- 805 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
YANGIN KUŞLARI
Gidecek mi oraya? O soğuk; buzlu rüzgârlarında astımların gezindiği, fırtınası hırçın yere.
Gitmesin! Bırakmasın beni. Akşamüstü hüzünlerime sevinçlerin karıştığı sesiyle gelsin. “Tombişim” desin. Kuş çığlıkları karışsın bitmemiş oyunlarıma.
Kelebek yorgunu yumuşak ellerinde ısınsın yanaklarım.
Uzun ipeksi saçlarında durgun rüzgârların pusuya yattığı, gizli sevdalarında güvercinlerin kanat çırptığı Behiye Ablam, gitmesin kalsın!
“Yoksulluğun gözü kör olsun, dikenli gömlek! Nereye gider, nerede kalır, kimlerle karşılaşır, zaman da kötü anacım... bilmem ki!”
Alnındaki derin çizgilerde, dinlenmeyi unutmuş yorgun kervanlar, şimdi de biricik kızını alıp götürecek miydi Nimet anadan?
“Kim dedi, nasıl aklına soktular bu Almanya gurbetini! Gitmese, yine böyle devam etse, akşam ezanlarından sonra bir beklediğim olsaydı yine. Ölümümü bile göremez artık. Gelmez, gelemez buralara... Oralara gidenin gölgesi kalıyor. Bir de bitmeyen hasreti: Dokunulmayan, kucaklanmayan, gözlerimizi yaşlı bırakan sevgisi...”
Dert yüklü yanık yüreğini sık sık serinletmeye koştu bize. Yalnızlık korkusunun koyu gölgeli tortusunu dağıtmak için anlattı durdu neneme anneme. Çin malı porselen fincanlarda içilen kahvelerde avuttu üzüntüsünü. Dibi kara fincanın bahtına benzerliğinden dem vurdu. Nenemin fal açarken okuduğu dualarla ısıttı ayaz karanlığı umutlarını.
Çocuk yüreğimin küçük dar yollarında biriken sevinç kırıntıları, o’da giderse yaparım diye arada bir yokluyordu zihnimi. Konfeksiyon mağazasında işi bitip eve döndüğü zamanlarda, bir başka görünürdü gözüme. İşyerindeki kıyafetlerini çıkarmış; ev halinin kendine has sadeliğinde sanki bir masal kızı oluverirdi. Kapının girişindeki çeşmede bulaşık yıkarken hali, konuşurken, kireçleri dökük duvarlarda begonya gölgesi hüzünlerin serinlettiği sesiyle, daha biraz önce sokakta gördüğüm Behiye Ablamdan başka birini çıkarırdı karşıma.
“Duydum ki unutmuşsun gözlerimin rengini...” Behiye Aksoy’un kadifemsi sesi duyulurdu arada. Ne kadar çok dinlerdi! Benim göremediğim, aklımın ermediği bir yerlerde, yüreğinin gizlisinde sakladığı bir inci tanesi, unutamadığı bir ışıltının yanıtı olmayan, aldatan sevdası mıydı? Unutan kimdi, unutulan... gözlerinin rengi... ya da unutulmayı bekleyenler?
Gitmesin kalsındı. Yine bulaşık yıkasın, onu evlenmek için istemeye gelenleri o istemesin beğenmesindi. Yeni moda giyimlerden, makyaj malzemelerinden bahsetsin, artık yaşın geldi evlenmeyecek misin diye soranlara dudağının kenarında biriken mahcubiyetle yanıtlar verip içinde ulaşamadığı özlemlerin üzerine çöken yoksulluğunu gizlesindi... gitmesindi.
Bir gün elinde sarı bir zarfla çıktı geldi. Yağması beklenen yağmurla sel sularına karışması kaçınılmaz bir evden başını alıp gidecek o muydu? Narin parmaklarıyla beyaz kâğıtlara yazdıkları, değiştirmeye çalıştığı yazgısının ardında bırakacak olduğu anası için zehir acısı bir ferman çıkmazıydı. Anasının suskunluğu, yemeden içmeden kesilen ağzında, sessiz bir ölüm mührüne dönüştü. Nenemin yanına geldikçe titreyen sesine, acıdan damıtılmış ateşler sıçrıyordu sanki. Boyası solan bir tualin solgun resmiydi yüzü. Gri yolculuklara yürüyen kayıp bir gece ıssızlığı.
“Beni dinlemedi... dinletemedim, tuttuğum bir dalım vardı onu da kıracak bu gurbet. Açlığından ölen mi var? Ne olacak sanki oralara gidip de. Bak bekçi Rafet’in oğlu sakat döndü. Yarım, ayakları kötürüm oldu. Herkes dayanamaz böyle şeye. Bu zaten küçükken bi zatürree atlattı. Ondan korkarım, daha da beter olacak; derdimi kime yanayım!”
Nenemle annemin suskun halleri, çaresiz kalmış bakışlarında donuyordu sanki. Nimet ana kızı için söylenip yakındıkça, onu avutmak adına biriken sessizliğin duvarını yıkacak sözcükler tükenmişti artık.
Mahallenin dar sokağında akşamüzerleri çıkıp gelen, durgun bir suyun üstünde sessizce duran nilüferleri anımsatan Behiye Ablam, bir daha ne zaman göreceğimin belli olmadığı; adına Almanya denen o yerden dönebilir miydi? Dönse bile ellerinde biriken soğuk rüzgârlara kelebekler konar mıydı? Yanağıma dokunan yumuşak parmakları, hangi acının nasırıyla örselenecekti? “Tombişim” diyen dilinde hangi sözcükler üşüyecekti?
Bir gün Nimet ananın yoksul evine açılan tahta kapının menteşelerindeki gıcırtı sustu. Bahçesindeki duvarın dibinde duran pembe gül soldu, begonyanın gölgesi kayboldu, Behiye Ablamın meleksi yüzüne, uzun kirpiklerinin arasından baktığı ayna, kahverengi hüzünlerle lekelendi. Oturma odasındaki yer minderinde buldular cansız bedenini. Ağzında yarım kalan dualarla, avucunda boşlukta duran tespihi ve bir de duvardaki gömme cam vitrinde uzaklara bakan kızının fotoğrafıyla; duran yaşlı yüreğini hangi yangın kuşları nerelere götürdü bilinmez.
Latif KÖYBAŞ
YORUMLAR
Hoş bir öykü olmuş Latif Bey. Meşhur Fahriye Abla şiirini anımsattı okurken. Üzerinde biraz daha çalışılamamış, dünya telaşesindendir tahminim.
Yalnızca iki noktaya dikkat çekmek isterim, naçizane. Bu iki noktayla kalanını yeniden bir elden geçirmek istersiniz ve belki de ilham verir size diye düşünüyorum.
Bir gün elinde sarı bir zarfla çıktı geldi. Bu cümleden itibaren yeni bir paragrafa başlanmalıydı bana kalırsa.
...duran yaşlı yüreğini hangi yangın kuşları nerelere götürdü bilinmez. (duran yaşlı yüreğini hangi kuşların nerelere götürdüğünü bilen olmadan...) Selam ve saygımla...