- 5640 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
MEHMET AKİF ERSOY VE İSTİKLAL MARŞIMIZ
MEHMET AKİF ERSOY VE İSTİKLAL MARŞIMIZ
Bilindiği üzere “İstiklal Marşının Kabul Edildiği Günü ve Mehmet Akif ERSOY’u Anma Günü Hakkında Kanun” 10.05.2007 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş ve 07.03. 2008 gün ve 26809 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan İstiklal Marşının Kabul Edildiği Günü ve Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü Hakkında Yönetmelik hükümleri üzerine de, kamu kurum ve kuruluşlarının işbirliği ve koordinasyonunda sivil kuruluşların ve halkın katılımıyla, her yıl 12 Mart tarihinde İstiklal Marşının Kabul Edildiği Günü ve Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü törenleri düzenlenmektedir.
MEHMET AKİF ERSOY’UN HAYATI:
Vatan ve Millet şairi olarak anılan Mehmet Akif ERSOY, 1873 yılında İstanbul’da doğdu. 27 Aralık 1936 yılında aynı kentte öldü. Babası, Fatih Camii medrese hocalarından Arnavut İpek’li Tahir Efendi’dir. Ortaöğrenimini Fatih Merkez Rüşdiyesi’nde ve Mekteb-i Mülkiye İdadisi’nde gördü, bir yandan da Fatih Camii’ndeki derslere giderek Arapça ve Farsça öğrendi. Ortaöğrenimini bitirdiği yıl, yeni açılan Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi’ne girdi, dört yıl süren öğrenimi sonunda baytarlık (veterinerlik) bölümünü birincilikle bitirdi (1893). Ziraat Bakanlığı’na memur olarak girdi, dört yıl kadar Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan’da görev yaptı. Bir süre sonra, ek görev olarak, Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi’nde kitabet dersleri (1906) verdi. 1908’den sonra, arkadaşı Eşref Edip ile birlikte Sırat-ı Müstakim (1908) ve daha sonra Sebil’ür-Reşad (1912) dergilerini çıkardı; bu yıllarda, resmi görevi olan Umur-i Baytariye Müdür Muavinliğinde çalışırken Darülfünun Edebiyat-ı Umumiye müderrisliğine atandı (1908). Balkan Savaşı’ndan sonra Umur-i Baytariye şubesindeki görevinden (1913), ardından Darülfünun’daki (1914) görevinden ayrıldı. Meşrutiyet’in ilk döneminde, Ziya Gökalp’in öncülüğüyle başlayan "Türkçülük" akımına karşı, Mısırlı bilgin Muhammed Abduh’un (1849-1905) etkisiyle, "İslâm birliği" görüşünü benimsedi. Sırat-ı Müstakim ve Sebil’ür-Reşad’da yayımladığı makaleler, şiirler, çeviriler ve Fatih, Şehzadebaşı, Süleymaniye, Beyazıt camilerinde verdiği vaazlarla (1912) bu ülküyü yaymaya çalıştı. Birinci Dünya Savaşı içinde İtilaf Devletleri’ne karşı Ortadoğu’da bir İslâm Birliği kurma siyaseti güden Almanya’nın çağrısı üzerine, Harbiye Nezareti’ne bağlı "Teşkilat-ı Mahsusa" tarafından Berlin’e gönderildi (1914), burada Almanlar’ın eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kamplarda incelemelerde bulundu. Dönüşünde yine birkaç ay kadar da Arabistan’a yollandı, savaş yılları içinde "Bâb ül Meşihat"e bağlı olarak kurulan "Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye" başkatipliğine atandı (1918). Kurtuluş Savaşı sırasında Kuvayı Milliye’den yana davranış ve yazılarından dolayı, Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye’deki görevinden atıldı (1920). Anadolu’ya geçerek Birinci Büyük Millet Meclisi’nde Burdur Milletvekili olarak görev yaptı (1920-1923); Konya ayaklanmasını önlemek, halka öğüt vermek için Konya’ya gönderildi. Oradan Kastamonu’ya geçti, Nasrullah Camisi’nde Sevr Antlaşması’nın iç yüzünü, Kurtuluş Savaşı’nın niteliğini anlatan coşkulu bir vaaz verdi, bu vaaz Diyarbakır’da basılarak (1921) bütün vilayetlere ve cephelere dağıtıldı. Yaşamının bu döneminde "İstiklâl Marşı"nı yazdı (1921). Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra İstanbul’a döndü; çağdaş ve uygar yeni Türkiye’nin kurulması için zorunlu görülen siyasal ve toplumsal devinim ve devrimleri, kendi inanç ve ülküsüne aykırı gördüğü için Türkiye’den ayrıldı. Mısır’a gitti, Hilvan’a yerleşti, Kahire’deki Câmi-ül Mısriyye" adlı üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı müderrisliğine bulundu (1925-1936), bu gönüllü sürgün döneminde siroz hastalığına tutuldu; sağaltım için döndüğü İstanbul’da öldü.
Türk edebiyatında "toplum için sanat" akımının başlıca temsilcilerinden biridir. Halka seslenen,yalın, halkın söyleyiş özelliklerini koruyan, konusu günlük ya da siyasal olaylardan alınmış, gerçekçi ve gözleme dayalı, aruz ölçüsü ile lirik-epik, lirik-didaktik şiirler yazdı.
Mehmet Akif ERSOY, şiiri toplum için yazan, ama şiiri şiir yapan özelliklerden feragat etmeyen ve Türkçe’nin bütün imkânlarını ustalıkla kullanan, sarsılmaz bir iman sahibi ve Milli Mücadele kahramanıdır.
ESERLERİ:
Safahât, ikinci kitap, Süleymaniye Kürsüsünde (1912)
Safahât, üçüncü kitap, Hakkın Sesleri (1913)
Safahât, birinci kitap (1914)
Safahât, dördüncü kitap, Fatih Kürsüsünde (1914)
Safahât, beşinci kitap, Hâtıralar (1917)
Safahât, altıncı kitap, Âsım (1919)
Safahât, yedinci kitap, Gölgeler (1933)
Safahât, bütün şiirleri I-II (1943, ölümünden sonra)
İSTİKLAL MARŞININ KABULÜ :
Düşman sürülerinin Ankara önlerine kadar geldiği ve Müslüman Türk’ün yediden yetmişe kıyam ederek “Enbiya yurd, şuheda burcu” Anadolu’ya ebediyen sahip olabilmenin kavgasını yaptığı günlerde, mevcut heyecanı terennüm edecek, Milli Mücadeleyi dile getirecek bir “Milli Marş” yazılması için Maarif Vekaletince (Milli Eğitim Bakanlığı) müsabaka açılmış ve bu müsabakada kazanacak şiir sahibine beş yüz lira mükafat vaat olunmuştu. Yarışma için 734 şiir gönderildi. Bir kurulca bunlar titizlikle incelenip 6 tanesi ayrıldı. Ama hiçbiri beğenilmedi; marş olacak değerde bulunmadı. O zaman Burdur Milletvekili olan Mehmet Akif’in para ödülünden rahatsızlık duyduğu için yarışmaya katılmadığı öğrenildi. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, şairin Meclis’teki sıra arkadaşı Balıkesir Milletvekili Hasan Basri Bey’in (ÇANTAY) yardımını istedi.
Hasan Basri Bey bundan sonrasını şöyle anlatıyor:
‘‘Akif Bey’in yanımda olduğu bir zaman, elime bir kağıt parçası alarak, onun dikkatini çekecek bir tarzda yazmaya başladım.
- Ne yazıyorsun?
- Marş…İstiklal Marşı yazıyorum.
- Yahu sen ne adamsın? Seçilecek şiire para ödülü verileceğini bilmiyor musun? İçinde para olan bir işe nasıl katılıyorsun?
- Yarışma kaldırıldı! Seçilecek şiire ne para verilecek, ne de her hangi bir ödül. Milli Eğitim Bakanı bana güvence verdi.
- Ya, o halde yazalım.
İşte böylece yazılmaya başlanan ve 48 saatte bitirilen İstiklal Marşı, imzasız olarak Milli Eğitim Bakanlığının seçici kuruluna sunuldu. Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, daha önce seçilen 6 şiirle birlikte yeni şiiri Ordu Komutanlarına gönderdi. Onlardan, şiirlerin askerlere okunmasını, beğenilenleri sıralamalarını istedi. Komutanlar, kısa sürede sonucu bildirdiler: Hepsi de Mehmet Akif’in şiirini birinci sıraya almıştı. Bundan sonraki iş, İstiklal Marşı’nın TBMM’ne getirip kabul ettirmekti. Marş, ilkin Meclis’in 1 Mart 1921 günü yaptığı ikinci oturumunda ele alındı. Meclis Başkanı Mustafa Kemal’in söz vermesi üzerine Hamdullah Suphi kürsüye gelerek, sık sık alkışlarla kesilen şiiri okudu ve son seçimin Meclis’e ait olduğunu söyledi. O gün oylama yapılmadı. Şiirle ilgili konuşmalar ve oylama, Meclis’in 12 Mart 1921 günü öğleden sonraki oturumunda yapıldı. Bazı milletvekilleri, bir komisyon kurularak şiirin yeniden incelenmesini, bazıları da hemen görülüp karara bağlanmasını istediler. Uzunca tartışmalardan sonra, şiirin kabulü için verilen 6 önerge benimsendi ve İstiklal Marşı çoğunlukla kabul edildi.
Şiirin bestelenmesi için açılan ikinci yarışmaya 24 besteci katıldı. 1924 yılında Ankara’da toplanan seçici kurul, Ali Rıfat Çağatay’ın bestesini kabul etti. Bu beste 1930 yılına kadar çalındıysa da 1930 da değiştirilerek Cumhurbaşkanlığı orkestrası şefi Osman Zeki Üngör’ün 1922 de hazırladığı bugünkü beste yürürlüğe kondu. Marşın armonilenmesini Edgar Manas, bando düzenlemesini İhsan Servet Künçer yaptı.
Marş’ın kabulünden sonra Meclis muhasebecisi Necmeddin Bey, kanûnen müsabakayı kazanana verilecek olan 500 lira nakdî mükâfatı getirdi ise de Âkif Bey, “Ben müsabakaya girmedim; bu para bana ait değildir” diye reddetti. Fakat muhasebecinin “Kanun metninde mükâfatın, kazanana verileceği yazılıdır. Sizin marşınız kabul edilmiştir; bu para sizindir, Meclis kasasında kalamaz. Siz, usûlen tesellüm edin, sonra istediğinizi yaparsınız” diye ısrar etmesi üzerine Âkif Bey parayı alıp, Hilal’i Ahmer bünyesinde fakir kadın ve çocuklara bakan, iş öğreten bir hayır kurumu olan Dar’ül Mesai’ye ve bir rivayete göre ise Sarıkışla hastanesindeki yaralı gazilere bağışladı.
İstiklâl Marşı için tahsis edilen beş yüz lira mükâfâtı Üstat’ın kabul etmemesi, o zaman çok kimselerce tuhaf görülmüştü. Maddi açıdan o sırada sıkıntısı da olmasına rağmen bu ikramiyeden bahsedenlere çok kızardı.
Üstat, Ankara’da ceketle gezerdi. Paltosu yoktu. Pek soğuk günlerde Şefik’in muşambasını ödünç alarak ederek giyerdi. Bir gün Baytar Şefik (KOLAYLI) :
“– Âkif Bey, şu mükâfâtı red etmeyip de bir muşamba, yahut bir palto alsaydın daha iyi olmaz mıydı? diyecek oldu. Hiddetinden ne hallere geldiğini görmeliydiniz. Böyle söylediği için iki ay Şefik’le konuşmadı.
İstiklal Marşı kabul edildiğinde, Mehmet Akif’in cebinde , Zonguldak milletvekili Hayri Bey’den borç aldığı iki lirasının olduğunu ve milli marş için 500 lira teklif edildiği günlerde 140 lira ile Ankara’da bir çiftlik alınabildiğini biliyor muydunuz?
“İSTİKLAL MARŞI MİLLETİN MALIDIR! “
Üstat, uzun bir hicretten sonra memlekete dönmüştü. Gurbet illerinde sevgili yurdunun hicran ve hasreti onu yakmış, kavurmuştu. Ciğerleri şişmiş, vücudu bir külçe kemik halinde kalmıştı. Beyoğlu’nda Mısır Apartmanı’nın loş ve sâkin bir odasında son günlerini yaşıyordu. Sevdiği bazı arkadaşları kendisini ziyarete gelmişlerdi. Millî Mücadele günlerinden bahsediliyordu. Söz İstiklâl Marşı’na intikàl etti.
İstiklâl Marşı denince üstadın gözleri büyümüş ve parlamıştı. Hastabakıcının yardımıyla doğruldu, anlatmaya başladı:
“– İstiklâl marşı... O günler ne samimî, ne heyecanlı günlerdi. O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifâdesidir. Bin bir fecâyi karşısında bunalan ruhların, ıztıraplar içinde halâs dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz... Onu kimse yazamaz... Onu ben de yazamam... Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lâzım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur...”
Bunu söylerken üstat yorulmuştu. Başı yastığa düşüyordu. O kemik külçesini yavaşçacık itina ile yatağına uzattık. Misafirler veda ettiler. Üstat gözlerini kapadı. Sakin, sessiz uyumaya başladı.
Bir gün, arkadaşı Eşref Edip, Mehmet Akif ERSOY’a sormuş:
“– İstiklâl Marşı’nı niçin Safahat’a koymadınız?”
“– Onu millete hediye ettim.Artık o, milletindir. Benimle alâkası kesilmiştir. Zaten o, milletin eseri, milletin malıdır. Ben yalnız gördüğümü yazdım.” demiş üstat.
AKİF’İ DAHA İYİ ANLAYABİLMEK İÇİN…
*** Ateist olduğunu söyleyen bir yazarın Eyüp Sultan camiinin şadırvanında abdest aldığını görünce “Cancağızım bari küfründe sebatkâr (sabırlı) olsaydın.” der.
*** Hasta yatağında, ölümünden kısa bir süre önce şu sözleri söyler: “Ben de Peygamberimiz gibi 63 yaşında ölüyorum. Bunun için çok mutluyum.”
*** Mehmet Akif, Berlin’e gittiği zaman konaklaması için Alman hükümeti tarafından Berlin’in hatta Avrupa’nın en lüks oteline götürülür: Adlon Oteli. Ancak Akif: “Ben burada kalamam, lütfen beni daha mütevazı bir yere götürün.” der. Alman yetkililer ısrar eder ve nedenini sorar. Akif: “ Benim burada kendilerini temsil ettiğim Mehmetçikler, şimdi dünyanın dört bir yanında, hele de Çanakkale’de ot, sap yiyorlar; taşta, toprakta yatıyorlar. Durum böyleyken ben bu otelde nasıl kalabilirim.” der.
*** Akif Bey şu sözü sıkça tekrarlardı: “İnsan hayatta iki şeyi bilmeli, ‘Haddini ve hesabını.’ Ben haddimi hep bildim ama hesabımı hiç bilemedim.” Gerçekten de Akif Bey şahsi bütçesini hiçbir zaman denk getiremedi. Daima giderler ağır bastı. Hep borçlu yaşadı. Para sıkıntısı yaşadığı zaman şu fıkrayı anlatırdı: “Bir Arap şairine sormuşlar, ‘Niçin bizi arayıp sormuyorsun?’ Şair cevap vermiş: “Kalbimde birkaç yer var. Biri kasaba, biri bakkala, biri manava… Bunlardan başkasına sıra ve yer kalmıyor.” Rahmetli kendini bu şaire benzetirdi.
*** Milletvekiliyken Taceddin Dergahı’nda kaldığı odanın tek sergisi bir kilimdi. Bir akşam dostlarını evine çay içmeye çağırmıştı. Ancak o ikindi vakti dostlarına koştu: “Çayı sizde içeceğiz.” dedi. Sebebi sorulunca da şu açıklamayı yapmak zorunda kaldı: “Bizim odanın kilimini bir fakire vermişler.” Aslında odanın kilimini veren başkası değil, kendisiydi.
*** Mısır’da yaşadığı sırada evini taşıyacağı zaman geceleri tercih ederdi. Sebebi ise kırık dökük eşyalarının görülmemesi için. Varlıklı dostları, yoksulluğunu görür de yardım etmek için kendisini zorlar diye korkardı.
*** Emin Erişirgil anlatıyor: Bir gün canı oldukça sıkılmış bir vaziyette gelen Mehmet Akif, herkeste bir endişe uyandırır. Israrlara rağmen konuşmamakta, sorulara cevap vermemekte, huzursuzluğu, sıkıntısı giderek artmaktadır. Çok sevdiği, kendisine "amca" dediği arkadaşının kızı Süheyla Hanım’ı kıramayacak ve şu ibretlik sözlerle insanlığa ışık tutacaktır: "Halide Edib Hanım beni görmek ve İstiklal Marşı’ndan dolayı tebrik eylemek istemiştir. Hâlbuki evvelki akşam tekke odasına gelen birtakım adamlar bu hanım aleyhinde bir sürü laflar söylediler de onları susturmak vazifem iken yapamadım. Şimdi ben ahlakça o hanımın çok dûnunda bir mevkie düştüm. O bana gelip de; ’Ne güzel yazmışsınız!’ deyince ne cevap vereceğim?" Akif’imize günlerce ıstırap çektiren bu halet-i ruhiye, hepimiz için bir "muhasebe" zamanının vaktini haber veren ve nasıl davranmamız gerektiğini hatırlatan muhteşem bir "tablo"dur.
*** Mithat Cemal KUNTAY anlatıyor :
Cuma günleri Akif’in evinde buluşur, Fransız ve Fars edebiyatını ondan dinlerdim…
Yine bir Cuma günü Akif’in evinde buluştuk Birlikte Gülistan ve Bostan’ı okuyorduk. Fakat aniden bir gürültü koptu, odanın dışında çocuklar çığlık çığlığa boğuşuyorlardı. Okumak mümkün değildi. Susturmak için dışarı çıktım, tam sekiz çocuk… Beşi Akif’in çocuklarıydı, diğer üçü yabancıydı. Anladım ki bizimkileri azdıran dışarıdan gelen o üç çocuktu. Onlardan birisinin yanağını öyle sıktım ki tırnağımın izleri yanağında kaldı. Akif de yanımıza geldi, ben de hışımla sordum, “kim bunlar?” Hepsi benim çocuklarım dokunma onlara dedi. Nasıl olur, senin çocuklarını tanıyoruz dedim. Gel içeri anlatayım dedi…
Akif anlatmaya başladı: “Fakültede Mustafa Tahsin isimli bir arkadaşım vardı. Bir gün bana dedi ki, sen sözüne güvenilir bir adamsın, gel seninle bir hususta anlaşalım. Biz üniversiteyi bitirince evleneceğiz değil mi dedi, inşallah dedim. Çocuklarımız olacak değil mi dedi, inşallah dedim… Gel söz verelim, kim önce ölürse hayatta kalan ölenin çocuklarına sahip çıksın. “Var mısın bu anlaşmaya” dedi, “varım” dedim… Mustafa Tahsin öldü ve ben yıllar önce verdiğim bu söze bağlı kalmak mecburiyetindeyim. Gittim arkadaşımın çocuklarını aldım getirdim ve artık onlar da benim çocuklarımdır. Sakın onlara bir şey söyleme, dedi.
O yıllarda Akif’in beş çocuğu vardır, işinden istifa etmiştir ve cebinde beş parası yoktur. Buna rağmen daha üniversite öğrencisiyken arkadaşına verdiği o sözü unutmamıştır, evinde o çocuklara kol kanat germiştir…
*** Mithat Cemal KUNTAY 27 Aralık 1936’da vefat eden Mehmet Âkif Ersoy’un cenaze merasimini anlatıyor :
"Çıplak bir tabut geldi. ’Bir fukara cenazesi olmalı’ dedim. O anda Emin Efendi Lokantası’nın sahibi Mahir Usta, elinde bir bayrakla cenazeye koştu. Sebebini anlamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu. Üniversitenin büyük sancağına çıplak tabutu sardılar. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım. Al sancakla siyah Kâbe örtüsüne sarılan tabut, üniversite gençlerinin bir ürperme manzarası alan elleri üstünde gidiyordu."
*** Ömer Lûtfi Bey anlatıyor:
Berlin’de merhumun en büyük endîşesi Çanakkale idi. Gece gündüz Çanakkale cephesini düşünürdü. Her sabah tekrar ederdi:
“– Ömer Bey, bu Çanakkale ne olacak?”
“– Allah bilir amma vaziyet tehlikelidir. Askerlik noktasından düşünülünce ümit yok. Ancak fen kaidelerinin hâricinde, fevkalbeşer bir şey olmalı ki dayanabilsin.”
Ben böyle dedikçe:
“– Eyvah, son istinadgâhımız da yıkılırsa ne olur?”
Diyerek çocuk gibi gözlerinden yaşlar dökülmeye başlardı. Çanakkale için ağlamadığı gün yoktu. Ben kavâid-i harbiyeden bahsettikçe canı sıkılırdı. Onun böyle askerî muhâkemelere tahammülü yoktu. O, dâima kat’î bir kelime isterdi.
“– Bütün dünya toplanıp hücum etse yine Çanakkale sukùt etmez!”
Onun büyük îmanı başka bir ihtimâle müsâid değildi. Onun için tehlikeden bahsettikçe havsalası yanardı. O zaman ben de kavâid-i harbiyeyi bir tarafa bırakır, kendisini teselli ederdim. Ne dersiniz bu sözlerim karşısında çocuk gibi sevinmez miydi?
Benim onda gördüğüm yurt sevgisi, o kadar yüksekti ki onu tasvir mümkün değildir.
TEMİZ AHLAKLI GENÇ
Âkif’in mektep tahsili zamanlarında en açık ve candan görüştüğü Sabri Sözen Bey merhumun bize kuvvetle te’min ettiğine göre “Mehmed Âkif Bey içki kullanmamıştır. Onun nezâhati, terbiyesi, seciyesi, akranları içinde mesel-i sâir olmuştu. O, bir karıncayı bile incitmedi. Çok temiz, çok hayırhah, çok namuslu bir gençti…”
SEVMEDİKLERİ
İki adamı sevmezdi: Fazla terbiyeli ve fazla terbiyesiz olanı.Nezaket, ona insanların gizlenmeye muhtaç olan bir taraflarını örten bir şey gibi görünüyordu.Gözünde, fazla nâzik olan adam, gizli adamdı.İki yüzlülere garazdı. Fakat yaşı ilerledikçe:
“İki yüzlüleri artık sever oldum; çünkü yaşadıkça yirmi yüzlü insanlar görmeye başladım.” Diyordu ve yaşlandıkça herkesten kaçıyordu. Daha yaşasaydı, yalnız kalacaktı; cemiyetle karşı karşıya tek bir adam…
Aşağıya aktardığım yazı 1983 yılında Türk Edebiyatı dergisinin Mart sayısında yayınlanmış olup, yazıyı yazan Dr. Mecit Bumin’dir.
“Muhterem Mehmet Akif’in son günlerini anavatanda geçirmek arzusu ile İstanbul’a geldiğini ve Mısır Oteli’nde kaldığını duymuştum. Otelinde ziyaretine gidemeyişim, bende büyük bir eksikliktir. O zamanlar beri, tıp fakültesinin ilk sınıflarındaydım ve sağlık vekaleti yurtlarının birinde kalıyordum. Boş zamanlarımızı kütüphaneye gidip okumakla geçirirdik. Bir Pazar günüydü. Arkadaşım Mithat Müdüroğlu ile birlikte Beyazıt Kütüphanesi’ne gidiyorduk. Vakit erkendi. Kütüphanenin açılma saatini, tam karşısında bulunan ve "Küllük" denilen kahvelerin birinde oturarak bekliyorduk. Sulu kar yağıyordu. Tam bu sırada caddeden tek atlı bir araba geçiyordu. Arabacının yanında fesli bir genç oturuyordu. Yükü, örtüsüz bir tabut olan araba, cami kapısına yöneldi. Tam bu sırada ikimiz birden kalkıp önlerine koştuk. Fesli gence sorduk:
-Bu tabut kime ait?
Delikanlı bize şöyle bir baktı ve:
-Bu tabut Mehmet Akif Bey’e aittir. Ben de katib-i hususiyim, dedi.
Hemen tabutu arabadan aldık ve hürmetle musalla taşının üzerine usul-ü vechile yerleştirdik. Arkadaşımla görebildiğimiz birtakım eksiklikleri tamamlamak vazifesini üstlendik. Katipten merhumun kartvizit büyüklüğünde iki fotoğrafını istedik. Birini tabutun başına dayadık, birini de yanımıza alarak heyecan ve telaşla katibin adını bile sormadan, fatihamızı okuyup Kapalıçarşı’ya daldık. Bir büyük bayrak ve raptiye alarak döndük. Bayrağı büyük naaşın üzerine örttük. Kâtipten tekrar izin alarak Cağaloğlu yolunu tuttuk.
Gözümüze takılan ilk matbaaya girdik. Matbaacıya durumu anlattık. Fotoğraftan parası karşılığında vesikalıktan biraz büyük boyda bol miktarda tabettirdik. Bir miktar toplu iğne ve siyah kurdele da almak istedik. Matbaacı:
"Bunlar da benden olsun" diyerek parasını almadı. Siyah kurdeleyi münasip büyüklükte parçalara böldük. Toplu iğnelerle tabettiğimiz fotoğraflara kurdeleleri iledik. Oradan doğruca talebe yurtlarına koştuk.
Kısa bir zaman parçası içerisinde tıp talebe yurdunu dolaştık. Rastladığımız herkese büyük şairimizin cenazesinin Beyazıt Camii’nde olduğunu, öğlen namazından sonra kaldırılacağını haber veriyorduk. Bu arada Kadırga Yurdu’na da indik. Yollarda rastladığımız kimselere sadece haberi vermekle kalmıyor, yakalarına merhumun fotoğrafını da iliştiriyor, naaşın Edirnekapı’da toprağa verileceğini söylüyorduk.
Öğle namazına yakındı, Beyazıt Camiine geldik. Cenazenin yanında, resmi kıyafetleri ile Darüşşafaka ilkokul birinci sınıf talebelerini öğretmenle birlikte gördük. Daha sonra cemaat çoğaldı. Namazdan sonra tabut omuzlara alınarak Beyazıt meydanına çıkıldı. Cenaze alayı ilerledikçe kalabalık artıyordu. Edebiyat Fakültesi önünde 5 dakika duruldu, saygı duruşunda bulunuldu:
Artık cenaze alayı büyümüştü. Tabut gençlerin ve halkımızın omuzlarında, bayrağımıza sarılı vaziyette ilerliyordu. Edirnekapı’ya kadar böylece gelindi. Tabut mezara indirildikten sonra görmek isteyenler için merhumun yüzü son bir kere açıldı. Tam bu sırada Güzel Sanatlar Akademisi’nden bir genç mezara atladı ve alçılı bir bezle merhumun o nazik yüzünün mülajını aldı. Ona müdahale edenler olduysa da genç heyecanlı tavrıyla:
"İlerde bir gün belki heykeli yapılırsa lazım olur" dedi.
Mezar usul-ü veçhile kapandı. Kur’an-ı Kerim okundu, dualar edildi ve büyük kaybın verdiği iç burukluğuyla cemaat oradan ayrıldı.
Resminin arkasına, "Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma, Sessiz yaşadım kim beni nereden bilecektir." diye yazan Âkif, sessiz yaşasa da, vefatı gazetelerde birkaç satırlık alelade bir haber olarak yayınlansa da unutulmadı.
İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif ERSOY’u rahmet ve minnetle anıyoruz.
Vecdi Murat SOYDAN
11/03/2011-Isparta
YORUMLAR
KALEMİNİZİ GÜZELE VE İYİYE KULLANDIĞINIZ İÇİN TEPRİKLER VE TEŞEKKÜRLER
Yaşanmamış Aşkların Şairi
güzel ve doyurucu yazınızı kutlarım...efendim...elinize saglık yüreginiz gamdan uzak olsun ve oglumla beraber yazınızı okuduk sagolun saygılarımla
Yaşanmamış Aşkların Şairi
Yaşanmamış Aşkların Şairi
Saygılar.