişman olmuştu. Ayakları vıcık vıcık ıslanmış ve ciğerine kadar soğuk işlenmişti. Belki uzun yürüyüşten terlemiş olsa da gece esen hafif rüzgârdan bedeni titriyordu.
…
Çok geç kalmıştı ve dönüş için yola koyuldu, kestirme yolunda gitmeyi göze alamadı bu yüzden uzun ama tehlikesiz yola girdi. Gece karanlık ve sisliydi, görüş mesafesi nerdeyse bir metreye düşmüştü. Saatlerdi yürüyen Orhan bitap düşmüştü, yolu da kaybetmişti şaşkın şaşkın gidip geliyordu kendi ekseninde. Orhan, her gördüğü karartıyı insanlara benzeterek “Hey, ben buradayım” o bağırdığını sanırken sayıklamada başka bir şey değildi, sesi o kadar ki cılızdı. Artık o da emindi kaybolduğuna, kaybolmak hissi onu daha da yormuştu. Habis düşüncelerin getirdiği stres de cabasıydı. Orhan, yelken indirmek üzereydi, Kar okyanusunda yüzen kaptansız bir tekne misaliydi.
Sonra nasıl olduysa Orhan, bir besmele çekip, ihlâs süresini okudu. Allah sığınıp içten bir dua ederken, inanılmaz bir şey oldu. İnancın doğaüstü güçleri vardır her zaman. Az ilerde misket kadar iki ışık belirdi yaklaşık on metre ileride. Orhan bu takatsizliğe rağmen hemencecik fark etmişti. Bu iki ışık azgın bir kurdun gözleriydi. Orhan, içinden “Bir bu eksikti…” deyip çiftesine sarıldı. Karşıdan zarar gelmediği sürece ateş etmeyecekti, zaten tetik çekecek gücü de bulmayabilirdi.
Bununla beraber Kurt biraz daha yaklaştı ve aniden dönüp, iki arka ayaklarıyla Orhan’ın yüzüne kar püskürtü, Orhan, yüzüne gelen şiddetli kardan biraz kendine gelir gibi oldu ama kurdun ne yapmaya çalıştığına bir türlü anlam verememişti. Kurt hem kar püskürtüyor hem de hızlı hızlı yürüyordu, arkasında Orhan da ritme uymuş gidiyordu. Böylelikle birkaç seans daha yapan kurt ilerde durup Orhan’a son kez baktı. Bir saat içinde Orhan köyün çeşme başındaydı. Orhan artık kendine gelmiş soğuk kar duşu onu diriltmişti sanki. Kurt hala ilerde bekliyordu, artık Orhan kurtulmuştu, kurt karanlıklarda kaybolmadan önce Orhan kurdun arka ayağın topal olduğunu fark etti. Ve hemen hatırlayıverdi!
Orhan:
“Bu o… bu oydu, evet, evet yavrukurt… Aman Allahım, olamaz…” dedi
Zorda, darda kalana koşan yüce Allah, ona bir zaman önce kurtardığı kurdu göndermişti.
Orhan:
“Yavrukurdum, gel, gel de seni bir öpeyim.” Derken, uzaklaşan kurt tekrar bakıp durduysa da Orhan göremedi “Kurt kayası” tepeliklerine doğru koşup gitmişti Kurt…
Yavrukurt kendini bir zaman önce kurtardığı insanı kurtarmış ve vefa örneği sergilemişti. Doğa her zaman hırçın olduğu kadar da iyimserdi de.
Bir iyiliğin her zaman Bumerang etkisi olduğunu ve Her iyiliğin karşılığı, er geç sana döneceğini asla unutulmamalı.
Orhan, uzakta, yakında gelen köylülerin sesini net duyabiliyordu, arama ekibi görev dağılımı yapmış yola çıkma üzereydi.
IV
Yavrukurt hikâyesine dönelim;
Sanırım bir yıl önceydi, Orhan bir gece ansız halasının ölüm döşeğinde olduğunu duymuş ve gece demeden atına bindiği gibi komşu köyde yaşayan halasını ziyarete gitmişti. Yolda giderken “kurt kayası” tepeliklerindeki sarp bir yerinde yavrukurdun acı içinde uluduğunu duymuş. Sesin geldiği yerde bir yavrukurt, arka ayağını taşlar arasına sıkıştırmış ve can havliyle cıyaklıyordu. Belki saatlerdir uğraşmış ama ayağını yaralamaktan başka işe yaramamıştı. Orhan, zor bela kurdun yanına varabilmişti. Anne kurt ise az ileride yavrusunun kurtulmasını bekliyordu o da birkaç kez ulumuştu “ Yavrumu kurtar “ der gibiydi.
Orhan, dikkatlice kurdun ayağını taştan çıkarmış, kurt sevinerek kuyruğunu sallayıp gitmek isterken, gidemedi ve yere yığılıp kaldı, çünkü kırılan ayak havada sallanıyordu. Orhan, bu kurdun haline acıdı, bir şeyler yapmalıydı. Hemen iki dal buldu ve üstündeki gömleğin kolunu yırtıp, kırılan ayağı sıkı bağlayıp tekrar onu ayağa kaldırdı. Yavrukurt, yavaş yavaş yürümeye çalıştı, eskisinden daha iyiydi şimdi. Orhan, sevgiyle kurdu yakalayıp öptü ve serbest bıraktı, yavrukurt sevinerek annesine koştu. Anne kurt, tekrar uzun uzun uludu buda bir “teşekkür” niteliğindeydi. Orhan onları orada bırakıp yoluna devam edip gitmişti.
Bugün ise yavrukurt büyümüş, kokusunu hafızasına aldığı kurtarıcısını, bu zor günde yardımına koşarak vefa örneği vermişti.
[email protected]İVAN
YORUMLAR
Arkadaşım öncelikle belirteyim, öykünü çok beğendim. Akıcı, temiz bir dil kullanmışsın. Senin yazılarını zaten beğenerek okuyorum. Kalemine sağlık.
Konuya gelince; Atalarımız"İyilik yap, denize at. Balık bilmezse Halik bilir" demişler.
Halik: Yaradan, Allah
Biz elimizden geldiği kadar insan olsun, hayvan olsun, iyilik yapalım. Karşılık beklemeden.
Gün olur o iyiliğin karşılığını mutlaka görürüz. Bunu da öykünde çok güzel anlatmışsın zaten.
Sevgi ve saygıyla
DemAN
Teşekkür ederim o güzel yorumunuz için. Çok ama çok sağolun.
Saygımdasınız