- 27804 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÂLEM BİR TEMAŞAGÂH İMİŞ…
“Nedir bu ellere ayak,
Nedir bu dillere dudak,
Aç gözünü ibretle bak,
Âlem bir temaşagâh imiş.”
Ne güzel söylemiş mübarek insan, merhum Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri. Bakabilen için, bakıp da görebilen için âlem temaşagâh; Gam ve kederi defetmek için gezip seyredilecek yer, eğlence mahalli imiş. Temaşa etmek; Hoşlanarak bakmak, ibretle bakmakmış. Hoşlanarak bakarsak seyrine doyum olmaz baktıklarımızın, İbretle bakarsak kendimizi bir ibret tablosu içinde buluveririz. Bir kartpostal üzerinde okumuştum, “ Şu kâinatı ibretle seyre çıkan gözler; Hayretle geri dönerler” diye.
Benim gibi kalp gözü kapalı olanlar yalnız zâhiri; Aşikâr, meydanda olanı, görüneni fark eder. Bâtını; İçyüzü, sırrı, esrarı görmek ne haddime.
Bir zamanlar benim gibi yalnızca zahiri gören bir derviş eğitim görmüş olduğu dergâhtan artık irşat vaktinin geldiğini bildirerek himmet ister hocasından. Takvanın batini yanını gören Hazret, henüz vaktinin gelmediğini, daha zamanı olduğunu bildirerek talebesinin isteğine pek sıcak bakmaz. Derviş ısrar edince, hocası henüz ham olduğunu, daha olgunlaşmadığını bildirir. Bakar derviş kararını vermiş, dayanamaz ve karşılarından kendilerine doğru gelmekte olan bir zatı göstererek ; “Şu bize doğru gelen adama iyi bak “ der. Derviş kafasını kaldırır ve bir müddet adama baktıktan sonra olduğu yere yığılır kalır. Kısa bir baygınlık döneminden sonra kendine gelir ve hocasının ayaklarına kapanır. Ne oldu evladım ne gördün? Seni kendinden geçiren şey nedir anlat bakalım dediğinde, Derviş gördüklerini anlatmaya başlar, hala kendine gelememişliğin verdiği bir ifade ile “Bana gösterdiğin adamı ters yüz edilmiş gördüm, yani bir çuvalın içinin dışına döndürülmesi gibi. İçinde, benliğinde, kalbinde sakladığı tüm kötülükler, tüm çirkinlikler aşikâr ortada idi. Zahiri bedenini gördüğüm şahsın içindeki canavar hali, vahşiliği, çirkefliği o kadar iğrençti ki bu manzara karşısında dayanamadım ve kendimi kaybettim, beni affedin, beni bağışlayın hocam” der.
İlkokulda okurken Türkçe kitabında “ Bakmak ve Görmek “ diye bir okuma parçası vardı. Bakmak veya görmek ile ilgili ne zaman bir şey atılsa ortaya ben hep o okuma parçasını hatırlarım. Ben, o zamanki halimle bakmak ile görmeyi aynı kavram bilirdim, yıllar sonra anladım ki çok farklı şeylermiş.
İşte yaşadığım bir örnek; Çalışmış olduğum işyerinden mesai arkadaşım Halil Bey ile birlikte öğle yemeğine ayrıldık. Yemekten sonra tekrar aynı güzergâhtan işyerin dönerken ( inanın hala hatırladıkça bazen hayrete düşmekten, bazen de gülmeden kendimi alamıyorum) Kafamı yukarı kaldırdığımda hatırladığım kadarıyla dört katlı bir bina dikkatimi çekti.
Halil Bey, bu binayı ne zaman yaptılar? Diye sordum. Allah selamet versin benim değerli mesai arkadaşım, dostum Halil Bey beni önce baştan aşağı güzelce bir süzdü sonra elini getirip benim anlıma koydu, sen ne yapıyorsun dediğimde bana “ Ne olacak, ateşin var mı diye bakıyorum “ demez mi? Ateş yok, ben ciddiyim dedim. Bu sefer arkadaşım yarı şaka yarı ciddi bana şunları söyledi ; “ Yükselciğim, biz yemeğe giderken inşaatın temelini atıyorlardı, biz yemekten dönene kadar binayı yapmışlar ve taşınmışlar, ne kadar çabuk değil mi? Kardeşim sen dalga mı geçiyorsun, iki yıldır bu binanın önünden gelip geçiyoruz biz. Ne diyebilirim ki, sadece Yapma ya! Demekten başka. Dedim ya ilkokulda Türkçe kitabında geçen “ Bakmak ve Görmek” isimli okuma parçasının anlamını yıllar sonra öğrendim diye. Şu anda içinizde ( Pes yani kardeşim, insan iki yıldır önünden geçtiği dört katlı binayı fark etmez mi, hiç mi başını kaldırıp bakmadın yukarıya) diyenleriniz olabilir, şuna inanın ki bunlar yaşanıyor, belki benim anlattığım örnek, hiç gaile alınmayacak cinsinden. Binaların önünden geçerken yukarı baktığım zamanda oldu. Ne zaman mı? Başımdan aşağı bir tencere bulaşık suyu döküldüğü an. Bu dikkatsiz ve tedbirsiz hanımefendiye sadece şunu söylediğimi çok iyi hatırlıyorum. “ Eline sağlık bacım“
Benim dört katlı binayı fark edememem ne ki, fark edilemeyen neler var şu âlemde; Uzağımızda, yakınımızda, yanımızda, yanı başımızda hatta avucumuzun içinde, bakım da göremediğimiz, görüp de ibret alamadığımız, seyredip de hayrete düşmediğimiz.
İki güzel örnek vermek istiyorum. Meğer mutluluk nerde imiş, biz nerelerde aramışız. Buyurun birlikte okuyalım, bir hikâyeden şiir formatına dönüştürdüğüm bu güzel olayı.
Mutluluğun Sırrı ( * )
Basra da bir tüccar bir gün unutup varını, yoğunu
Mutluluğun sırrını öğrenmek için biricik oğlunu
İnsanların en bilgesinin yanına yollamış
Delikanlı; Çölde kırk gün kırk gece yol almış
Sonunda varmış, güzel bir şato tepenin üzerinde
Mutluluğun sırrını taşıyan bilge bu şatonun içerisinde
Bir ermişle karşılaşmayı bekleyen delikanlı
Girdiği salonda bir hareketlilik ki hummalı
Tüccarlar girip çıkıyor, köşe bucak sohbette
Delikanlı şaşkın, küçük dilini yutacak, hayrette
Bir orkestra tatlı ezgiler çalmakta
Lezzetli yemekler masaları donatmakta.
Bilge önünde bekleyen insanlara bir, bir sohbet etmekte
Delikanlı sıranın kendisine gelmesini beklemekte
Epey zaman sonra halini arz etme sırası gelirken
— Mutluluğun sırrı nedir? Dedi
Saygıyla bilgenin önünde eğilirken.
— Şimdi açıklayacak vaktim yok, mesele uzun, dedi
İki saat sonra tekrar yanına gelmesini salık verdi.
— Amma! Bir ricada bulunacağını belirterek
İki eline iki kaşık, içlerine iki damla sıvı yağ koyup
Dökmeden sarayı dolaşmasını ekleyerek.
Delikanlı iki elinde iki kaşık sarayın merdivenleri
... İnip, çıkmakta
Yağ dökülür korkusundan gözünü kaşıktan ayırmamakta.
Saat dolmuş, delikanlı bilgenin huzurunda
— Güzel, demiş bilge
— Peki, ne gördün salonumda.
— Gördün mü? Acem halılarını, sonra kütüphaneyi
Bahçıvanın güzelleştirmek için on yıl çalıştığı bahçeyi
Utanan delikanlı, bir şey görmediğini bilgeye söylemiş
Bilgenin verdiği iki damla yağı dökmemek için;
Etrafına hiç dikkat etmemiş.
— Öyle ise git, sarayımın harikalarını tanı
Oturduğu evi tanımadan, nasıl tanırsın içindeki adamı.
Bilge Delikanlıyı tekrar sarayı gezmeye salmış
Deli kanlı iki elinde iki kaşık;
Gözleri, sanat eserleriyle süslü tavana asılı kalmış.
Bahçesini, çiçeklerini, bulundukları yere yakışan
Sanat eserlerinin zarafetini görmüş bihaber kaşıktan.
Dönünce bilgenin yanına gördüklerini anlatmış
— Gezdim, demiş her yerde
— Peki, sana emanet ettiğim iki damla yağ nerde
Delikanlı mahcup, iki elinde iki boş kaşık öylece durmakta
Bilge oturduğu yerden kalkıp delikanlıya yanaşmakta.
Peki demiş bilgelerin bilgesi bunun üzerine
İki elini koyup delikanlının omzu üzerine
— Mutluluğun sırrı dünyanın bütün harikalarını görmektir.
—Amma!
— Kaşıktaki iki damla yağı unutup dökmemektir.
Ereğli, 14 Mart 2004
* Hikâyeden çevrilmiştir.
Gördüğünüz gibi insan bazen burnunun dibindeki güzellikleri göremiyor işte, hep etrafımızda gözelikler mi var sadece, bazen de yanı başımızdaki değerlerin farkına varamıyoruz. Buyurun efendim, bakalım biz hangi değerlerin farkında değiliz.
Buluntu Kalp ( * )
Alacakaranlık; Sokakta, mahzun bir delikanlı
Yürürken ayağına çarpan şeyle heyecanlı.
Yumuşakcık, eğildi baktı:
— Aman Allahım!
— Ayaklarımın arasındaki bu kalbi almalıyım.
Tıpkı resimlerdeki gibi, kanlı ve hala diri
Tıp, tıp atıyor, henüz yeni düşürmüş biri.
Aldı yerden avuçlarına, hala sıcak
Delikanlı zannetti ellerine yapışıp kalacak.
Büyülendi ellerine aldığında, dehşetten çıldıracak
Akşamın bu vaktinde sahibini nereden bulacak.
Geçti bir müddet sonra içindeki hengâme
Bulmak için sahibini, girdi en yakın eve.
Çaldı kapısını, zincir aralığından bakan genç kıza
— Bu kalp sizin mi?
— Ben kalbimi kaptırdım üç ay önce rastladığım bir vefasıza
Yandaki eve sorun onların olabilir
Gösterdiği ev göz kamaştırıcı bir villa, destursuz kim girebilir.
Açtılar kapıyı zil sesinden sonra uşaklar, hizmetkârlar
Üst kata çıkarıp delikanlıyı, evin beyine soracaklar.
Delikanlı yürürken yumuşak halıların üzerinden
Damlayan kanları ayağı ile silmeye çalışırken yerlerden.
— Bu kalp sizin mi acaba? Hala atıyor da…
— Sahibini arıyorum! Henüz yeni buldum yolda.
Beyefendi ışıl, ışıl ışıldayan kristal kadehinden
Hüpürtülü bir yudum çekerek;
— Ben kalbimi Dünya’ya sattım dedi keyfi neşesinden
— Komşu evde yaşlı bir ihtiyar var belki o olabilir, dedi sırıtarak
Delikanlı çıktı evden, soğumaya başlayan kalbi
Bitişik kulübedeki yaşlı ihtiyara vermek için koşturarak.
— Bu sizin mi? Çabuk olun neredeyse duracak,
Yaşlı adam okumakta olduğu Kuran-ı Kerimi kapatarak.
— Ben kalbimi her şeyi ile Allah’a verdim evlat, diye
Gülümsedi
— Elindekinin sahibini neden gidip anne ve babana sormuyorsun
Dedi.
— Her ikisi de yaşlanıp bunadı diye söylenirken
— Bir bebek gibi benden alaka görmek istediklerinden
— Kavga edip onları terk ettim, mümkün değil o eve dönmek
İhtiyar adam büyük bir üzüntüyle;
— Terk ettin ha! …
— Terk ettin demek.
Delikanlı söylenenlere kayıtsız görünüyordu
Yaşlı adam delikanlıya doğru emin adımlarla yürüyordu.
Gelip karşısına, sessizce geçiverdi
İki eliyle kavradığı delikanlının gömleğini
Bir hamlede yırtarak iki yana açıverdi.
Delikanlı şaşkın, bedenini kor bir ateş sarmakta
Sol göğsünde;
Avuçlarında tuttuğu kalp büyüklüğünde
Kanlı bir boşluk durmakta.
Ereğli, 13 Mart 2004
* Hikâyeden çevrilmiştir.
Artık bir muhasebe yapabiliriz değil mi? Nelerin farkında olmadığımız hakkında.
Soralım kendimize çekinmeden, hatta bir kâğıt kalem alıp sıralayalım, yazıya dökelim içimizden geçenleri, başlığımızda BEN KİMİM? Olsun. İlk cevabınızı duyar gibi oluyorum. “ Ben, Yüce Allah tarafından yaratılmış, mükemmeliyetin üzerinde bir donanımla donatılmış, fıtratı temel bilgilerle programlanmış, Allah ( CC)’ ın Yüce kitabımız Kuran-ı Kerimde buyurduğu üzere “ Ben İnsanları ve Cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım” sözlerine mahzar, müteallik görev ve sorumlulukları olan bir insanım.” Ellere ayak, dillere dudak, ağaca budak veren Yüce Mevla’mıza biz aciz kullarını bu denli mükemmel yarattığı için namütenahi şükürler olsun. Elimizdeki kâğıda yazmış olduğumuz çeşitli alt başlıklara cevap bulmaya çalışalım. Akabinde kendimizin nerede olduğunu bulmaya. Dosdoğru bir yol üzerinde gidiyorum, açık geniş bir alanda boşluktayım, hep yokuş çıkıyorum, bir doruğun tepesindeyim, bir uçurumun kenarındayım ( Allah korusun ) , dört duvar arasındayım, Dünya bana dar geliyor vs…
KÜÇÜK DÜNYAM
İki avucumun arasına sığdırmışım,
Koca Dünyaya sığmayan başımı,
Gezinmekte berzah âleminde düşüncelerim,
Heyhat! Oymakta bir nakkaş hüzünle mezar taşımı.
Birecik, 16 Haziran 1996
Yeter ki biz koca Dünya’ ya sığmayan başımızı iki elimiz arasına alıp düşünelim, doğruyu bulduğumuz ana kadar, yaptıklarımızın doğru olduğuna kanaat getirdiğimiz ana kadar düşünelim. Düşünürken hayali de olsa; Bâtını âlem olan Berzah Âleminde gezelim olmaz mı?
Bâtını âleme tecelli dehlizinden bakarsanız görürsünüz. Bu âlem, Hazreti Yusuf (AS)’ın rüyasıdır, Bu âlem, Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed (SAV)’ e daha Peygamberlik gelmeden, onu daha çocukluk yıllarında akrabayı taallukatı ile ticarete giderken görüp sadece gökyüzündeki bulutu takip ederek onun Nebiler Sultanı Son Peygamber olduğunu bilen, doğruları söylediği için yurdundan kovulmuş Rahip Bahîra’ nın El Enba’ sındaki kutlu haberdir. Ne mutlu, ne mübarek, o kutlu haberi veren insan. Bizden de selam olsun Mübarek Rahip Bahira’ ya.
Rahip Bahîra kimdir? Süryâni rahiplerindendir. Zamanın ilim ve fenlerine vâkıf ve bilhassa hey’et ve nücumda ihtisas sahibiydi. Bu sebepten rahiplerin câhilleri kendisinden hoşlanmazlardı. Hazret-i İsâ’nın ulûhiyetini ve Hz. Meryem’in Ümmullah olduğunu inkâr ve ilân ettiğinden, bulunduğu manastırın reisi tarafından kovulmuş ve Şam yolu üzerinde Busra civârında bir manastır edinmişti. İbn-i Hişam’ın siretinde İbn-i İshak’tan rivâyet olunarak: "Bahîra, kilise âleminde büyükten büyüğe intikal edip gelen bir kitaba malik bulunuyordu. Resul-i Ekremin bütün ahvâl ve evsafı bu kitapta yazılıydı." deniliyor ki, bu kitap "El-Enbâ" ünvânıyla bıraktığı rivâyet olunan bir kitap olacaktır. Kitabın başlıca bahisleri, yakında Arabistan da bir Nebi-i Zişân çıkacağı, tevhid itikadına dâvet edeceği ve putlara ibâdetten nehyedeceği mevzuu etrafında toplanıyordu.(Meşhur Bahîra-yı Rahib’in meşhur kıssasıdır ki: Nübüvvetten evvel, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, amcası Ebu Tâlib ve bir kısım Kureyşî ile beraber, Şam tarafına ticarete gidiyorlar. Bahira-yı Râhip’in Kilisesi civarına geldikleri vakit oturdular. İnsanlar ile ihtilât etmiyen münzevi Bahira-yı Râhip birden çıka geldi. Kafile içinde Muhammed-ül Emin’i (A.S.M.) gördü. Kafileye dedi: "Şu Seyyid-ül-Alemîndir ve Peygamber olacaktır." Kureyşîler dediler: "Neden biliyorsun?" Mübarek Râhip dedi ki: Siz gelirken baktım ki, havada üstünüzde bir parça bulut vardı. Siz otururken, şu Muhammed-ül-Emin (A.S.M.) tarafına bulut meyletti, gölge yaptı. Hem görüyordum ki: Taş, ağaç ona secde eder gibi bir vaziyet gördüm. Bu ise, nebilere yapılır. (Kaynak: Lügat Nur)
Aşk seliydim sana akan,
Gönülleri ark eyledim.
Her güzelde sana bakan,
Tarafımı fark eyledim.
Emrin almışım İmandan,
Sensin bana tek kumandan,
Sığındığım her limandan,
Tekrar sana çark eyledim.
Vesileyi at bir yana,
Gel içelim kana, kana
Değmezleri aşktan yana,
Birer, birer terk eyledim.
Emrin almışım İmandan,
Sensin bana tek kumandan,
Sığındığım her limandan,
Tekrar sana çark eyledim.
Eline sağlık. Yüreğine sağlık. Ağzına sağlık. Yüreği kendinden büyük Ozan, Osman ÖZTUNÇ kardeşim. Bir şiir, bir türkü ancak bu kadar güzel dile getirilir. Sana gönül borcum var, gönül dostu büyük usta.
Her kapı Ona açılır, her ırmak, her nehir Ona akar, her gönül Onu tespih eder, başın konduğu her secde onun içindir. Gül Onun için açar, bülbül Onun için figan eder, mevsimler sırasını bozmadan Onun için gelir ardı ardına. Güneş Onun için doğar, Ay onun için aydınlatır geceyi, rüzgâr Onun için katar bulutları önüne, yağmur Onun için yağar kurak topraklara, çiğ onun için düşer tomurcuğun üzerine, çöl Onun için susuz bekler, dağlar Onun için başı karlıdır, yollar Onun için tozludur, gurbet Onun için vardır, Sılayı Rahim Onun için kutsaldır. Aşk Onun için vardır, Aşk ile sevmek Onun için kıymetlidir. Sığınılacak tek liman O dur.
Biz yeter ki şu eğreti Dünya’yı ibretle seyredelim. İbretle seyredersek o zaman anlarız; Ele ayak, dile dudak, ağaca budak boşuna verilmemiş, ibretle seyredersek kaşığımızdaki yağı dökmeyiz, ibretle seyredersek kalbimiz elimizde dolaşmayız, ibretle seyredersek sığındığımız suni limanlardan hayretle Büyük Kumandanın limanına döneriz ve son olarak ibretle seyredersek bakmak ile görmek arasındaki farkı anlarız. Ne olur görmek için bakalım olur mu?
Ereğli, 2008
Yüksel Erentürk YILMAZ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.