SEL FELAKETİ
O sabah Beyhan Hanım, kırk beş yıldır yaşamını paylaştığı sevgili eşiyle birlikte, erkenden uyanmıştı. Açılmaya hazırlanan minik pembe goncalarla süslü gül çardağının altında, terasta, kahvaltılarını huzur içinde ederken, güneşin, kızıl renklerin tüm ihtişamıyla doğuşunun seyrine dalarak, umutla karşılanacak güzel bir yaz gününün keyfini çıkarıyorlardı. Çiftin, mütevazı yazlık evleri, deniz kenarında olduğundan, sabahın ilk saatlerinde türkuaz rengindeki suların cam gibi pürüzsüz hali, bakışlarını esir alır, bu engin güzelliğin çekiciliğinden bir türlü kendilerini alamazlardı. Etrafın büyülü sessizliği, arada, kanat çırpışlarını coşkuyla duyuran kuşların ahenkli uçuşlarıyla çeşnilenir, uzaklaştıklarında ise sükûn dolu sihirli anlara geri dönülürdü. O gün yaprak bile kıpırdamıyordu ama hafif rüzgârlı havalarda, dalgaların, ak köpürmelerle kabarttığı taşkınlığının, altınsı parıltılarla albenisini arttıran kumsala, yumuşak dokunuşlarla bıraktığı okşayışlarının seslerine kapılmak; ruhlara, arındırıcı bir içe dönüşle mutluluk ve şifa dağıtır; doğaya tutkun yürekleri mest ederdi. Tabiat, sınırsız güzelliklerini cömertlikle sunan ne olağanüstü zengin bir kaynaktı?
Beyhan Hanım, eşine, üçüncü ve son çaylarını yudumlarken çocuklarının geleceğine yönelik beklentilerini ve hayallerini sıralar; eşi de çoğunlukla ona katılarak eşini yüreklendirir ve desteklerdi. Beyhan Hanım’ın en büyük arzusu, büyük kızının, mutsuz bir evlilik deneyiminden sonra, bir an evvel yeni bir hayat kurması ve oğluyla beraber vakitlice hayalindeki yuvasına kavuşmasıydı. Çok sevdikleri ilk göz ağrısı olan büyük torunlarını, muvaffak ve mutlu görmeyi isterlerdi hep. Beyhan Hanım’ın ortanca olan kızı, eğitimini, başarıyla tamamladıktan sonra, seçkin bir gençle evlenmiş, çoktandır mutlu bir evlilik sürdürüyordu. İki güzel evlada sahip olmuştu. Beyhan Hanım’ın üçüncü çocuğu, çok düşkün olduğu oğluydu ki, üniversiteyi bitirmiş, mastırını tamamlamak üzere son çalışmalarını sürdürmekteydi. Onun da evlenmesinin zamanı gelip çatmıştı artık.
Kahvaltı sonlanmış, etrafı, derleme toplama zamanı gelmişti. Eşi, Beyhan Hanım’a, sofrayı içeri taşımada her zamanki gibi yardım ediyordu. Az sonra beyi, gazete ve ufak tefek eksikleri almak için markete çıkacak, kısa bir sabah yürüyüşü yapacaktı. Beyhan Hanım da o sırada her sabah olduğu gibi, önce evini ve mutfağını toparlayıp sonra çiçeklerini sulayarak balkonu akıtacak ve masasının örtüsünü değiştirecekti. Tekrar terasta buluştuklarında müzik eşliğinde kahvelerini yudumlayacak ve birlikte denize gideceklerdi.
Uzun terası özenle yıkarken epeydir başı yere eğik olan Beyhan Hanım, sızlayan belini iki eliyle kavrayarak doğrulduğunda ufukta, kocaman kara bulutların belirdiğini gördü. Önceki akşamın haberlerinde, sağanak yağışların beklendiğini duymuş olsa bile o, bu ani değişikliğe pek anlam veremedi. Üst kata çıkarak yatak odasını düzenlemeye koyuldu. Örtülü perdelerini araladığında, havanın, kirli bir karanlığa büründüğünü ve bir anda fırtınanın koptuğunu görerek ürperdi ve çarpmaması için pencerelerini, sıradan sıkıca kapadı. Merdivenlerden aşağıya inerek evin açık diğer tüm pencerelerini de kontrolünden geçirdi. Terasa çıktığında yüzüne çarpan yağmur damlalarıyla irkilerek “eyvah, sağanak boşalırsa eşimin şemsiyesi yok yanında” diye, endişelendi. Başını kaldırdığında koyu gri ve kara bulutların her yanı sardığını ve etrafı, kasvete boğduğunu fark etti. Apansızın yağmur şiddetini arttırmış, alışılagelmişliğin dışında bir sağanak göklerden boşalmaya başlamıştı. Beyhan Hanım, geciken kocasının bir yere sığınıp yağmurun geçmesini beklediğini düşündüğünden önceleri, pek rahatsız değildi. Tersine, ya markete geri dönmüş, ya da bir saçak altına sığınmıştır diye kendini avutmuştu.
Beyhan Hanım, salona geçip, pencerenin önündeki koltuğuna iğretice ilişerek bir eyyam, sağanağın olağandışı iri damlalarının, denizi delercesine rengi atmış sulara saplanışını hayretle seyretti. Şiddetini biraz hafifletse eşi eve varabilecekti ama yağış, dinmek bilmiyor, aksine giderek daha da güçleniyordu. Hava kudurmuş, öfkesini, her bir taraftan kusuyordu. Beyhan Hanım’ın yüreğine sinsi bir kuruntu düşmüştü. Ters giden bir şeyler vardı.
Epeyce bir zaman sonra, zilin çaldığını duyarak yerinden fırlayan Beyhan Hanım, heyecan içinde, telaşla kapıya koştu ve sudan çıkmış balığa dönen kocasını eşikte karşıladı. Beyhan Hanım, “Nerede kaldın, seni çok merak ettim?” diyerek terliklerini kapıp eşine doğru uzattı. Zevcesi ıslak pabuçlarını, kapının dışında çıkarıp bırakmak istediğinden daha içeriye girememişti. Beyhan Hanım da üzerinden sular akan ayakkabıları alıp, kuruyabilmeleri için yağmur almayan bir köşeye koymak üzere kapının dışına çıkmıştı ki birden şiddetli rüzgârın etkisiyle açık kanat yüzlerine kapandı. “Aman Tanrım! Bütün pencereler de sımsıkı kapalı, eve nasıl gireceğiz şimdi?” diye, birbirlerine bakarak hayıflanırlarken aniden arkalarında, yaklaşan gür bir su sesiyle irkildiler. Başlarını arkaya hışımla çevirdiklerinde, kara tarafından muazzam bir sel kütlesinin, açılmış baraj kapaklarından fışkıran sular gibi önlerine kattığı nesnelerle birlikte denize doğru hoyratça indiğini endişe içinde fark ettiler. Birkaç saniye birbirlerine bakışıp, ne yapabileceklerini sorguladılar. En kısa sürede eve girmenin mutlaka bir yolunu bulmalıydılar. Alelacele en yakın salon pencerelerinden birine doğru el ele koştular. O esnada sel suları kendilerine kadar ulaşmış ve denize boşalmasına rağmen inanılmaz bir hızla kumsalda yükselmeye başlamıştı. Beyhan Hanım ve eşi, bir elleriyle sürüklenmemek için pencerenin pervazına tutunarak, diğer elleriyle de ayaklarından çıkardıkları terlikle cama olanca güçleriyle vurarak pencereyi kırmaya çalıştılar. Zor anlarda insanların, can havliyle kendilerinden beklenenden daha güçlü olduklarını bilirlerdi. Ama çok az vakitleri vardı. Nihayet yumruklamalarıyla çatlattıkları yerden cam, düzensiz bir şekilde parçalanıverdi. Metin Bey, kırılan cam parçalarının, elini, kolunu çizip kanatmasına aldırış etmeden kırık alanı, yumruklayarak genişletti ve eşinin içeriye girmesini zorlukla sağladı. Kendisi, eşinin aksine, iri yarı, boylu boslu bir adamdı. Pencereden içeriye atlaması zahmetli olacaktı. Eşine, “beni bekleme sakın, sen hemen yukarıya koş haydi!” diye seslenirken neler olacağına aldırış etmeden kendini dar aralıktan içeriye sarkıttı. Dev cüssesi sıkışmış, ileriye doğru debelendiğinde, ötesi beresi, cam sıyrıklarıyla yara bere içinde kalmıştı. Son hamleyle yere atlayıp kendisini ısrarla bekleyen eşinin elini yakalayarak korku ve panik içinde merdivenleri, ikişer, üçer tırmanmaya başladılar. Bir anda suların, ürperten bir patlama sesiyle evin tüm camlarını parçalayarak ilk kata dolmaya başladığını gördüler. Nefes nefese, son bir gayretle çatıya ulaştılar ve birbirlerine sokularak yardım gelmesini beklemeye koyuldular.
Etraf afet alanına dönmüştü. Yaşadıkları ve gördüklerine, kara bir kâbus gibi bir türlü inanamıyorlardı. Evlerindeki eşyalar, kırık dökük dolap kalıntıları, her şey, sel sularında denizi boyluyordu. Aşağıda olmadıklarına şükrederken arabalarının da başka araçlarla birlikte gözlerinin önünde denize çekildiğine, dudaklarını ısırarak şahit oldular. Beyhan Hanım’ın deniz mavisi gözlerinden yaşlar boşaldı. Üzülmesin diye başını çaresizce eşinin göğsüne gizleyen Beyhan Hanım’ın göz pınarlarından taşanlar, sağanağın acımasız iri damlalarının içinde, boşaldıkça boğuluyordu.
Çatıda ne kadar kaldıklarını hiç hatırlayamıyorlardı. Algıları, dumura uğramıştı. Çok uzun bir bekleyişin ardından, makine mühendisi damatlarının, iş makinesiyle onları kurtarmaya geldiklerini gördüler, takatlerini zorlayarak ellerini salladılar.
Aradan birkaç gün geçmiş, savaş alanından çıkmış yöreye, “kurtarılabilecek bir şey kaldı mı?” diyerek, son bir umutla hep beraber geldiler. Evin içi balçıktan kalın bir çamura bulanmıştı. Çamur sıvası içindeki kırık dökük nesneleri karıştırarak içinde değerli kalıntıları bulmaya çabalıyorlardı. Beyhan Hanım’ın aramak istediği en kıymetli şey, yıllardır gözü gibi muhafaza ettiği aile albümüydü. Evlatlarına ve eşine bu dileğini açmıştı. Herkes, çamurun içini, didik didik elden geçiriyordu. Zahmetli çabalarının sonunda albümü, büyük bir şans eseri buldular ama resimleri, tanınmayacak raddelerde hırpalanmıştı. Evi, arabası, dolapları ve bütün eşyalarından sonra Beyhan Hanım’ın son kalesi de devrilmişti. Çamura, pisliğe aldırış etmeden olduğu yere, kendini bırakarak çöküverdi.
Beyhan Hanım’ın annesi, kızını dünyaya getirirken vefat etmişti. Talihsiz yavru, anneciğini hiç görmemiş, onu ancak resimlerinden tanımıştı. Aklının erdiği zamanlardan belleğinde en canlı ve mutlu kalan anı, babasının ona, her gece şefkatle annesini, resimler eşliğinde doyamadığı bir tatla, ballandıra ballandıra anlatmasıydı. Beyhan Hanım’ın içlerinden en sevdiği resim, bin bir hayalini kurarak kendisine yaşama sevinci ve gücünü kazandıran, anne ve babasının evlilik fotoğrafıydı. Ailesiyle arasında yegâne bağdı o! Onu, her gece yastığının altında saklar, annesiyle babasının mutlu ve ışıltılı gözlerle sanki biricik kızlarına bakarak ona, “mutlu ol! Yaşamı sev! Mücadeleci ol! Biz hep senin yanındayız!” diye fısıldayan seslerini duyar gibi olurdu. Baktıkça buğulanan gözlerindeki bu büyülü görüntü, her gece gözünden taşan saf damlaların içinde büyür, büyür, yavrularını kucaklayan anne ve babanın sıcaklığı, şefkati ve içli sevgisi, kızlarının narin bedeninde ve minik yüreğinde can bulmaya başlardı. O da yüreğinden kopan sevgisini ve hiç dinmeyen özlemini göstermek ve bu değerli varlıklarıyla bütünleşmek için onları, göğsünün üzerine, minik elleriyle gücünün yettiği kadar bastırır, masum buselerini peş peşe yanaklarına kondurduktan sonra, yine yastığının altına gizler, ona minik parmaklarıyla dokunur ve uykusuna dalardı.
Beyhan Hanım üç yaşına geldiğinde, baba saltanatından da mahrum kalmış, onu, amansız bir hastalığın sonunda acılar içinde kaybetmişti. Bazı giyecek eşyaları ve çok kıymetli resimlerini yerleştirildiği küçük bavuluyla o, kendisi gibi göklerin ağladığı yağmurlu bir sonbahar gününde, baba ocağından, yanık yüreğinin yarısını orada bırakarak yaşlı gözleri, evin kilit vurulan kapısına sabitli, ayakları geri geri giderek ayrılıyordu. Halası, kardeşinin acısıyla kıvranırken ondan kalan en değerli varlığı, hiç düşünmeden himayesine almıştı. Her gece uyumadan evvel Beyhan Hanım, annesinin ve babasının resimlerine çıkarır, “beni, küçücük yaşımda neden bu kadar erken terk ettiniz? ”diye ağlayarak resimlerini, tek tek elden geçirir, onları, öper, koklar ve okşardı. Anne ve babasının her gece göz yaşlarıyla ıslanan düğün resmi, yine yastığının altında, her zamanki gizli köşeciğinde yerini bulurdu.
Halası, ona karşı ilgi ve sevgi doluydu. Çok istemesine rağmen onun, hiç çocuğu olmamıştı. Zaten Beyhan’a doğduğundan beri aşırı düşkündü. Evlat sevgisine susamış kalbindeki annelik duygularını, tamamen güzel Beyhan’a adamıştı. Minik yavrunun haline içi, yanar dururdu. Her sabah onu kucağına oturtur, sedef gibi ak ve parlak çehresine dökülen altın sarısı, lüle lüle saçlarını, büyük bir zevk ve şefkatle şarkılar mırıldanarak tarar, kalın örgülerini, hayranlıkla iki yana salardı. Babasının, küçük yavruda yıkım getiren derin elemini avutabilmek, bir parpacık olsun onarabilmek için, yüreğinde karşı konulmaz bir istek duyar, ona masallar anlatır, dokunaklı sesiyle ninniler söylerdi. Yemesine, içmesine çok özen gösterir, sevdiği şeyleri, usanmadan eve taşırdı. Ona her bayramda, cicili bicili elbiseleri, kendi elleriyle hevesle dikerdi. Üç katlı konağın işlerinden mutlaka melek yavruya zaman ayırır, hiç üşenmeden, yoruldum demeden saatler boyu, uzun uzun yere bağdaş kurarak onunla, tarif edilemez bir zevkle oyunlar oynardı. Kızcağızı hiç yalnız bırakmaz, nereye gitse beraberinde götürürdü.
Beyhan Hanım, on bir yaşına geldiğinde, aklının ermediği bir şekilde, halasının gözler önünde yere yığılıp hareketsiz kaldığına şahit olmuştu. O talihsiz günü ve onu, pare pare yıkan acısını, babasının ölümünde ruhunu kıskıvrak saran ve sıktıkça boğan karabasanlar gibi, bir daha hiç unutamayacak, aklından söküp atamayacaktı. Artık, kalp kriziyle genç yaşta yaşama veda eden halasının narin boynuna, ebediyen sarılamayacaktı.
İçine işleyen derin elemi, minik cüssesini aşan çocukcağız, kısa bir süre içinde teyzesinin yanına gönderildi. Teyzesi de halası kadar sevecen ve yumuşak huylu bir kadındı. Üstelik resimlerdeki anneciğine çok benziyordu. Onun çocuklarıyla güzel bir bağ kuran Beyhan Hanım, sevildiğini hissetmeye başlamıştı. Art arda tükenen yıllar, saf yüreğinin kavrulmuş yarasını, umuttan çiçeklerle bezeyerek canlandırıyor gibiydi. Beyhan Hanım’ın eğitim yılları ve hayatı, on altı yaşında evlendirilene kadar böylece sürüp gitti.
Beyhan Hanım, balçığa bulanmış albümü kucağına aldı. Resimleri ve sıralarını tek tek hatırlamaya çalıştı. Acıdır ki, hiçbirinden ümit yoktu. Ne annesi, ne babasından eser kalmıştı. Birden zihninde çakan bir şimşekle sarsıldı! Anne ve babasının evlilik resmini o, buraya hiçbir zaman koymamıştı ki! Canından çok sevdiği o resim, her zaman yastığının altında, bir naylon içinde saklı dururdu. Yerinden enerji şoku yemiş gibi aniden fırladı! Damadının kollarına iki yandan yapıştı. Onu, kalan gücüyle sarsarak haykırıyordu: “Anne ve babamın resmi bunların içinde değildi!” Durmadan, usanmadan, kendinden geçmiş, aynı cümleyi tekrarlıyordu. Herkes onu teskin etmeye çalışsa da, söylenenlere o aldırış etmiyor, çaresizce oraya buraya saldırarak çamurları deşeliyordu. Baktılar ki olacak gibi değil, hiç ümitleri olmadığı halde, sırf onu rahatlatabilmek ve onu yalnız bırakmamak için hep birlikte evi, bahçeyi, kumsalı, karış karış yeniden taramaya başladılar. Bu, kum içinde iğne aramak gibi bir şeydi.
Birkaç saat sonra evin önünde, eşelediği yerde, kızının eline bir şey takıldı. Onu çekti, çıkardı. Kat kat çamura bulanmış bir levha gibiydi. Havaya kaldırıp biraz silkeledi, balçık sıyrılamadı. Beyhan Hanım’ın kızı Nüket’in elindeki bez, hayli çamurluydu. Temiz bir başka paçavra istedi eşinden. Eşi koşarak yanına kocaman bir parça ile geldi. Beraberce silmeye koyuldular. Sebatla kat kat çamuru sıyırdıkça naylona benzeyen bir şeyin ucu göründü alttan. Ne olduğunu tam anlayamadıklarından ortalığı vaveylaya vermemek için sessiz kalsalar da durumları dikkat çekmiş, herkes başlarına üşüşmüştü. Titizlikle, ciddiyetle ve yeni, temiz örtüler arasında bulduklarını, özenle arındırmaya devam ettiler. Evet! Bu bir naylona benziyordu. İyice anlamak için şevke gelip onun ne olduğunu ortaya çıkarmaya azami dikkat ettiler.
Beyhan Hanım’ın yüreği ağzına gelmişti! Son bir umutla, bakışlarını o şüpheli nesneye kilitlemiş, “ne olur Allahım! Bunca yıkım içinde tek bir parça, anne ve babacığımdan yadigâr kalabilseydi bari!” diye inliyor, gözyaşlarına boğuluyordu.Temizlenerek ortaya çıkan, tam tamına bir naylondu. İçinde ince bir şey vardı ama fark edilemiyordu. Çamur naylonun içine, az da olsa sızmış, görüntüyü maskelemiş, katları birbirine, sıkıca yapıştırmıştı. Ne yapsalar arasını bir türlü açamıyorlardı. “Güvenli bir yerinden keselim,” dediler. Endişelenseler de el yordamıyla içindekinin sınırlarını belirleyerek naylonu, yavaşça babalarının cebindeki çakıyla deldiler. Kesik yerini parmakları ve tırnaklarıyla çamurdan bertaraf etmeye çabaladılar. Usul usul naylonun dibine doğru uzandılar ve nesneyi çekeleyip çıkardılar. Tertemiz, kuru bir bezle itina ile güzelce, tekrar tekrar sildiler. Gözlerine inanamıyorlardı! Herkes çığlık çığlığaydı! “Tanrım! Bu bir mucize miydi?” İşte annesi ve babası, nur gibi güzellikleri ve sonsuza açılan eşsiz sevgileriyle yeniden kızlarına umutla bakıyordu! Resme kadar az yürüyen ve temizlenebilen çamurun altından, Beyhan Hanım’ın umutları, onu yaşamda tutan hayalleri, tüm aileye hayat veren bir güneş gibi yeniden doğuyordu!
Ayşe Yarman Öztekin
Silivri’deki sel felaketinde, yaşanmış bir öyküdür.
’An Akar Zaman Kayar’ 2012
YORUMLAR
Doğal afetler deprem, sel, yangın, heyelan, çığ vs... Hepsi de birbirinden kötü.
Rabbim hiç kimsenin başına vermesin. Ama bu dünyada yaşadığımız müddetçe,
görmemek, yaşamamak mümkün değil...
Öyküye başlarken, eşsiz manzara ve çiçeklerin kokusuyla,
kahvaltı masasındaydım sanki. Sonra selde kurtulmaya çalıştım.
Yani öykünün içinde buldum kendimi.
Bütün afet olaylarında derin yaralar alan herkese geçmiş olsun diyorum.
Yüreğinize sağlık. Sevgilerimle