- 966 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
"İHTİRASIN BEDELİ"
Günün sabahında çapaklı gözler, aydınlığa açılırken küçük ve pis odanın ağır kokusu, yüzünü buruşturmasına neden oldu. Bulanık bakışlarını, odanın içinde gezdirdi. Odanın içindeki gri görüntüyü silmeye çalışan yoğun beyaz parlaklık gözlerini kamaştırırken ellerinin ayasıyla çapaklı gözlerini oğuşturdu. Duvarlarında rutubetten dolayı kabaran sıvalar dökülmüş, bazı yerleri yeşillenmişti. Odanın tavanında oluşan damlacıklar mağarada oluşan sarkıtlar gibi bir hal almıştı. Hemen başı ucunda duran Sigara izmaritleri ile dolu kül tablası, etrafa dağılmış onlarca bira şişeleriyle çöplüğü andıran bu yer iğrenç görünüyordu. Kirden grileşmiş yatağından doğrulduğunda titremeye başladı. Oda çok soğuk, ısıtmak için hiçbir gerece sahip değildi. Sıcak yataktan buz gibi odaya kalkmayı gözü kesmeyince bir süre daha, yatakta kaldı. Midesi boş olsa, da yeni güne başlayan bedeninin biyolojik saati çalışmaya başlamış, boşaltım sistemi tuvalete gitmesi gerektiğini ikaz ediyordu. Kollarını göğsü üzerinde birleştirerek ivedi adımlarla tuvalete girdi. Klozetin kapağını kaldırdığında bir başka iğrençlikte oradaydı. Bunları yapan kendisinden başkası olmamasına rağmen bakmamak için gözlerini kaçırdı. İşini bitirdiğinde yine aynı duyarsızlıkla sifonu çekmeden dışarı çıktı. Yüzünü yıkamak için lavaboya geçip musluğu açtığında akmayan su canının sıkılmasına neden oldu. Soğuktan donmuş olan sular akmıyordu. Kirlenmiş lavabo ve, lekeden görünmeyen aynada dudaklarını gererek dişlerine baktı. Fırçalanmayan dişler sigaradan dolayı sararmış, diş araları kararmış, çok kötü görünüyordu. Ellerini yüzüne yapıştırıp işaret parmaklarıyla göz pınarlarındaki çapakları temizledi. Lavaboda istediklerini yapamayınca Odasına geçip birçok yeri paslanmış, çürümüş, buzdolabının kapağını açıp yiyecek bir şeyler aradı ama dolap tamtakırdı. Tabiri caizse fare girse açlıktan ölürdü. Süratle dolabın kapağını kapatıp odanın içinde bira şişelerinin arasında dolanmaya başladı. Sehpanın üzerinde duran sigara paketini alıp son sigarasını yaktı. Çektiği duman gırtlağını yakarken aç karna çekilen dumandan rahatsızlık duyan ciğerler isyan ediyor, içinde dolanan zehre tepki olarak öksürtüyor, Ciğerleri parçalanacak gibiydi. Öksürüğünü yatıştırabileceğini düşündüğü sıvı bir şeyler aradı gözleri. Su akmıyor başkada bir şey yoktu evde. Etrafa saçılmış boş şişelerde bir yudum içebileceği bira aradı. Eline geçirdiği her şişeyi kafasına dikti ama bir damla bile bulamadı. Son şişeyi şiddetle duvara doğru savurarak parçalanmasına neden oldu. Evde yapabileceği bir şeyler olmadığını anlayınca dışarı çıkmaya karar verdi. Kirli siyah paltosunu üzerine geçirip kapıya yöneldi. Elini attığı kapı kolu avuçlarına yapışınca oradan yayılan soğukluk tüm vücudunu kapladı. Bir an çıkmaktan vazgeçse, de evde kalmanın hiçbir esprisi olmadığını düşündü. Kapıyı aralayınca dışarıdaki kuvvetli rüzgâr eğreti tuttuğu kapıyı kuvvetle içeriye doğru savurup duvara çarptı. Rüzgârla karışık soğuk hava yüzünü kamçılarken açıkta kalan yerlerini yukarıya kaldırdığı paltosunun yakasıyla korumaya çalışarak sokağa doğru ilerledi. Sokakta su birikintileri buz tutmuş Tabanı yarılmış ayakkabı üzerine bastığı buzları parçalarken buzlardan çıkan ses sakin sokakta rahatsız edici geliyordu. Sokakta ilerledikçe eski ve yırtık ayakkabısının içinden ayaklarına doğru yayılan soğuk parmaklarını sızlatmaya başladı. Karnı aç vücudunu koruyacak yeterli giysileri yoktu. Hakeza ayakkabıları durumu daha vahim kılıyordu. Sokağa çıkmıştı lakin nereye gidecekti? Sokağın dik yokuşuna tırmanmadan önce durup çıkacağı rampaya doğru bezgin bir şekilde baktı. Derin bir nefes aldı. Soğuk hava nefes borusundan ciğerlerine inerken bitkin, bakımsız bedeninin içinde barındırdığı organlardan biri olan ciğerleri çekilen nefesin bir kısmını kabul ederken acı veriyordu. Titreyerek ve aceleyle bıraktığı nefes buhar olarak dağılırken bir kısmı bıyıklarına yapışıp su damlası olarak kaldı. Bu damlacıklar çok geçmeden bıyık kılları üzerinde dondu. Omuzlarına kadar uzanan saçlarını uzun kemikli iki elinin parmaklarıyla düzeltirken kirli siyah paltosunun omuzları kırağı yağmışçasına saç kepekleriyle kaplandı. Yavaşça yürümeye başladı. Boş midesinden gurultular yükselirken nefesinin pis kokusu kendisinden tiksinmesine neden oldu. Umutsuz naçar bir şekilde yokuşa doğru tırmanmaya başladı. Sokağın sonuna geldiğinde çöp bidonlarının dibinde karnını doyurmaya çalışan başıboş bir köpekle karşılaştı. Eline geçirdiği donmuş ve etsiz kemik parçasıyla cebelleşen köpek yanına yaklaşan kişiye kızgın, yiyeceğini paylaşmak istediğini düşündüğü kişiye endişeli gözleriyle bakarken yaklaşmaması için hırlayarak uyarıyordu.
“şanslı it oğlu it”-diye düşündü. Elini guruldayan midesine bastırırken mümkün olsa köpeğin elinden kemiği alıp dişlemek isterdi doğrusu. Köpeğin ısrarlı hırlamasından ürken adam bir an önce uzaklaşmak için adımlarını hızlandırdı. Ana caddeye çıkmak için iki kişinin bile geçemeyeceği kadar daracık sokaktan geçerken iki binanın saçaklarından dökülen yağmur suları soğuktan dolayı donup buz tutmuştu. Tabanı iyice incelmiş yarılmış ayakkabıları bacakları üzerinde durmasını güçleştiriyordu. Elleriyle duvara tutunup düşmemeye çalışarak ilerledi. Dar sokağı geçip ana caddeye çıktı. Havaların iyi olduğu
zamanlarda yürünmeyecek kadar araç ve yaya trafiği olan bu cadde bu mevsimde pek kalabalık değildi. Bezgin duruşu titrek adımlarıyla caddenin karşısına geçmek için hareketlendi. Umursuzca caddeye dalıp üzerine gelen araçlara aldırış bile etmeden karşıya geçti. Tabelasında (umut Kıraathanesi) yazan yere girmek için kapıya el atarken aniden açılan kapıyla ürperdi. Bir kaç adım geriye doğru kaçarken içeriden çıkan kişi ona tiksinircesine baktı. Buna bir anlam veremese de adamın bakışları incinmesine neden olmuştu. Acaba adamın kendisinden tiksinmesine neden olan nedir ki? Diye düşünmekten kendini alamadı. Dükkânın vitrin camındaki kendi yansımasına bakarak üzücüde olsa adama hak verdi. Gerçektende iğrenç görünüyordu. Uzun saçları kirden yağlanmış adeta düğümlenmiş gibiydi. Dışarıda hava soğuk midesi gurulduyordu. Aç haliyle soğuk daha’da etkiliyordu. Çaresiz bir biçimde kapıyı iterek girdi. Kahvehanenin içi sigara dumanıyla kirlenmiş puslu ama sıcaktı. Ürkek bakışlarıyla masaları kontrol etti. Tanıdık birilerini aradı gözleri. Her zaman olmasa da uğradığı bu mekânda genellikle tanığı birileri çıkardı. Gürültüyle yanan kömür sobasının başında bulduğu bir sandalyeye çökerek ellerini sıcak sobanın üzerine doğru uzattı. Isınan ellerini ovuşturup yüzüne sürerken bıyıklarında donan damlacıklarda kendilerini salmışlardı. “şimdi demli sıcacık bir çay ne iyi olurdu” düşüncesi mide suyunun daha fazla salgılanmasına neden oldu... Ama cebinde beş parası yoktu. “acaba birileri bir bardak çay ısmarlar mıydı?” yere eğdiği başını hafifçe kaldırıp çaktırmadan etrafı kolaçan etti. ama içeriye girdiğinden beri kendisiyle ilgilenen olmamıştı ki çay ısmarlasınlar. Ellerindeki bardakları ağızlarına götürüp höpürdeterek çay içenlere imrenerek bakıp yutkundu. Soba bu gün alabildiğine yanıyor etrafa sıcaklık yayıyordu. Isındıkça genleşen elbiseleri üzerinde barındırdıkları kirlerin pis kokularını da ortaya çıkarmıştı. Yanında oturan iki kişi pis kokunun kaynağını araştırır gibi başlarını yukarı kaldırıp tazı gibi havayı kokladılar. Bir süre sonra yanlarında oturan berduş adamı ayıplayan bakışlarıyla taciz ederek yanından uzaklaştılar. Artık sobanın başında tek başına kalmış guruldayan midesine yumruk yaptığı ellerini bastırarak iki büklüm sandalyede kıvrıldı. Birinin seslenmesiyle başını yukarı kaldırdı. Bu garsondu. Pala bıyıklı, fırça gibi gür kısa kesilmiş saçları, kocaman kulak memeleri, çukurda ve küçük gözleriyle oldukça komik bir tipti. Gömleğinin kapatamadığı göbeğini kaşıyarak ona soruyordu. “hemşerim bir şey istiyonmu?” doğrusu soru güzeldi. neticesi, de güzel olurdu, ‘ lakin bedelini ödeye bilirse. Ezilip büzüldü. Kıvrandı. Yalancıktan gülümsemeye çalışarak “daha sonra” dedi. Adamın halini yukardan aşağıya iyice süzen garson soran bakışlarını ondan ayırmadan ocağa doğru yürüdü. Garsonun karşısında ecel terleri döken adam onun gitmesiyle birlikte biraz rahatlamıştı ama midesi her geçen süre içinde dahada isyan eder hale geliyordu. Öyle ki kendisine yakın olanlar gurultuyu duyuyorlar ikide bir kendisine doğru manidar bir şekilde bakıyorlardı. Onlara yüzünü buruşturarak sıkıntılı bir şekilde “üşütmüşüm” diyordu. Durumundan kendiside oldukça rahatsızdı. Sobanın başından kalkıp kahvehanenin karanlık, bir o kadarda soğuk bir köşesine doğru çekildi. Bu gün onun şanssız günüydü herhalde. Hiçbir tanıdık yoktu burada. Hatta garson bile yabancıydı bu gün. Kendisini tanıyan garson bu gün yoktu. Kollarını masanın üzerinde başına yastık yapıp uyumaya çalıştı. Ama mümkün değil diki. Bir atasözü ne demiş “aç olanın üstüne dokuz yorganda örtsen uyuyamaz” …“ne kadarda doğru bir söz” diye iç geçirdi. Daha fazla tahammül gösteremeyeceğini anlayınca bütün cesaretini toplayarak kendisine bir çay ve simit istemek için garsona seslenecekti. Sonuçta çayı içip simiti, de yedikten sonra belki çaktırmadan oradan uzaklaşa bilirdi. Dahada olmadı garson bir iki bağırıp çağırırdı. Çaresiz buna, da katlanmak zorundaydı. Aç bir midenin ne onuru kalır nede gururu. Düşündüklerini uygulamak üzere başını kaldırdığında garsonla burun buruna geldi. Saçları havalandı kalbi yerinden fırladı. Midesine sıkı bir yumruk yemiş gibi acı hissetti. Hırsızlık yaparken yakalanan biri gibi hissetti kendini. Komik suratıyla kendisine bakan garson elinde su bardağına konulmuş çay ve bir simitle başında dikiliyordu. Bir an tereddüt geçirdi. Bunları istemek için bütün cesaretini toplamıştı ama şimdi ise kendini kötü hissediyordu. Hayalini kurduğu şeyler İstemeden gelmişti. Kekeleyerek “ben istememiştim” diye bildi. Garson elindeki bardağı ve simidi masaya bırakırken pala bıyıkları arasından güçlükle görünen sararmış dişleriyle hafifçe gülümsedi. “bu benden”… Sesi oldukça şefkatliydi. Dudaklarındaki gülümsemeyi bütün yüzüne yayarak devam etti. “Eğer ikram kabul etmiyorsan borcun olsun” …şaşkın bakışları arasında gülümseyerek uzaklaştı garson. “adam aklımı okudu sanki” diye düşündü. Üzerinden buhar çıkan çay ne hoş görünüyordu. İki eli avuçları arasına aldığı çay bardağını sıkıca tutup göğsüne bastırdı. Sanki uzun zamandır ayrı kalmış bir annenin hasretle yavrusuna sarılması gibiydi yaptığı. Hele simit taze ve üzerindeki susamlarıyla ziyafete çağırıyordu kendisini. Eline aldığı simidi aceleyle ağzına götürüp hepsini bir seferde yutmak ister gibi ağzına doldurdu. Bir kaç gündür çiğneyecek bir şey bulamayan çenesi kasıldı acı verdi. Akabinde çaydan bir yudum alarak kuru simidi ağzı içinde yumuşatarak çiğnemeye başladı. Çay ve simit birlikteliğinin bu kadar lezzetli, bu kadar hoş olabileceğini düşünmemişti doğrusu. Çiğnediği lokmaları midesi sabırsızlanmasına rağmen bir türlü yutmak istemiyordu. Bu lezzetten mümkün olan en uzun süre yararlanmak istiyordu. Aceleyle başladığı yemeğinin ve çayının bitmek üzere olduğunu fark edince daha küçük lokmalar ve daha küçük yudumlarla devam etti. Bu mükemmel anın çabuk bitmesini istemiyordu. Çayın son yudumuyla birlikte son lokmayı ağzına atarken gözlerini kapatarak yavaşça ve özümseyerek çiğnemeye devam etti. Masanın üzerine dökülen susam tanelerini ağzında ıslattığı işaret parmağıyla tektek toplayarak ağzına götürdü. Yeteri kadar değilse bile en azından mide isyanının önüne geçmişti şimdilik. Yemekten sonra alışkın olan biri için vazgeçilmesi son derece güç bir şey daha vardı ki oda kendisinde mevcut değildi. Ürkek ve tedirgin bakışlarıyla yandaki masayı kesti. Yan masada tek başına oturan adam bacak bacak üstüne atmış, alabildiğine sandalyeye yayılmıştı. Çayını yudumlarken sigarasından çektiği dumanı zevkle havaya üfürüyordu. Diğer masada oyun oynayanların oyununa müdahale ediyor oyunculardan biri sürekli uyarıyordu karışmaması için. Ama duramıyor müdahaleye devam ediyordu. Oyuncu adamın kendi oyununa karışmasına daha fazla dayanamayarak masayı terk etti. Tam olarak bitirmediği sigarasını Kül tablasına öylece bırakarak kalkıp çağrıldığı masaya geçti. Yarıyı geçmiş sigara öylece kül tablasında duruyordu. Kendisine bakan birileri olmadığını anlayınca yanmakta olan yarım sigarayı alıp kendi masasına geçti bir çırpıda. Derin bir nefes çekip bir süre içinde tuttu. Nefesini bıraktığında başı dönmeye başladı. Bir süre sonra başının dönmesi geçince sigaranın kalan kısmını bitirmek için gayretle içmeye devam etti…
Yılların acımasızlığı kışın keskin soğuğunu dahada dayanılmaz kılıyordu. Rüzgâr çatılarda birikmiş fazla olmayan kar öbeklerini fütursuzca etrafa saçarken karınlarını doyuracak bir şeyler arayan serçeler rüzgârın etkisiyle rotasından çıkmış uçak misali kontrolsüzce savruluyorlardı. Hava çok fazla soğuk gökyüzündeki güneş soğuğun rüzgârla işbirliğine direnemeyip ısıtmaktan vazgeçip sadece ışık yayar olmuştu. Yaydığı ışık yerdeki buzlara dokunduğunda kristal gibi parlamasına neden oluyordu. Böyle bir ortamda kuşların birçoğu dayanamadığı soğuk nedeniyle tünedikleri yerlerden cansız bedenleriyle düşüp kalıyordu. Peki, sadece dayanamayanlar kuşlar mıydı? ...Kahvehanenin karşı kaldırımında bir telefon kulübesi içerisinde kollarını vücuduna sarmış dizlerini karnına çekerek cenin pozisyonunda yatan biri vardı. Birkaç belediye görevlisi başına üşüşmüş bekleşiyorlardı. Kahvehanenin büyük camekânı buhardan dolayı dışarısını zor göstermesine rağmen oradaki hareketliliği fark edebildi. Elinde olmadan kalkıp telefon kulübesine doğru yürüdü. Bir yaşlı mekânsız geceyi geçirmek için girdiği telefon kulübesinde soğuktan donmuş belki de ölmüştü. Ne ayağında ayakkabı nede, sırtında soğuktan koruyacak giysisi vardı. Belediye görevlileri devlet bütçesinden sağlanmış güzel ayakkabı ve elbiseleriyle dikilip yerde yatan mekânsızla alay ediyorlardı. Ne kadarda acıydı. Onların karnını doyurup sırtını pek eden devlet bu garibanlara yardım edesiniz diye ayaklarına ayakkabı sırtlarına paltoyu ötekileştirilmişlerle alay etmeleri için, mi vermişti? Görevlilere son derece kızmış olsa, da bir şey diyemedi. Yerde yatan mekânsız yüzünü ve kulaklarını soğuktan koruyacağını düşünerek başına yırtık pırtık bere geçirmişti. Yanına çöküp mekânsızın başından bereyi kaldırınca henüz yaşadığını anladı. Mekânsız hafifçe çenesini oynatıyor bu dünyada belki, de son kalan nefesini tüketiyordu. Heyecanla ayağa kalkıp… “bu adam yaşıyor siz neyi bekliyorsunuz?” -diye görevlilere çıkıştı. Onun heyecanlanmasına neden olan durum görevlilerce önemsenmedi. Umursuz, lakayt tavırlarına devam ederek…“yok canım ne yaşaması bu soğukta ölmüştür” …sözleri alaycı, bakışları acı veriyordu. Belli ki ihbar alıp geldiklerinde yaşayıp yaşamadığına bile bakmadan bir cenaze arabası çağırmışlar onu bekliyorlardı. “bu adam yaşıyor” diye daha sert bir şekilde bağırdı. Israrına devam eden adama manasızca bakan görevli lütfedip eline eldiven geçirerek yerde yatan mekânsızı sır üstü çevirdi. Evet, gerçektende adamın çenesi oynuyor yaşam belirtileri azda olsa vardı. Mekânsız başına üşüşmüş birkaç kişiye umutsuz ama vakur bakışlarıyla taciz etti. Bir süre sonra bakışları donuklaştı, gözlerinden iki damla yaş göz pınarlarından yanaklarına doğru süzülürken oynayan çenesi artık hareketini durdurdu. İşte şimdi ölmüştü. Kendisi fark ettiğinden beri nerdeyse yarım saat olmuştu. Belki bu vurdumduymaz görevliler zamanında müdahale etmiş olsalardı yaşaya bilirdi. Ne yazık ki onlar için bu tür insanların ölmeleri veya yaşamaları önemsizdi. Mekânsızı kontrol eden görevli öldüğünü anlayınca iğrenç bir espri ile “ bak demin değilse bile şimdi öldü” iğrençliği bir diğer görevli dahada ileriye götürerek… “artık üşümez cehennem çok sıcaktır” dedi gülerek. Bu nasıl bir duyarsızlıktı böyle. Bir hayvanın bile ölümüne üzülüyorken insanın sadece kalacak bir yeri olmadığı için donarak ölmesi bu kadar hafife alınırdı. Bunların insanlık anlayışı malla mülkle mi ölçülürdü? Şimdi karşılarına kalantor biri gelse şu anki gibimi davranırlardı? Hiç sanmam karşısında el pençe divan durup kemik atılmasını bekleyen fino köpeği gibi arka ayakları üzerinde dillerini bir karış sarkıtıp salyalarını akıtarak dururlardı karşısında. Ellerini mekânsızın açık kalan gözlerini kapatmak için sıvazladı. Biraz önce akan iki damla yaş donmuştu yüzünde. Bu acı veren durum oradan bir an önce kaçıp uzaklaşma isteği yaratmıştı içinde. Olanca gücüyle koşmaya başladı. Kaldırımlar buz, rüzgâr soğuk esiyordu. Uzun kirli saçları rüzgârın etkisiyle arkasına doğru savruluyordu. Rüzgârın bir başka etkisi ise gözlerini yaşartıyor göz pınarlarına aşağı akan yaş yanaklarına doğru akıyordu. Takatinin kesildiğini anladığı an dizleri üzerine çöktüğünde el parmak uçlarının sızladığını bademciklerinin acıdığını hissetti. Körük gibi inip kalkan göğsü ağrımaya başlamıştı. Başı dönüyor gözleri kamaştıran bembeyaz örtüsüyle kar yavaşça grileşip renklerin en koyu tonuna siyaha bürünmeye başladı…
Paltosunun içinde büzüşen adam döner kapıdan içeriye girerken ellerini oğuşturup, paltosunun yakasını düzeltirken soğuk ortamdan kurtulup sıcak bir mekâna girmekten mutlu yüzü gülüyordu. Danışmadaki görevliye başıyla selam verip telaşlı adımlarla asansöre yöneldi. Bir süre bekleyip asansör gelmeyince sinkaf ederek merdivenlere doğru hızlı adımlarla tırmanmaya başladı. Yıllardır bu binada çalışıyor olmasına rağmen basamakların bu kadar çok, binanın bu kadar yüksek olduğunu hiç düşünmemişti doğrusu. Nefes nefese kaldığında son kata ulaşmıştı. Dışarıda hava buz keserken içerinin sıcaklığı ve merdiven çıkmaktan dolayı terlemişti. Koridorda oldukça büyük, pencereden şehrin panaromik görüntüsünü puslu ve soğuk hava kapatmasına rağmen imrenerek seyrederken nefesini toplamaya çalıştı. Cebinden çıkardığı kâğıt mendille alnında biriken terleri silip, sakinleşen kalp atışlarının ardından derin bir nefes alıp gösterişli bir kapıyı tıklatmak için kravatını ve ceketini düzeltip boğazını temizledi.
Tıklatılan kapının ardından sert ve davudi bir ses içeri girmesini emretti. Kapının dışındaki adam heyecanlanıp bacaklarındaki gücün azaldığını hissetti. Titreyen elleriyle kapı tokmağını yavaşça çevirip kapıyı açtı…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.