Makedonya Gezisi
Oğlumun yaşlarındayken ben; yani henüz büyümenin getirdiği kirlilikle yıkanmamışken, henüz bakışlarımızda art niyet platoları oluşmamışken, yani henüz ellerimizin değdiği nesnelerden tanımsız keyifli oyuncaklar yapabiliyorken, annemin doğduğu yerleri görmeye gitmiştik.
Eski adıyla Yugoslav topraklarındaki bir Makedon kasabasına, Kiçevo’ya.
Osmanlı etkisindeki mimarisi, Türk kültürüyle büyümüş tabasının bize benzer halleri yüzünden, gözüme Avrupa kenti gibi gelmeyen ve bu sayede uyumda zorluk yaşamadığım bu gezi ilk büyük keşfimdi.
Bu kadar uzak bir yere yapılan ilk seyahatin yaşattığı zorluklar, gümrük kapılarındaki çileler bir kenara bırakıldığında, her şeyin yolunda gittiği söylenebilirdi.
Yugoslavya topraklarına girer girmez annemin neşesindeki o bariz artış, gözlerindeki daha önce görmediğim o parıltı yüzünden bile gelmeye değermiş bu diyara.
İlk kez gördüğüm akrabalarımın isimlerini ezberlemekte, kimin kim olduğunu öğrenmekte oldukça zorlanıyordum. Çat pat konuştukları Türkçeleriyle oldukça sempatikleşen bu neşeli insanlardan sevgi fışkırıyordu. En fakir olanlar bile biz geldik diye yemeğe davet ediyor, çok lezzetli, görünümleri göz alan sofralar hazırlıyordu.
Avrupa’da olduğumuzu ispatlamak istercesine, Teyzemin kızının evinin yanına bir hafta gibi kısa sürede prefabrik-ilk kez görüyordum- bir okul konduruvermişlerdi.
Kendi evini betonarme yapabildiği için, cemaatin içinde adı zengine çıkan eniştem ayakkabı tamircisiydi. Hemen herkesin bahçesi veya tarlası vardı. Bir şeyler ekmeyen aile yok gibiydi. Elma bahçelerinde doyasıya ağaç tepelerinde dolanmanın, kimsenin kızmayacağını bilmenin tadı bambaşkaydı.
Aşırı şekilde şımartılıyordum. Bunda annem, anneannem ve teyzemin öncülük ettiği bir örgütün parmağı vardı.
Fotoğraf kareleri ile anımsadığım bir gezidir bu.
Kendi topraklarımdan çok uzaklarda benzer zılgıtlar, oyun havaları, ağıtlar duymanın verdiği şaşkınlık eşlik ediyordu bu fotoğraflara.
Topluca gidilen, buğday öğütülen dibek başı töreni bunlardan biridir.
Anadolu’nun herhangi bir köyünde kolayca rastlayabileceğiniz küçük camilerin birinden çıkan, hacı amcalar.
Dedem Medin.
Anneannemlerin bahçeli evi, devasa kuzine-ilk kez görüyordum ve prefabriklerden daha şaşırtıcıydı- ve onda pişirilen ilk kez yediğim kumpir.
Bu ahşap evin alt katında uğursuz bir gelinin estirdiği terör yüzünden ara sıra kaçan neşemizi, dedemim güldüğünde tombikleşen yanaklarını görünce yeniden yakalıyorduk. İlerleyen yaşına rağmen oldukça dinç ve sağlıklıydı. Bir gün evden çıkarken anahtarı bahçede unuttuğumuzda, boyu kadar duvarın üstüne sıçrayarak bahçeye atlaması halen gözlerimin önündedir.
Onu örnek göstererek, onun gibi sağlıklı olmam için süt içmemi isteyen annemin o Barış Manço halleri ile epey uğraştığımı anımsıyorum.
Arnavutluk’ta uzun yıllar esir tutulan dayımın-onun hikâyesi de çok acıklıdır- karısı, kimsenin sevmediği ve bize de kötü davranan o kadın oturuyordu alt katta. Tuvalet bahçenin en sonunda olduğundan, geceleri tuvalete gitmek tam bir maceraydı. Uzak ve yabancı bir ülkede olmanın tedirginliği ile birleşen bu yenge korkusuna, korku filmlerini aratmayacak dekordaki iğrençliğinde bir tuvalet eklediğinizde; o yaştaki çocuğa fazla gelecek bir hal alıyordu bu durum. Bahçe tuvaleti görmemiş, salon çocuğu olduğumu sanmayın sakın. Bahçeli evlerin çoğunda bu tip manzaralar normaldir. Ama tüm ahşap kaplamanın üstünde oynaşan parmak büyüklüğünde kurtçukların yaptıkları savaş dansları her tuvalette rastlanan bir olay değildi. İçine ettiğimiz için bize kızgın bir magma canlısı olduğunu düşündüğüm o tuvalet lüzumsuz bir etki bırakmıştır çocuk dimağımda.
Kendime bile ilk defa anlattığım bu olay nerden geldi şimdi aklıma…
12.03.11
Nadir
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.