- 792 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
KORKUNUN YALNIZLIĞI
Saat gece yarısını geçmişti. Bir türlü uyuyamıyordu. İzlediği korkunç filmin kahramanları, gök gürültüsü, çakan şimşekler, pencereyi döven yağmur damlaları uyumaması için ellerinden geleni yapıyorlar, hayal gücüyle oynuyorlardı. Birbiri ardına hızla geçen saatlerde uykusuzluk, sanki yakın bir arkadaşı, düşünebilmekse ona uzaktan selam veren bir dostu gibiydi.
Komidinin üzerinde duran dünya şeklindeki ışıklı atlası, avucuna alıp sağa sola döndürdü. Kıtalara parmak uçlarıyla dokunup, Amerika’yı Afrika’yı gezdi. Sonra Antarktika’ya geçti. Yüreği o kadar geniş, hayalleri öylesine sınırsızdı ki, ellerini okyanuslarda yıkıyor, gökyüzünde uçan kuşların kanatlarına biniyordu. Bütün yeryüzü sanki onundu.
Sıkılmıştı, ruhu daralıyordu. Elinin altındaki dünyayı bir kenara bırakıp, uykusuzluğun bitkin bıraktığı bedenini sürükleyerek isteksizce yatağından kalktı. Mutfağa giderken elektrikler kesilince koridorun ortasında kalakaldı. Odasına geri döndü. “Her şey ve herkes aleyhimde.” diye geçirdi içinden. Çakan şimşeklerin aydınlattığı caddeye baktı penceresinden. Oldum olası sevmezdi bu evi. Mezarlığın karşısında sanki ölenlerle yan yana yatıyormuş gibi hissederdi kendini.
Çocukluğunda ne çok korkardı mezarlardan. Gecelerde yalnız başına yaşadığı korku, koynunda uyurdu çok zaman. Sonunda, tüm bedeniyle birlikte yorgun çıkardı rüyalarından. Annesine çok yalvarmıştı, bu evi satıp başka yere gitmek için. Ancak annesi babasının hatıraları ile dolu bu evi satmaması için vasiyet etmişti. Bu yüzden gidemiyordu bir türlü. Bu yere ait hissetmiyordu kendini. Mecburiyetin doğurduğu yalnızlığa mahkum olmuştu. Ne yana dönse fırtına, ne yana baksa buz tutmuş yürekler, ağlayan gözler gördü hep.
Pencereyi açtı, mezarlıktan yükselen dumanlarla irkildi birden. Yıllardır bu evde otururdu, ilk kez böylesine yoğun bir duman yükseliyordu mezarlıktan. Korktu, kanının bedeninden çekildiğini hissetti. Elektriklerin gelip gelmediğini kontrol etti yeniden. Lambanın düğmesine dokunur dokunmaz, odanın içi aydınlanınca derinden bir ohh çekti, rahatlamıştı. Televizyonu açtı. Karşısındaki koltuğa oturdu, bir süre saçma sapan tekrar edilen dizileri seyretti. Yağmur dinmiş gibi gözükse de yeniden yağmaya ve gök gürlemeye başladı. Şimşekler daha şiddetli çakıyor, sanki yer yerinden oynuyordu. Birden mutfak kapısı açıldı, “Kapıyı açık unuttum herhalde.” diye geçirdi içinden. Yerinden kalkıp mutfağa yöneldiğinde, annesini gördü kapıda. Her zaman giydiği beyaz geceliği ile kapıda öylece durup “Sen daha yatmadın mı?” diye soruyordu. İçini yakan bu ses tüm vücudunu titretti.
Annesi öleli 20 sene olmuştu. Onu kendi elleri ile mezara koymuştu. Seyrettiği korku filmlerinin etkisinde kaldığını düşündü birkaç saniye içinde. Şaşkınlık ve korku ile “Yoksa annem dirildi mi?” diye geçirdi içinden. Korkusuna yeni korkular eklenmişti.
Annesi, beyaz geceliğinin eteklerini savururcasına üstüne doğru geldi. İçeriye dolan rüzgârın etkisi ve içindeki korku ile adımlarını geri geri atıp, kendini balkonda buldu. Annesi birkaç adım daha atınca, o da kendini balkondan aşağı attı. Beton zemine çakılan vücudu paramparça oldu. Canını teslim etmeden önce, hayatındaki tüm olaylar gözlerinin önünden geçti. Birkaç saniye içinde kırk yıllık hayatının dramını, mutluluklarını, bir film seyreder gibi seyretti. Oysa gerçekleşmeyen hayalleri, belki de gerçekleşecek umutları vardı. Erkendi bu dünyadan gidişi. Hayalleri de, umutları da beton zeminde, vücudunun tüm kemikleri gibi ezilmişti.
Bedeninden çıkan ruhu, felç gibi bir acıya iniş yaptı. Az önce eski bir hayattan geçti, etrafta eskimiş hayatının çığlıkları yankılanıyordu. Kaderin cilvesinden kaçarken, hayatındaki yaşam perdesinin kapanışını seyretti. Duyuyor, ama konuşamıyordu. Görüyor, ama dokunamıyordu. Aşağıda olan biteni izliyordu sadece. Değişik elbiseler giymiş, ruhlar dolaşıyordu dört bir yanda. Onlar o dünya da, kendisi başka dünyadaydı. O eskimiş elbisesini çıkardı, yeni hayatında yeni bir elbise giyecekti. Eskileriyle ne ektiyse, yenisi ile onu biçecekti.
Ölüm her şeyin sonu değildi, yeni bir hayatın başlangıcıydı. Kendisi için sevenlerinin döktüğü gözyaşlarının ne kadar boşuna olduğunu gördü. Üstelik en sevdiği, annesi sebep olmuştu ölümüne. “Sevdiklerimiz hep yanımızda olsun, hiç ayrılmayalım.” deriz ya bencilce duygularla, annesi de öyle yapıp yanına almıştı oğlunu işte.
Yenidünyasındaki seyahati başlamıştı. Ruhu gezgindi artık. O dünyada da yapması gerekenler vardı. Geçmesi gereken köprüler, başarılı olması gereken sınavlar vardı.
Seyahati sırasında gördüğü köprünün inceliğine şaşırdı. Sırat Köprüsü dedikleri bu olmalı dedi. Cennete gidenin de, cehenneme düşenin de geçtiği köprü. Ne Boğaziçi köprüsüne benziyor, ne de Fatih köprüsüne. Etrafında umutlarını koynuna almış, birbirlerine sarılmış çiftler yok, simitçi, börekçi yok. Balık tutan balıkçılar yok. Orhan Veli’de yok. “İstanbul’u dinlemiyor gözleri kapalı. Hafiften esen rüzgârın, cilveli kızların eteklerini savurmalarına tanıklık edemiyor. Fatih Sultan Mehmet “İstanbul’a ne yaptınız bre gafiller.” diye soramıyor.
Bu köprünün kurulduğu yer yeşil değil, mavi değil, bu köprü cehennem dedikleri karanlık ve dev alevler üzerinde kurulmuş, kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprü. Cennetle, cehennemin arasında bir amaç için bekleyenlerin ve hangi yöne gideceklerini bilmeyenlerin geçeceği kılavuz köprü.
Köprünün üstüne çıktı, aşağıda nar gibi kızarmış alevlerin üzerindeki kıldan ince köprüden yürümeye başladı. Buradan geçmeyi başarıp cennete girerse, anne ve babasının onu karşılayacaklarını ve sevinçle boynuna sarılacaklarını düşünüyordu. Köprüde yürürken hiç korkmadığını, rahatlıkla yürüdüğünü fark etti. Kanatlı iki kız çocuğu ona doğru gülerek yürüyorlardı. Dünyaya gelmeden ölen ikiz kardeşleri, ağabeylerinin elinden tutup, anne ve babasının olduğu bahçeye getirdiler. Babası, meyvesi bol bir ağacın altında her zamanki gibi uyukluyordu. Annesi havuz başında, beyaz tülden giysiler içindeki güzellerle sohbet ediyordu.
Babasını uyandırmaya kıyamadı, annesi ile konuşmadı, zaten annesi de onu fark etmemişti. Kendisine ayrılan bölüme girdi. Yatağının başucundaki ışıklı atlası aldı eline. Bu kez hayal değil, gerçekten birkaç dakika içinde Atlas Okyanusuna geldi. Gökyüzünde süzülen kuşların kanatlarına binip, Amerika’yı, Avrupa’yı, Afrika’yı gezdi. Asya’ya şöyle bir uğradı. Müslüman Ülkelerden birinde gezinirken; ezan sesiyle, içine dolan huzur ve mutluluk, korkusuz günlerini müjdeliyordu.
Her şeyin boş olduğuna dair düşüncelere yoğunlaşınca, iki damla çıktı gözlerinden, biri gözpınarında dondu, diğeri yanağında.
Hülya TÜRK
17/02/2011