AH GÜZEL İSTANBUL
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Nevin, İstanbul Tıp Fakültesi’ndeki son senesini, başarıyla sürdürmekteydi. Lise yıllarında hep doktor olmayı düşlemiş, sık sık bunun hayaliyle planlar kurarak çalışma ve didinme motivasyonunu güçlendirmeyi, kendine amaç edinmişti. Savaşçı, sorumluluklarının ardından iteleyici ve başarıyı ulaşma çabasında azimli ve sebatlıydı. Ailesinin sıcak ve anlayışlı desteklerini de önüne katarak hiç sene kaybetmeden eğitiminin safhalarını, muvaffakiyetle bir bir geride bırakmıştı. Neredeyse, kısa bir süre içinde, kat edilen uzun ve meşakkatli bir yolun, onurlu son durağında, sevinç parıltılarını takınarak inecek ve yaşamının yeni başlangıcına, gururla ilk yeni adımını atacaktı.
Nevin, boylu boslu, sülün gibi ince ve zarif duruşlu, kıvrak fakat ciddi adım atışlı, hem narin hem de ağırbaşlı tok yürüyüşüyle arkasından hayranlıkla baktıran çekici, havalı ve kişilikli bir genç kızdı. Fakülte yıllarının sonuna doğru, onunla hayatını birleştirmek isteyen ve ona baskılı sinyaller gönderen birçok arkadaşının olmasına rağmen o, ailesinin, uzaktan görüşmekte olduğu bir yakınlarının oğlu olan subay gence, için için ilgi duyuyordu. Bu yakışıklı teğmen, gösterişli boyu, atletik yapısıyla taşıdığı göz kamaştırıcı beyaz denizci üniformasının içinde; Nevin’in körpe ve saf yüreğindeki yaşam sevincini, daha uzaktan etkilerini yayan bakışlarıyla, kıpır kıpır ateşliyordu.
Sessizliğe bürünmüş uzunca bir aradan sonra gençler, karşılıklı olarak birbirlerine kapıldıklarını; aile ortamlarında her bir araya gelişlerinde, sihirli bir değneğin omuzlarına dokunuşu gibi, aralarında hayat bulan cazibe alanlarının, kendiliğinden akımlanarak özel bir mutluluğa dönüştüğünü fark etmeye başladılar. Artık, şahsiyetlerini ve özelliklerini daha çok tanımak; arkadaşlıklarını daha yakından sürdürebilmek için, gönüllerinde güçlü bir istek duyuyorlardı ki, ailelerinin de buna onay verdiğini hissettirmesiyle, pürüzsüz bir şansı yakalayarak sık sık bir araya gelmenin fırsatına sahip oldular.
Anlamlı, derin bakışlı güzel gözlerin içindeki yaşam ışığıyla aydınlanmak; bin bir türlü hayali, benliklerine renk renk dolayarak hayata tutunmanın değerini demlemek; ruh ikizleri gibi her ikisinin de, aynı gelgitlerle paylaştığı güzelliklerdendi. Daha fazla tanıştıkça, zenginleşen duygularla bağlandıkça ve düşünce sistemlerini kavradıkça; sevginin, aşkın, hayranlığın ve beğeninin oluşturduğu bu özel güçle, özenli bir yuva kurarak, hayat başarısı ve mutluluğunu birlikte keşfedeceklerine umut bağladılar.
Nevin, ilerleyen günlerde diplomasını, görkemli bir törenle aldı. Mezuniyet aktivitelerinin ardından, yorgun oldukları kadar da mutlu ve gururlu olan ailesiyle birlikte akşam yemeğinde bir araya gelen Nevin, çorbasını ilk kaşıkladığı anda, telefonun çalmasıyla birlikte telaşla yerinden fırlamış ve ona, herkesten önce hemen cevap verebilmek için salonun öteki ucuna doğru hamle yapmıştı. Arayan tam da onun umduğu ve heyecanla beklediği gibi yakışıklı teğmen arkadaşıydı ve onu, ahizenin ucundan, tonu, mutluluktan yükselen sesiyle tekrar tekrar tebrik ediyordu. Arkadaşı, tam telefonu kapatmak üzereyken Nevin’i, ertesi gece için kutlama yemeğine davet edince Nevin bu teklifi, memnuniyetle kabul ettiğini belirtti.
Nevin birkaç saat öncesinden, en güzel elbisesini seçerek giyinmişti. O gece, parlak ve gür olan bal rengi saçlarını, sık sık aynanın karşısına gelerek her zamankinden daha fazla fırçaladı. Ne şekil yapacağına bir süre karar veremese de, alışılagelmişliğin aksine, alımlı saçlarını bu kez toplamayacak, doğal dökümlü halinde bırakıverecekti. Makyaj yapmasını sevmediğinden, hafifçe kokusunu süründü ve salona geçerek çiftli koltuğa rahatça yerleşti. Mutfaktan çıkan annesinin, hayran bakışlar altında kızını, tepeden tırnağa süzerken döktürdüğü içten iltifatlarına kulak kabarttı ve gözü, ikide bir duvardaki saate takılı “sahi mi anneciğim?” diye, ona teşekkür etti. Zaman bir türlü geçmek bilmiyordu, içinde titreyen heyecanını bastırmaya çalışarak randevu vaktini, sabırsızlıkla beklemeye koyuldu.
Nevin lokantanın kapısında, yeni çiçeklerini açtırmış bir bahar dalı tazeliğinde ve güzelliğinde göründüğünde, çoktandır orada beklemekte olan beyazlar içindeki gösterişli teğmen, kararlı bir atakla yerinden kalktığında etrafındakiler, ister istemez onları, göz ucuyla kaçamak da olsa izlemeye koyuldu. İki yanağından öperek Nevin’i, gururlu bir sevinçle kutlayan arkadaşı, ona sarılmamak için kendini çok zor frenlemiş, duygularının taşkınlığını dizginlemekte bu sefer hayli zorlanmıştı.
Yemek boyunca ikisinin de heyecanları, hiç dinmek bilmemişti. Zira, o gece aralarında, çok farklı bir çekim ve bendinden taşmış coşkulu bir umut vardı. Nevin, gözlerinin içine sevgisinin sıcaklığını cömertçe saçarak derinlerine dalıp kaybolan arkadaşının dilinin ucunda, sanki söylemekten çekindiği çok önemli bir şey varmış gibi hissediyordu. Bu merak Nevin’in kalbinde, heyecan kasırgaları oluşturuyordu. İlerleyen saatlerde, arkadaşı ona, gelecek için planlarını sorduğunda Nevin, ona, ihtisasına başlamak istediğinden söz etti. Konular, aralarında açıldıkça açılıyor, ama hep dönüp dolaşıp gelecek üzerinde yoğunlaşıyordu. Saatler geçmiş, vedalaşacakları an, hiç istemeseler de yaklaşmıştı. Birbirlerini beklerken hiç geçmeyen aksi zaman, birlikte olduklarında ise, nasıl olup da kamçı yemiş atlar gibi doludizgin bir hızla acımasızca ilerleyiveriyordu?
Nevin, tam kalkacaklarını umduğu bir sırada uzun boylu, iri kıyım bir garson, elinde pembe, gösterişli bir pastayla yakınlarında peydahlanıverdi. Garson, çiftin masasına doğru, hızlı adımlarla yürürken, hareketinin rüzgârından, yakılmış iki mumun alevi sönmesin diye, gözlerini, pastanın üstünden hiç ayırmadan masaya vardığında; durumun değerini ve ciddiyetini önceden biliyor da kavrıyormuşçasına, yarı beline kadar saygıyla eğilerek, parlak sedef inci şekerlemelerle süslü görkemli pastayı, masanın ortasına küçük, zarif hareketlerle yerleştirdi. Nevin’in gözleri, hem şaşkınlık hem de beklenmedik bu hoş sürprizden sevinçle parlamış, haylice irileşmişti. Kutlamanın son perdesi olmalıydı bu. Üzerinde dumanı tüten kahveler de masadaki yerlerini alınca, gözlerdeki ışıltıların, birbirine karışarak, kaynaşarak devleştiği bir andan cesaret alan ve yürekten çağlaması artık durdurulamayan kararlı ses, dudaklardaki mührünü aşıverince: “Benimle evlenir misin?” sözcükleri, Nevin’in saf kalbine, bahar meltemleri gibi doluverdi.
İkisi de unutulmayacak heyecan dolu anlamlı bir anı paylaşıyordu. Nevin’in, kadife gibi teni, yavaşça pembeleşti. Saniyeler süren endişeli bir bekleyişin, merakla katıştığı bakışlar altında bir an duraladı. Kalbinden yükselen heyecan dalgalarının, sesini titreteceğinden kaygılanarak birkaç saniye sessiz kalmayı yeğledi. Boğazındaki sıkışmayı, yutkunarak bertaraf etmeyi umdu. Kendini toparladığını değerlendirdiği bir anda, dupduru bir mutluluğu yankılayan deyişiyle, “neden olmasın?” diyerek, yüreğinden incilerini saçıverdi. O esnada, zaman durmuş veya yavaşlamaya meyletmiş, bu anın güzelliğine, daha fazla yer açmak istemişti sanki.
Hevesli ve mutlu didinişlerle aylarca süren hummalı hazırlıkların, titizlikle tamamlanmasıyla gerçekleştirilen kusursuz düğün şöleninin ardından mutlu çift; adını, yarım asırdır taşıdığı renkten alan aile yadigârı beyaz köşke yerleştirilmişti. Bu, küçük oymalı pencereleriyle şahane görünüşlü, iki katlı ahşap tarihi ev; çepeçevre, asırlık ağaçları korunmuş; yemyeşil ve çiçekli bir bahçe alanının ortasında, Fenarbahçe’de, hiç değiştirilmeden muhafaza edilmeye özen gösterilen, denize yakın, nadide köşklerden biriydi. Eski İstanbul konaklarının görünümünü taşıyan zarif mimarisi, dıştan bakıldığında, ruhun, estetik ve sanatsal yanını okşuyor gibiydi.
Nevin ve eşi, gençlerin düşlerini kuracağı her şeye sahip olmanın derin mutluluğu içinde yaşamlarını sürdürmeye başlamışlardı. Nevin, yoğun çalışma hayatını, başarıyla yürütüyor; eşi de her fırsatta , tüm izin günlerinde Gölcük’ten sıcak yuvasına koşuyordu. Her kavuşmalarında, “ah keşke bir arada olabilsek de bir daha hiç ayrılmasak!” diye dileklerini dillendiriyorlardı. Görevlerinden buldukları her fırsatta telefona sarılıyor, her konuşmayla ruhsal birliklerini, günden güne artan bir şiddetle perçinliyorlardı. Bu durum, Nevin’in ihtisası bitene kadar böylece sürdü, gitti.
Aileye katılacak yavrunun müjdeli haberi, yeni bir güneş gibi yuvaya doğunca, uzun uzadıya düşünüp irdeledikten sonra genç evliler, birlikte yaşamanın kaçınılmazlığını koşullandırarak, Nevin’in Gölcük’e taşınmasına karar aldılar. Bu arada güzel köşkü; kiraya verilmesi halinde kiracının harap etme korkusundan ötürü, boş bırakmayı uygun gördüler. İçindeki eşyaları, üzerleri örtülü bir şekilde tozdan korumak mümkündü. Nasılsa eşinin dayalı döşeli bir lojmanı vardı. Pancurları sıkıca ve güvenlice kapattıktan ve bahçe kapısının zincirini dikkatle kilitledikten sonra ne olabilirdi ki? Fenerbahçe sahilleri, ıssız bir yer değildi. Aksine, İstanbul’un isim yapmış restoran, kafeleri, çay bahçeleriyle, herkesin dinlenmeye ve açık havada vakit geçirmeye can attğı, caddelerinde yürüyüşler yapmaya heveslendiği, mükemmel deniz havasıyla mutena semtlerinden biriydi.
Mutlu çift, bir haftasonu, sadece giyeceklerinin büyük bir kısmını toparlayarak ve evlerini güzelce kapatarak Gölcük’e hareket ettiler. Nihayet birlikteliklerini sağlamışlar, eksiksiz mutluluklarıyla bebeklerinin aralarına katışacağı günü beklemeye başlamışlardı.
Nevin, hamileliğinin son haftasına kadar azimle hastanede çalıştı. İzinlerini, bebeğinin doğumundan sonra kullanmak, yavrusuna daha fazla zaman ayırabilmek için, yüreğinde sınırsız bir istek duyuyordu.
Sabırla beklenen can, bir sabaha karşı, ailelerini, mutluluğun doruğuna taşımıştı. Nevin, zamanının tümünü, minik, güzel kızına hasretmişti. Sayılı günler, gecelik pembe bir rüya gibi hızla akıyor, Nevin’in hastaneye başlayacağı günler, insafsızca yaklaşıyordu. Zaman, hiçbir şeye yetemeyecek kadar ne çabuk tükeniyordu.
Nevin’in tekrar yoğun bir şekilde işinin başına dönmesi; eşinin, Nevin’i, yeni doğmuş bebeğiyle yalnız bırakmaktan çekinmesi; çiftin, altı aya yakın bir süreyle İstanbul’dan uzak kalmasına neden oldu.
Aylar sonra bir haftasonu, işlerini ayarlayıp hazırlıklarını tamamladıktan sonra bebeklerini de yanlarına alarak uyumlu çift, arabalarıyla İstanbul’un yolunu tuttuklarında, çocuklar gibi şen ve sabırsızdı. Evlerini ne kadar da özlemişlerdi! Bu özel cumartesi gününü orada geçirerek pazar öğleden sonra, Gölcük’e dönmeyi planlamışlardı. Evlilik hayatına ilk adım attıkları, her köşesinden taptatlı anıların gülümsediği ilk göz ağrısı perili köşklerine yaklaştıkça, içlerine vuran sevinç akımlarıyla titreştiler. Köşke varır varmaz hemen bir çay demleyecek; bahçenin güzelliğine karşı, her yudumun tadını çıkararak biricik kızlarına, burayla ilgili, balandıra ballandıra masallar anlatacaklardı.
Caddeye girdiklerinde ve sokaklarına doğru başlarını uzattıklarında, hayli telaşlı oldukları dışardan alenen belli olan sevinçli çift, oranın, boydan boya, tampon tampona arabayla dolu olduğunu görüp park edecek yer bulamadı. Bir tam tur atarak kaptıkları yakınca bir yerde arabalarından indi ve bir an evvel evlerine kavuşma arzusuyla nefes nefese kalacak kadar hızlı adımlarla beyaz köşke yönlendi. Bahçe kapısının önüne geldiklerinde, kızları eşinin kucağında olduğundan Nevin, bahçe kapısının anahtarını hazırlamış, açmak üzere kalın zincirini kaldırmıştı ki, gözlerine inanamadı. Zincir kırılmış, halkalı kilit üzerinden alınmıştı. Eşi: “Herhalde çocuklar kurcalamıtır, merak etme!”diye, Nevin’i teskin edince o, bahçede ilerleyerek birkaç basamak merdiveni, kocasının önünden çıktı ve köşkün kapısını açmak üzere anahtarını, kapıya takıp çevirdi; açamadığını görerek meraklandı, ister istemez huylandı. Bunun üzerine eşi, Nevin’in kucağına bebeği, itinayla yerleştirip bir de kendisi anahtarı denemek istedi. Ne hikmetse kapı, bir türlü açılmıyordu. Ama herhangi bir zorlama veya zedeleme işareti de görülmüyordu. Onlar, merak içinde kapıyı kurcalar dururken içerde, merdivenlerde, bir takım ayak sesleri duyup endişelendiler. Ne olduğunu anlayamadan beklenmedik bir sırada önlerinde köşkün kapısı açılıverince, uzun boylu, geniş omuzlu, pis bıyıklı bir adam, duvar gibi karşılarına dikiliverdi. Kaba ve oldukça kalın dudaklarının arasından, “siz burada ne arıyorsunuz?” diye, hezeyanından kısık, boğuk çıkan ve sorgulayan sözleri, şaşkın çifti, allak bullak etmeye yetti. “Sinirlenen Nevin’in kocasının, sesini nezaket sınırları içinde yükselterek: “Asıl siz burada ne yaptığınızı söyler misiniz? Burası bizim evimiz beyefendi!” Diyen sesi, konuşmasının her kelimesine vurgu yapan tonuyla havada yankılandı. O esnada, merdivenlerden aceleyle inen adamın karısı, apar topar söze karışarak: “Alay mı ediyorsunuz siz bizimle? Altı aydır biz bu evi, hem de peşin parasıyla emlakçıdan kiraladık.” diye, söylenirken bağırdığı için daha da cırtlaklaşan sesiyle bayağılaşıyordu. O arada çıngar çıkacak, iki cüssesli ve sinirli adam kapışıverecek diye içinden geçiren Nevin, eşini sakinleştirmeye çaba göstererek , “biz bu açmazı başka yollarla çözmeliyiz, haydi arabamıza dönelim şimdi.” Diyerek, eşini ikna etmeye çalıştı. Taş gibi ağırlaşmış yorgun kolunun biriyle bebeğine sarılıp diğer koluyla nazik bir şekilde kocasının koluna girdi. Ama genç yüzbaşı kararlıydı ve yanlarına gelen iki orta okul çağındaki çocuğu da fark ettiği sırada, “bu evi nasıl kiraladığınızı açıklar mısınız bana, hemen?” diye, sorusunu, ailenin reisine yöneltti. “Biz burayı emlakçı vasıtasıyla bulduk. Çok beğendik. Emlakçı, “bu tarihi eve, çok talip var, bir senelik peşin para verene öncelik tanıyacağım.” diye, öneri getirince, biz de köşkü kaçırmamak için talebi kabul edip hayli yüksek meblağ ödeyerek bu yere taşındık. “O zaman hemen şimdi, bizi bu emlakçıya götürmeniz boynunuzun borcu oldu!” diyen ve kendini tanıtan Nevin’in eşi, yabancı adamı önüne katarak emlakçının yolunu tuttu. Eşini de biraz dinlenebilmesi için içeriye buyur etmelerini sağladı.
Nevin içeriye girdiğinde, irkilerek evine yabancılaştığını hissetti. Özenle muhafazaya aldığı üstü örtülü mobilyalarının, yerlerinin değiştirildiğini; açılıp hoyratça kullanıldığını; salonun inanılmaz derecede tozlu, bakımsız ve dağınık bırakıldığını görerek içinin eridiğini yaşadı. Antik sehpaların üzerine sıcak birşeyler dökülmüş olmalıydı ki, cilaları atmış, yer yer kaba, büyük lekeler, itici bir görünüme bürünmüştü. Çocuğu kucağında kendi salonunda, eğreti bir şekilde koltuğa ucundan ilişiveren Nevin, karmakarışık duyguların pençesinde çırpınırken, hanım hanıma yalnız kaldıklarını fırsat bilerek, surat asmış, karşısında öylece oturup kendisini süzen sözde evin hanımına, açılmaya karar verdi: Evlenince, ailesinden kalan bu tarihi köşke nasıl yerleştiklerini, ve eşinin işinden dolayı ve doğacak bebeği, babasından mahrum etmeme pahasına ve birlikteliği yakalayabilmek adına Gölcük’e gitmeyi nasıl karara bağladıklarını; çok sevdikleri köşklerini istemeyerek de olsa nasıl kapatmak zorunda kaldıklarını ve eninde sonunda tekrar buraya dönecekleri için köşkü kiraya vermekten niye kaçındıklarını, bir bir açıkladı. Kadının, haşin bakan gözleri, bir an olsun yumuşamıştı ama, akabinde horoz gibi kabararak, “biz burayı prosedürü içinde kiraladık. Gezdirildiğimizde hayran kaldığımız bu eve sahip olabilmek için, sınırlarımızı zorlayarak ve ailemizden borç para alarak dünya kadar harcama yaptık.” demekten de geri kalmadı. Sonra hışımla konuşmasını sürdürerek, “Çocuklarımızı çevre okullarına yerleştirmişken asla çıkamayız bu evden!” diye, makineli tüfek gibi hiç durmadan kelimeleri sıralayarak, bir solukta tamamladı. Nevin, “yasal yollara baş vurunca nasılca çıkacaksınız. Durumu artık öğrendiğinize göre, aileleri mağdur etmeden yanlışınızdan bir an evvel pişman olmalı ve geri dönmelisiniz!” dese de, kadın hiç oralı olmuyordu.
Bu arada, birbirine yabancı olan iki adam, birlikte, kaçak kiracının tarifi üzerine emlakçının bulunduğu caddeye ulaştı. Arabadan inip, malum lüks apartmanın giriş katında emlakçıyı aradı. Kapının ziline bastıklarında, emlakçının eski yerinde yeller esiyordu. Karşılarına çıkan, kapı üstündeki tabelayı teyit eden başka bir iş yerinin yetkilileriydi. İki genç adam, panik halinde etrafta, önlerine gelen herkese ayrıntılı sorular sorarak durumu aydınlatmaya çabaladılar. İsmi hiç kulaklarda yer etmemiş olan bu sıradan emlak bürosunun, sekiz ay kadar evvel, üç hafta boyunca, apartmanın giriş katında kaldığını; daha kimseye aşina olamadan, bilmedikleri bir nedenle taşındığını acı bir şekilde öğrendiler. Birbirlerine bön bön bakakalan ve beklenmedik bir şokla allak bullak olan genç adamlar, kendilerini, iç dünyalarında, kasvetli ve karanlık bir boşlukta, sıkışmış, çaresizlikle bucalarken buldular.
Kiracının elim durumu, kafasına dank etmişti, vehameti iyiden iyiğe kavramıştı ama haksızlığa ve kayba uğradığını; olayın mağduru olduğunu; cazgır bir tonda söylüyor, evi asla terk etmeyeceklerini yol boyunca papağan gibi tekrarlayıp duruyordu. Kararlılığı her haline akseden, karşısındakinin feveran etmesinin geçmesini sabırla bekleyen vakur yüzbaşıysa, “işlemlerinizi, sağlam temellere dayandırmadan, ev sahibiyle görüştürülmeyi talep etmeden gelip bu yere taşınmanız, bu olayda faka basmanızı kolaylaştırıyor. “Bunun sonucuna, isteseniz de istemeseniz de katlanıp hemen evimi boşaltın!” dedi, son söz olarak.
Kös kös Gölcük’e dönüş yolunu tutmaktan başka çareleri kalmayan çiftin mutlu bakışları, bir anda sönüvermiş; yerini, yorgun, dalgın ve vesveseli gölgeler kaplayıvermişti. Neredeyse hiç konuşmuyor, akıllarından geçirdikleri korkuların girdabında çalkalanıyorlardı. Kötü kokulu bir bataklığa, nasıl olup da böylesine bir bahtsızlıkla saplanmışlardı? Yasal yollardan içinden çıkılabilecek bir durumdu tabii ama seneleri, hiç yok yere üzüntü içinde berhava olacaktı. Bir sürü de zaman, enerji ve para harcanacaktı.
Konuyu aralarında istişare eden ve ailelerine danışan mağdur çift, vakit kaybetmeden mahkemeye başvurdu. Bir yandan dava yürürken bir yandan da, kısa sürede sonuç alabilmek uğruna, bir ümit, avukatları, kaçak aileye gidip sık sık görüştü. Açıklayıcı ve uyarıcı tonda, bir an evvel geri çekilmeleri için iyilikle dil döküp didindi ama, onların inadını, bir türlü alt edemedi, ısrarcı olan tavırlarını kıramadı.
Dava tatsızlıkla böylece sürüp gidereken uzun bir süre sonra çift, senelik izne çıktığında, güzel köşklerinde tatil yapacaklarının hayalini yitirmiş olarak ailelerinin yanına, sırayla gitmeye karar verdiler. Yakınlarının, içten ve derin sevgi, ilgi, şefkatlerini duyumsamak; eski günlerin özlemini dindirerek, yeniden moral kazandırmaya fırsat tanıyacaktı.
İzin süreci içinde, bir sabah erkenden beyaz köşkün kapısına bir askeri jip dayandı. İçinden inen asker, köşkün kapısını, ısrarla hiç ara vermeden çaldı. Üst katın merdivenlerinden paldır küldür aşağıya inen hanıma, ciddi tavrıyla hitap eden askeri yetkili: ”Yüzbaşı Nazım Bey’e acil bir görev var, hemen çağırır mısınız lütfen? Bu evrağı imzalatmam emredildi bana” dedi. Kadın askerin karşısında, her bir yanının, ince söğüt yaprakları gibi titrediğini hissetti. “O, şu anda burada değil efendim” diye, kem küm eden hanıma, gözlerini diken asker, “olur mu hanımefendi, o izinde ve adresi burası, lütfen haber verin, siz eşi değil misiniz yoksa?” diye, sorusunun cevabını, bir an evvel duymak istedi. “Hayır ben eşi değilim” sözleriyle yanıt alan asker, “siz, o halde, birinci derece yakını olmalısınız? Çok acele üstlerine baş vurmasını sağlayın!” diyerek, tebellüğ ettireceği kağıdı yanına alarak jipe döndü. Kapısını sertçe çekerken, kendisini, üst kattan meraklı ve endişeli gözlerle ürpererek perde arkasından izleyen adamı fark etmedi. Jipin içindekilere hararetle bir şeyler açıkladı. Akabinde jip, kulaklarda ve belleklerde kalan gürültülü motor sesini ardında bırakarak oradan uzaklaştı.
İzinden döndüklerinde, askeri görev uyarılarının, evlerine birkaç kez yapıldığını öğrenip çok üzülen ve sarsılan onurlu yüzbaşı, köşkleriyle yaşadıkları bahtsız durumu, üstlerine açıklamak mecburiyetinde kaldı. Aslında bu uyarılar, bir bakıma onların makûz kaderini kendiliğinden değiştiren şartları oluşturmuştu. Sık sık kapılarında, çağrı tebligatı yapmak isteyen askeri jipi bulduklarında kaçak aile, için için telaşlanmış ve korkmuş; haklı bir dava karşısında fazla yapababilecek birşeyleri olmadığına hükmederek, işi, daha fazla arapsaçına döndürmeden, birkaç hafta içinde, pılısını pırtısını toplayarak meçhul bir adrese doğru sırra kadem basmıştı.
Ahh güzel İstanbul! Kimin aklına gelirdi ki? Tarih kokan sokaklarında, nadide semtlerinde, kapalı kapılar ardında, neler yaşanabiliyordu böyle?
Ayşe Yarman Öztekin
’An Akar Zaman Kayar’ 2012
YORUMLAR
Uzun olmasına rağmen romanınız kendini zevkle okutturdu, kaleminizi tebrik ederim, sevgilerimle Ayşe hanım..
ayşe1
Sevgi ve selamlarımla.
Öykü bana Roberto Benigni'nin ''Hayat Güzeldir'' filmini anımsattı. İlk yarısında kahramanın genç bir kadının dikkatini çekip onu evlenmeye ikna etmesini seyrediyorduk. İkinci yarısı ise bambaşka bir konuyu tamamen farklı bir ortamda işliyordu. Bu öyküde de benzer bir hava var. Tebrik ederim.
Ah Güzel İstanbul...
Boylu boslu, sülün gibi ince ve zarif duruşlu, kıvrak fakat ciddi adım atışlı, hem narin hem de ağırbaşlı tok yürüyüşüyle arkasından hayranlıkla baktıran çekici, havalı ve kişilikli bir genç kız doktor Nevin Hanım...
Ve boylu poslu, atletik yapılı, göz kamaştırıcı beyaz denizci üniformalı, yakışıklı teğmen Nazım...
Başlık ve giriş bölümündeki “Kerime Nadir” in kaleminden çıkmış gibi duran satırlar ilk bakışta romantik bir hikaye okuyacakmış(ız) izlenimi uyandırıyor(du). Malumunuz romantik hikâyelerin bir yerlerinde illa bir karakedi patisi görülür. Ha şimdi bir yerlerden “Neriman Köksal” çıkar yakışıklı enişteye musallat olur, mutluluklarına soğan doğrar diyordum kii(Neriman Köksal da rahmet istedi) konu aniden polisiye bir minvale kaydı.
Emlakçi Allahtan insaflı dolandırıcı imiş. Ya köşkü kiraya vereceğine satsaymış. Çık çıkabilirsen işin içinden. Olmaz mı, bal gibi de olur. Ee burası İstanbul,
Ah güzel İstanbul ah.
Tebrikler, saygılar
"Garson, çiftin masasına doğru, hızlı adımlarla yürürken, hareketinin rüzgârından, yakılmış iki mumun alevi sönmesin diye, gözlerini, pastanın üstünden hiç ayırmadan masaya vardığında; durumun değerini ve ciddiyetini önceden biliyor da kavrıyormuşçasına, yarı beline kadar saygıyla eğilerek, parlak sedef inci şekerlemelerle süslü görkemli pastayı, masanın ortasına küçük, zarif hareketlerle yerleştirdi."
Ne yalan söyleyeyim, yukarıya alıntıladığım kısım hayatımda okuduğun en uzun cümle olarak arşivimde yerini aldı. Genel olarak uzun cümleleri tercih etmişsiniz. Bu çok riskli olmasına rağmen pek az cümlenizde eksiklikler var. Ama yazınız bütünüyle oldukça başarılı. Sonuna kadar ümitsiz bir şekilde okudum yazıyı. Yani Nevinin ve eşinin evlerine kavuşabileceğini sanmıyordum. Çünkü burası "bizim memleket" Ne olacağı pek belli olmayabiliyor:)
Bugün okuduğum en ciddi emek isteyen yazılardan biriydi.
Tebrik ediyorum.
10 puan.
Aynur Engindeniz tarafından 3/31/2011 1:37:39 PM zamanında düzenlenmiştir.
Evet değerli yazarım kapımızı kapattıkmı içerde ne yaşandığını kimsenin bilmesi mümkün değil, bazen balkondan gece şehrin ışıklarına bakarken düşünürüm, kimbilir şu anda şu evlerde neler yaşanıyordur diye, akıcı bir uslupla anlatılmış bir hayat gerçeği idi yazınız, kutluyorum, selam ve sevgilerimle.