K A Y I P
Küçük şehirde vakit yavaş, büyük şehirlerde vakitler hızlı geçer. Ya da bana öyle gelir. Belki de çocuklukta vakit yavaşken, insan çocukluktan çıkarken iken vakit daha hızlı geçiyor. Belki de insana bu duyguyu yaşatan olayların akışıdır.
Çocukluğum Antep’te geçti. Biz kısaca Antep deriz. Yedi çocuklu bir belediye işçisinin en küçük kız çocuğuydum. Ağabeylerim, ablalarım içinde en küçük olmanın tadını yaşadım. Üç ağabey, üç ablanın, anne, babanın sevgisi çok güzel bir duygudur. Adımı da onlar koymuştu. Bütün kardeşler ‘Sevinç’ isminde birleşmişlerdi. Küçük kız çocukları ailenin adeta bir maskotu gibidirler. Bir gün babam beni gezdirirken, görenler “torun mu?” demişlerdi. O günden sonra babam beni torunum diye severdi. Torunlarının içine beni de aldı. Fakat bu sevgi seli insanın geç olgunlaşmasına neden olduğunu çok sonraları anladım.
Antep’te Sokak çatışmaları, kavgalar içinde ağabeylerim, babamın tek korkusuydu. Gündüz gözüyle ağabeylerim duvar yazmaları bütün mahalleye yayılmıştı. Annem büyük ağabeyim Süleyman’ı yastık altına silahla yatarken yakalamıştı. Babam duyunca kıyamet koptu. Silah yok oldu ve ağabeyimin yemini ile oyuncak silaha dönüştü.
Babam yıllarca Antep’ten ayrılıp, İstanbul’a yerleşmek istiyordu. Askerliğini yaptığı bu şehir babamı çok etkilemişti. Asker dönüşü evlenmiş geçim kaygısı çoluk çocuk derken bir türlü gidememiş. Arada bir orada bulunan akrabaları ziyarete gittiğinde, İstanbul tutkusu depreşirdi. Memur olsa işi kolaydı, tayin olabiliyordu. Gerçi işçilerde belediyelerce geçiş yapılıyormuş. Ama büyük torpil gerekiyormuş.
O günlerde İstanbul siyasi olayların en yoğun olduğu yıllardı. Taksim’de 1 Mayıs gösterisi kana bulanmış onlarca insan ölmüş yüzlerce insan yaralanmıştı. Gazetelerde okuduğumuz kadarı ile hemen her semte bir yaralama ve öldürme olayı oluyormuş. Bütün bunlar babamı biraz olsun İstanbul hevesinden soğutmuştu. Babamın ketum halinde bana öyle gelmiş olmalı. Babamın gözünü korkutan bir diğer sorun kalabalık bir nüfusla İstanbul gibi büyük bir şehirde geçinememekti. Zaten Antep’te de sıkıntı içindeydik. Köyle olan bağımız bizi biraz olsun rahatlatıyordu.
Ağabeylerim her olayın içinde olmasa bile, her olayın içine çekiliyordu. Adeta elebaşı gibi görülüyorlardı. Kendilerini olayların akışına kaptırmış, okulla olan bağları kopmuştu. Afişleme, bildiri dağıtma işlerinden okula zaman kalmıyordu. Birçok aile çocuklarını siyasi olaylardan sıyırmak için erken yaşta evlendiriyordu. Ya da askere gönderiyorlardı. Bu nedenle ablalarım peş peşe evlendiler. Bu arada babamın da emekliliği geldi.
Babam emekli olduğunda İstanbul’da bir akraba düğününe davetli idi. Düğünde akrabalar babamı İstanbul’a göçmeye ikna etmişti. Fabrikaların bulunduğu Kâğıthane de iki ağabeyim için iş bulma imkanı vardı. Büyük ağabeyim askerde idi. Gelince o da orada bir fabrikada iş bulabilirdi. Hatta annem babam içinde iş bulunabilirmiş. O sıralarda ben lise son sınıfta idim. Derslerim çok iyi olduğundan bende İstanbul’da iyi bir üniversite de okuma hayaline kapıldım. Birçok kardeşin içinde sıyrılıp okumak, kendime güveni de beraberinde getirmişti. Üstelik bir kız çocuğa olarak bu beni gururlandığı gibi ailemi de gururlandırıyordu.
Okulların tatili ile kendimizi İstanbul da bulduk. Bizim akrabalar Çağlayan oturdukları için, bizde orada bir ev satın aldık. Babamın emekli ikramiyesi ile bir gecekondu alabilmiştik. Annem şükreder durur, “ev alamazsak kiralarda sürüneceğiz” diye. İstanbul hepimizi etkilemişti. Adana’ya birkaç kez gidip deniz görmüştüm. Ama sanki İstanbul’un denizi daha güzel gibiydi. Üniversiteli gençleri ilk defa görüyor gibiydim. Onların içine katılmak için can atıyordum.
İki ağabeyimde kısa sürede bir fabrikada iş buldu. Mahallede liseliler üniversite sınavına hazırlanıyordu. İyi bir yeri kazanmak için dershaneden geçmenin daha avantaj sağladığını söylediler. Hemen bir dershaneye yazıldım. Dershanede ufkum daha da açıldı. Canla başla çalışmıştım. Lise de başarılı bir öğrenci olmanın avantajı ile İktisat Fakültesi kazandım. Evde büyük bir sevinç yaratmıştım. Aile de ilk defa bir kişi üniversite de okuyacaktı.
İlk günlerin heyecanı ile okulun bu kadar uzak olduğunun farkına varamamıştım. Çağlayan’dan Beyazıt’a kadar çoğu zaman çift vesaitle gidiyordum. Bazen bu uzaklık işime geliyordu. Daha çok oturmaya çalışarak otobüste ders çalışıyor, uykusuz olduğumda uykumu alıyordum. Okul ortamında bütün sıkıntımı atıyordum. Dersleri öğretmenleri arkadaşları seviyordum. Mümkün olduğu kadar okulda saflaşmalara katılmıyordum. Çünkü evde bu konuda oldukça telkinde bulunuyorlardı.
Bir gün çok hoş bir durum oldu. Ankara Caddesinden Eminönü’ne iniyordum. Yanımdan koşarcasına geçen bir genç bana çarptı. Defter ve kitaplarımı düşürdü. Sonra benden önce bir çırpıda malzemelerimi topladı. Özür dilerken göz göze geldik. ‘Aman tanrım ne kadar yakışıklı dedim’ içimden. Çok etkilenmiştim. Tıpkı filmlerdeki gibiydi. Kendimi film çeviren bir artist gibi hissettim. Beraber Eminönü’ne kadar yürüdük. Sirkecide bir cafe de çay ısmarladı. Oda bizim üniversitenin Hukuk Fakültesinde okuyordu. O da benden etkilenmişti. Adı Fikri idi. Fikri, Hukuk Fakültesinde devam zorunluluğu olmadığından, zamanının büyük bir bölümünü siyasi olayların içinde geçiriyordu. Bunu onu tanıdıkça öğrendim. Ders kitapları yerine siyasi kitaplar okuyordu. Şiirler yazıyor, makaleler yazıyor. Örgütünün dergisinde yayın kadrosunda yer alıyordu.
Artık sık sık buluşuyoruz. Çoğu zaman beni evimizin yakınına kadar bırakırdı. Fikri’nin ailesi Merter semtinde oturuyordu. Babası ile pek anlaşamayan, Fikri ayrı bir ev tutmuş, arkadaşları ile birlikte orada kalıyordu. Tünel’de Asmalımescit’te eski bir apartman dairesinde dört arkadaş kalıyordu. Burası oldukça merkezi bir yerdi. Fikri burada okula rahatlıkla gidiyor. Şişli tarafında işi olduğunda yine rahatlıkla o taraf da gidiyordu. Ayrıca Bankalar Caddesinde bulunan elektrikçilerden parça başı montaj işleri alıp okul haçlığını çıkartıyordu. Evleri adeta bir elektrik atölyesiydi. Diğer arkadaşları da bu şekilde ev kirası ve okul haçlığı çıkarıyordu.
Fikri aileden bağlarını kopararak bağımsızlığını ilan etmesi, onu daha özgür kılıyordu. Kendine olan güveni ile birçok tabuyu yıkmıştı. Bizleri anne kuzusu olarak görüyor. Artık koca insanlar olduğumuz kendi ayaklarımız üzerinde durmamız gerektiğini söylüyordu. Ama o bir erkekti. Onun istediği şekilde davranan kız arkadaşlarımızda vardı. Onlarda ailelerinden bağımsızdı. Aileleri İstanbul dışında ya da yurtdışında idiler.
İki ağabeyim de bir yandan fabrikada çalışırken, diğer taraftan Antep’teki örgütlerinin İstanbul şubeleriyle irtibata geçmişlerdi. Babam onları örgütten kopardığını sanırken onlar tekrar olayların içindeydi. Gece afiş, yazılama, gündüz bildiri, korsan gösterilere katılıyorlardı. Babam da bir fabrikada gece bekçiliği yapıyordu. Bu nedenle onları pek denetleyemiyordu. Ancak başlarına bir şey geldiğinde haberi olacaktı.
Zaman zaman okuldan kız arkadaşlarımı getirip ailemle tanıştırıyordum. Bizde kalıyorlardı. O nedenle arada bir bende arkadaşlarımda kalabiliyordum. Bu arkadaşlarımın çoğu Koca Mustafa Paşa, Samatya, Laleli gibi semtlerde oturdukları için okula da yakındı. Bu konuda ailemde bir güven oluşturmuştum.
Soğuk bir kış ayıydı. Fikri’nin Asmalımescit’teki bekar evinde idik. O gün üç arkadaşından hiçbir gece eve gelmemişti. Bazen onlarda diğer arkadaşlarında kalırdı. Ama o gün üçü de gelmemişti. Adeta bu günü bize armağan etmek için anlaşmışlardı. Böyle bir tesadüfe ikimizde sevinmiştik. Evde oldukça soğuktu. Bütün bir kış sürekli yenilenen telleri ile çay yapmakta, ısınmakta kullanılan bir ocaktan başka ısınacak bir şey yoktu. Bulunduğumuz daire daha önce fotoğrafçı arkadaşlarımız tarafından karanlık oda olarak kırmızıya boyanmıştı. İçerisinin loş ışığı baş başa iki genç insanda cinsel tutkuları kamçılıyordu.
O soğuk evde öpüşmeye yeltendiğimizde birbirimizin nefesinin bizi ısıttığını anladık. Öpüşmeler bütün bedenimizi sardığında işi daha da ileriye götürdük. Öyle bir hale geldik ki, soğuk evde çıplak olduğumuz halde üşümüyorduk. Bir birimizi sevdiğimizden tek korkumuz, zamansız bir çocuk olayıydı. Onun dışında koktuğumuz bir şey yoktu. Okul bittiğinde evlenecektik. Bunu bütün çevremiz biliyordu. Tabi en son aileler duyar. Aileme bu konuda henüz bir şey söylememiştim. Zamanı gelince söyleyecektim.
Biz bunları yaşarken, ülkenin yaşadıkları içler acısıydı. Bütün ülkede faşist saldırılarda onlarca insan öldürülmekte idi. Yanı başımızdaki semtlere bile gitmekten korkuyorduk. Gültepe, Çeliktepe, Mecidiyeköy gibi yakın semtlerde adeta her gün olaylar olmaktaydı. Bununla yetinmeyen saldırganlar seçkin aydınlara pusular kurarak katletmeye başlamıştı. Özellikle seçkin aydınlar peş peşe katlediliyordu. Bununla da yetinmeyen cinayet şebekeleri Malatya, Sivas, Çorum gibi şehirlerde kitle katliamları yapıyordu. En son Kahraman Maraş’ta yaşanan kitle katliamıyla ülkenin hali içler acısıydı. Birçok şehirde sıkıyönetim ilan edilmişti.
Okulda da durum hiç iyi değildi. Okul da ülkenin aynısı idi. Boykotlar, Direnişler, Katliamlar vs. 16 Mart katliamı gözlerimin önünden hiç gitmemişti. Bu katliamdan sonra aile beni okula göndermeme kararı almıştı. Ağabeylerimin bana destek çıkması, Fikri’nin telkinleri ile tekrar okuluma dönmüştüm. Ayrıca gazeteci Abdi İpekçi’nin katil zanlısı Ağca da bizim okulun öğrencisi idi.
Bir gösteri sırasında Fikri, şüphelendiği bir adamın belini yoklamıştı. Adamın belinde silahlı olduğunu görünce, kimsin sen diye silahına sarılmış ve almıştı. Adam korkusundan polis olduğunu söyleyememiş. Ayrıca adamın ağzını burnunu kırmıştı. Araya polisin arkadaşlarının girmesi ile olay anlaşılmıştı. Adam sivil polisti. Silahı aldılar, o zaman Fikri’ye bir şey yapamadılar. Ama diş biliyorlardı. Fikri’yi yakaladıkları yerde anasından doğduğuna pişman edeceklerdi.
12 Eylül sabahı idi. Mahalle muhtarı sonuna kadar radyoyu açmıştı. Hemen olağan üstü bir durum olduğunu anlamıştık. Benzer durum Ecevit’in Kıbrıs hakareti sırasında da olmuştu. Radyoda bildiriler okunuyor, Hasan Mutlucan tok sesiyle türküler söylüyordu. Evin kapısı önünde dura kaldık. Yoldan askeri jep’ler, cemseler geçmekte idi. Adeta sürekli her şey “ikinci bir emre kadar” yasaktı.
Hemen olası bir aramaya karşın, evde bulunan siyasi kitapları bir odun yığını gibi sobanın yanına yığdık. İki ağabeyimle birlikte kitapları elemeye başladık. Ben Fikri’nin bana hediye ettiği şiir kitaplarını ayırdım. Küçük ağabeyim Sinan böyle bir darbenin beklendiğini söyledi. Askerlerin, polislerin cahil olduğunu kısaca V.I.Lenin yazan, yani Vilademir İlyinç Lenin’i altıncı Lenin diye okuyanların olduğunu anlattı. Şiir kitapları da tehlikeliydi. Hepsini yaktık. Henüz havalar soğumamıştı. Annem çamaşır suyu ısıtıyormuş gibi sobanın üzerine su kazanı koymuştu. Soran olursa, çamaşır için su ısıtıyorduk.
Aklım fikrim Fikri’deydi. O şimdi ne yapıyordu. İlerleyen günlerde tutuklama, çatışma haberleri yoğunlaştı. Televizyonlarda yakalananlar teşhir edilmeye başlanmıştı. Teşhir edilenler en çok kitapların olması beni üzüyordu. Bir hafta olmuştu, Fikri’den bir haber yoktu. Ne yapar ne eder bana bir haber ulaştırırdı. Bunda bir iş vardı. Tünel’deki eve gittim. Üç arkadaşı da evdeydi. Ama Fikri yoktu. Onlarda çok merak ediyorlarmış. Tutuklansa kaldığı yeri basım arama yapabilirlermiş. Hatta bu nedenle evdeki suç olabilecek her şeyi ya saklamışlar ya da yok etmişlerdi.
Kararlaştırdık hepimiz araştıracaktık. Kim önce izini bulursa bir birimize haber verecekti. Ben bayan olarak Merter’deki ailesinin evine gittim. Bana pek güvenmediler. Sonradan öğrendiğime göre, Fikri’nin küçük kardeşi benim polis olabileceğimden şüphelenmişti. Onlarda merak içinde olduklarını gördüm. Sürekli evi telefonla arayıp, annesini kardeşlerini soran Fikri, darbe ile birlikte sesi sedası da kesilmişti. En sakinleri babası idi. “Ona bir şey olmaz” diyordu. ‘Niye dediğimizde’ ise, “o kötü bir çocuk, kötülere bir şey olmaz” diyordu. Başlıyordu karı koca kavgası.
İrtibata geçtiğimiz diğer arkadaşları bilmiyordu. Sanki yer yarılıp da içine girmişti. Annesi dayanamayıp karakollardan, emniyet müdürlüklerinde sormaya başladı. Poliste aradığını söyledi. Ama o günlerde polislere inanmak doğru değildi. Ellerindeki insanlar için de bizde yok diyebiliyorlardı. Zavallı kadın, ben kadınım diye bana zorluk çıkarıyorlar diye düşünmüş olacak. Kavga dövüş eşini gönderdi. Polislerde “gel amca seni birkaç gün misafir edelim. Senin oğlan duyup gelir sende görürsün bizde” demişlerdi. Bir hafta sonra zavallı adamı salıvermişlerdi. “Senin oğlan uçmuş” demişler. “O da bu ne demek” dediğinde. Yani “amca yurtdışına kaçmış” demişlerdi.
Bu bize hiç inandırıcı gelmedi. Fikri yurtdışına kaçıyor, örgütün bile haberi yok. Acaba öldürdüler de, saklıyorlar mıydı? Memleketi Samsun’da olabilir mi? Diye araştırdık. Öğrendiğimize göre orada da aramışlar. Yok. Fikri, kayıplara karışmıştı. Annesinin kardeşlerinin iki gözü iki çeşme akmaktalar. Bende ağlamaya başladım. Artık benim Fikri’nin sevdiği olduğumu öğrendiler. Küçük kız kardeşi Fikriye, “Ağabeyim böyle güzel kızı bırakıp kaçmaz” dediğinde, ağlarken hepimiz güler olmuştuk.
Evde ise iki ağabeyimi fabrikadaki sendikal faaliyetlerden dolayı tutuklamışlardı. Önceleri örgüt korkusundan sesini çıkarmayanlar. Askerleri görünce ilk işleri onları ihbar etmek olmuştu. Beni ağabeylerimden çok Fikri ilgilendiriyordu. Çünkü sevdiğim adamın kadını olmuştum. Asmalımescit’teki evdeki ilk geceden sonra birkaç defa beraber olmuştuk. Artık bir kız değildim. Fikri’nin başına bir şey gelirse ben ne yapacaktım. Annem, babam, ağabeylerim duysa ne yapardım. Hayır, bu bir sırdı kimseye söyleyemem. Fikri ile benim sırrım. Fikri’yi o kadar sevmiştim ki, en ufak bir pişmanlık duymamam işin iyi bir yanıydı.
Aramalar sonuç vermeyince bir süre ara verdik. Zamanın akışına bıraktık. Belki saklanıyor ve ortalık durulunca ortaya çıkacaktı. Bizi üzen babası gözaltında iken söylenenlerdi. Polisler, “amca, oğlun ne haltlar yedi bir bilsen, devletin polisini ağzını burnunu kırdığı gibi silahını alıp öldürecekti. Zor kurtardık. Sonra birçok cinayeti var oğlunun” demişlerdi. Bu bir ipucuydu. Fikri, bunu bildiği için ortaya çıkmıyor olabilirdi. Üzerine birçok suç yıkılması içten bile değildi.
Gün geçtikçe türlü türlü dedikodu çıkıyordu. Meriç nehrinden yüzerek Avrupa’ya gitmiş. Arkadaşları ile dağlara çıkmış. İşkence de çözülmediği için öldürülmüş. Her gün bir şey uyduruluyordu. Ailenin tanıdığı yetkililer araya sokulmuş, “belki bir bilgi edinebiliriz”. Nafile hiçbir sonuç alınamamış. Fikri’nin adı kayıp’a çıkmıştı. Bu arada şunu öğrenmiştik. Polisin hoşlanmadığı, aradığı bir adama sahip çıkmak, arayıp sormak onları oldukça rahatsız ediyordu. Gazete de, televizyonda çıkan çatışma haberlerinde Fikri’ni ismini aramaya başladık.
‘Fikri olmadan ben ne yaparım’ bütün düşüncem oydu. Kendimi derslere verdim. Bir an önce okulu bitirip, hayata atılmalıydım. Fikri ölüdeyse, nasıl evlenecektim. Bütün bu düşünceler beni yiyip bitiriyordu. Annem babam derslerin ağırlığına veriyordu. Aklımdan kötü düşünceler geçiyordu. Bana aptalca âşık, saf birini bulup onunla evlenmek. Ama kendime hiç yakıştırmadığım bir şeydi. Hayır, böyle yapmak bana yakışmaz. Kızlık zarının dikildiğini öğrendim. Bu da bana sıcak bir fikirden ziyade oldukça soğuk bir düşünce geldi. Gerekirse ömür boyu evlenmem.
Aradan yıllar geçti. Okulu bitirdim. Bir bankada stajdan sonra işe başladım. Fikri’den hala haber yoktu. Bu arada doğuda PKK hareketi başladı. Süleyman Ağabeyim askerden çoktan gelmişti. Diğer iki ağabeyim cezaevinden askere alındılar. Fikri’nin PKK’ya katıldığı haberi yayıldı. Zıt fikirdeki birisi böyle bir harekete niçin katılsın. ‘Dediğimiz zaman, aldığımız yanıt’. “Kardeşim PKK dediğin ne ki, kaçaklardan oluşan bir örgüt”. Herkes bir tahmin yürütüyordu.
İşe başlamamla birlikte dünürcülerim gelmeye başladı. Okulu bitirmeden evlenmeyeceğimi düşünenler, şimdi beni istiyorlardı. Beni bir kız sanıyorlardı. Oysa ben bir kadındım. Kayıp Fikri’nin kadınıydım. ‘Henüz evlenmeyi düşünmediğimi söyleyip gönderiyordum’. ‘Önümde Ağabeylerim var’ diyordum. Gerçi en büyük ağabeyim Süleyman evlenmişti. Çalışıyor olmam bu tür nazlar yapmamı sağlıyordu. Çevremde kur yapanlar, asılanlar olmuyor değildi. Oysa benim derdim başka idi. Gazetelerde “filan kişi evlendi, gelin kız çıkmadı. Babasının evine gönderildi” türü haberler okuduğumda uykularım kaçıyordu. Yaşlı annem babam bu saatten sonra bu tür şeyleri kaldıramazdı.
Artık Fikri’yi mecburen unutmuştum. Tek korkum bir gün karşıma âşık olduğum birinin çıkması idi. Öyle birine rastlarsam ne yapardım. Sanırım bulunduğum ruh hali böyle bir olasılığı karşıma çıkarmıyordu. Kimse beni Fikri gibi etkilemiyordu. İlk aşk unutulmaz dedikleri bu olsa gerek. Annem babam da “kızım yaşın geçiyor, Öyle armudun sapı üzümün çöpü ile evde kalacaksın” diyorlar. Neler söylenmiyor ki, kilo alıyorum diye şeker kullanmadığım için şeker hastasına çıktı adım. Hiç birine aldırmıyorum. Yaşadıklarımı birçok kadının yaşadığını düşündükçe hüzünleniyorum.
Fikri’den ses seda çıkmayınca umudumu yitirdim. Bende kendimi işime verdim. Bulunduğum banka da müdürlükten sonra çok iyi pozisyona geldim. Bu durumda evlenmek isteyenlerle aramda bir mesafe olduğu için biraz rahatladım. Yaşım ilerledikçe eşi ölmüş, dul çocuklu adamlar dolaylı olarak talip olsalar da, artık evlenmeyi hiç düşünmüyorum. Oysa bende isterdim; sevdiğim eşim, çocuklarımla mutlu bir evliliğim olsun. Belki de çok istemediğim içindir.
Yıllar geçti, Fikri’den hala haber yok. Artık iyice yaşlanan annesi, Cumartesi annelerine katıldı. Bende bazen eşlik ettim. Haftalarca Galatasaray’da Cumartesi anneleri ile birlikte olduk. Birlikte anladık, birlikte kayıp’ımızın bulunmasını istedik. Fadime teyzenin birkaç gazetede röportajı yayınlandı. Yıllarca oğluna ağlamakta gözlerine perde indi. Birkaç kez katarakt ameliyatı oldu. Torunlarından birine Fikri ismini verdiler.
Ha unutuyordum. Ortanca ağabey İsmet bir tesadüf sonucu Fikri’nin arkadaş ile tanışıyor. Benim Fikri’nin sevgilisi olduğumu söylüyorlar. Fikri hakkında biraz araştırma yapan ağabeyim. Onun bir devrimci olduğunu öğrendiği de, bana saygıyla “demek onu o kadar çok sevdin ki, hiç evlenmedin” demişti. Diğer ağabeylerimde öğrendi. Artık beni Fikri’nin dul eşi gözüyle görüyorlar.l
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.