MAĞARA
Buraya nerden gelmişti hatırlamıyordu. Batan bir geminin enkazından çıkıp saatlerce yüzerek mi ulaşmıştı bu kıyıya, veya birileri onu öldüresiye dövüp bu kumların üzerine öylece baygın bir hâlde bırakıp gitmişler miydi? Ya da yaşadıkları bir rüyadan mı ibaretti? Bilmiyordu. Tek gerçek şu anda buradaydı. Aşağılarda kıyıyı döven dalgalar başını döndürüyordu. Başını denizden ters tarafa çevirdi. Önünde duran karanlık ağza baktı. Geniş, sonsuz, karanlık bir ağız…
Tereddütlü birkaç adım attı. Durdu. Karanlık, ürkütücüydü. Ama gidecek, sığınacak başka bir yer yoktu. Karşısında duran; kocaman karanlık bir mağaraydı. O ağızdan içeri girdi. İçerisi hiç de korktuğu gibi değildi. Ilıktı. Üşümüştü. Sırtını kayadan duvara dayayıp bir süre öylece aydınlık dışarıya baktı. Yorgundu. Olanları anlamaya çalıştı. Zihnini zorladı ama bir şey hatırlayamıyordu işte. Varlığının anlamını yitirmişti sanki, daha doğrusu varlığının bir anlamı olup olmadığını da bilmiyordu. Kim olduğu, ne iş yaptığı, nerede yaşadığı gibi soruların bir anlamı kalmamıştı aslında. Buradaydı. Gerçek, karanlık bir ağzın içinde duruyordu. İlginç ama geçmişe ait olan ne varsa az önce dışarıda bıraktığı aydınlığın içinde bir ışık olup kaybolmuştu. Zihnini daha fazla zorlamanın bir anlamı yoktu zaten. Her şey olup bitmişti.
Bir süre sonra gözleri kendiliğinden kapandı.
Gözlerini tekrar açtığında dışarıda kuş sesleri vardı. Denizden tatlı bir rüzgâr esiyordu. Olduğu yerde gerindi. Kim bilir bu kaçıncı uyandığı sabahtı. Ama hatırlamıyordu o sabahları; kimle, kimlerle uyanmıştı? Bir zamanlar sabahları burnuna gelen kızarmış ekmek kokusuyla uyanırdı. Babaannesi erkenden kalkmış, çayı demlemiş, ekmekleri kızartmış onu bekliyor olurdu hep. O da yüzünü bile yıkamadan koşar masaya oturur, babaannesinin tonton yanağına bir öpücük kondururdu. Onun bütün kızmalarına rağmen kızarmış sıcacık bir ekmeği kapar, üzerine yağ, babaannesinin kendi elleriyle yaptığı çilek reçelinden sürerdi. Aynı şeyleri şimdi de yapabilmeyi çok isterdi. Babaannesi öleli neredeyse on dokuz sene olmuştu.
Şimdi…
Kalkıp dışarı çıktı. Yiyecek bir şeyler bulmalıydı. Epeyce dolaştıktan sonra yaban çilekleri buldu. Yiyebildiği kadar yedi. Yapacak bir şey yoktu. Işık gözlerini yakıyordu. Gözlerini açmak istemiyordu. Tekrar mağarasına döndü.
Aydınlığa sırtını döndüğünde görebildiği tek şey karanlıktı. Acaba o karanlığın içinde ne vardı? Birden içini bir korku sardı. Ama bir gece önce rahatça uyumuştu. Demek ki korkmasını gerektirecek bir şey yoktu. Oturduğu yerde bacaklarını karnına doğru çekip büzüştü. Öylece uyudu.
Ertesi gün karanlık, daha bir çekici geldi. Karanlığa doğru birkaç adım attı. Anlayamadığı bir ürperti duydu. Vazgeçti. Geri çekildi. Bir süre karanlığa öylece baktı. Sonra birkaç adım daha attı. Sonra birkaç adım daha… bir süre sonra gözleri karanlığa alışmaya başladı. Arkasına baktı hâlâ aydınlığı görebiliyordu. Demek ki istediği an geri dönebilirdi. Çekingen adımlarla ilerlemeye devam etti. Karanlık artık normal gelmeye başlamıştı. Tekrar ardına baktı. Geldiği yeri görebilecek miydi? Aydınlık artık görünmüyordu. Geri geri gitmeye başladı. Adımları sıklaştı. Soluk alış verişi hızlandı. Koşmaya başladı. Nefes nefese koşuyordu. Epeyce koştu ama hâlâ aydınlık görünmüyordu. Yanlış yere koştuğunu düşündü. “Acaba geriye doğru koşuyorum derken başka bir yöne doğru mu koştum?” diye kendi kendine söylendi. Biraz daha sağa dönüp koşmaya devam etti.
Karanlık her tarafını derisi gibi sarmıştı. Adam koşuyordu…
08 Nisan 2009
* (Henüz tam olarak bitmemiş olsa da bu öyküyü sizlerle paylaşmak istedim. Uzun zamandır üzerinde çalışamadım. Bu nedenle daha fazla beklemek yerine sizlerin beğenisine sunmayı uygun buldum. Saygılarımla.)