- 1141 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
MEMLEKET RESSAMI
esin tarihimiz boyunca pek çok büyük sanatçının ’ ekolleri ’ oluştu. Nice ressamın sergisini gezerken ’İbrahim Çallı gibi, Nurullah Berk gibi, Nuri İyem gibi dedik...
’ Balaban gibi ’ sözü çıkamadı ağzımızdan. Çünkü onun resmi tam anlamıyla ’ Balabanca ’ dır.
İbrahim Balaban , Nazım Hikmet’ in hapisane de bulup yetiştirdiği bir ressam.
Balaban en çok Ana ve oğul resimleri yapmayı sever. Bunun sebebini de bir anısında şöyle anlatır:
’ Anam beni doğurduğu zaman babalarımız düşmanları kovalıyormuş. Yunanlıların şerrinden dağlara kaçmışlar. İşte o zaman ben kundaktaymışım. İri ve ağır olduğumu söyler durur anam. Öylesine ağlayıp bağırıyormuşum ki, anamın gizlendiği topluluk beni atmayı salık vermiş. Eşeklerin ağzını bağlayıp susturabildikleri halde beni susturmak mümkün değilmiş. Bunun tek çaresi beni uçurumdan atmakmış. Anam diretmiş, uçurumdan atmamış. Ana ve çocuk resimleri yapışım işte bundan gelir. ’
Delikanlılığa adım attığında, hayatın ağır yükünü omuzlarında hisseder Balaban. Babasıyla
koyun besiciliği yaparak başlae işe...Fakat kötü talih onu bu işte de rahat koymayacaktır:
’ Yıl 1937. On altı yaşımda ya varım, ya yokum. Kendi malımızı satalım dedik. Dağ başında
koca bir in. Kar yağdığı zaman iki bin koyun alırmış içerisi. İçeriye girmiştik , işe yeni başlamıştık. Gecenin içinden bir silah patladı. Bütün dağlar bu sesi aldı ve verdi. Bir,bir
daha, elli silah birden patladı. Bu çemberi yarıp da kurtulmak hüner değildi, çünkü bizde de silah vardı.’
Silahların patladığı bu çatışmadan on altı yaşında bir cinayet zanlısı olarak çıkar İbrahim. Sonra tutuklanma ve hapisane vardır sırada.
Ne var ki, hapisane bir ceza yeri değil, bir okul olacaktır Balaban’ a. Çünkü hapisane de
herkesin saygı duyduğu bir isimle tanışır: ’ Nazım Hikmet’ !..
Nazım Hikmet, İbrahim’ e usta olur ve onu resim sanatında eğitir. Hapisane de yetiştirdiği onca ünlü insandan sonra İbrahim Balaban’ da onun okulundan mezun olur.
Usta ve çırak bu iki güzel insanı saygıyla selamlıyor, sizleri ustanın çırağına yazdığı
’ Mapusane Kapısı Tablosu ’ adlı şiiriyle başbaşa bırakıyorum:
Altı kadın vardı demir kapının önünde
Beşi toprağa oturmuş,ayakta biri ;
Sekiz çocuk vardı demir kapının önünde
Besbelli henüz öğrenmemişler gülmeyi.
Altı kadın vardı demir kapının önünde,
Ayakları sabırlı, ellerinde keder,
Sekiz çocuk vardı demir kapının önünde,
Cin gibi bakıyor kundaktakiler.
Altı kadın vardı demir kapının önünde,
Sımsıkı gizlemişler saçlarını,
Sekiz çocuk vardı demir kapının önünde,
Biri kavuşturmuş avuçlarını.
Bir jandarma vardı demir kapının önünde,
Ne dost, ne düşman, nöbet uzun, hava sıcak.
Bir beygir vardı demir kapının önünde,
Burnu kara, tüyü sarı,
Kamış sepetlerde yeşil biber vardı,
Torbalarda kömür, heybelerde soğan, sarmısak.
Altı kadın vardı demir kapının önünde
Ve demir kapının ardında beş yüz erkek vardı efendim;
Altı kadından biri sen değildin, ama
Beş yüz erkekten biri bendim.
YORUMLAR
Memleket Ressamı İbrahim Balaban'ı anlatmış Çetin Altungüneş Bey, çok da güzel anlatmış. İlk defa karşılaştım yazılarıyla, ilgiyle diğerlerine baktım. Neler var neler! Hemen tüm değerlerimiz kalemine yansımış yazarımızın.
Tadımlık hepsi de. Belli bir birikimin ürünleri. Bilmediğimiz, duymadığımız, es geçtiğimiz, bazıları da duyup da unuttuğumuz hayatın içinden şeyler.
Eee?
Çetin Altungüneş yazmış da bunca değerli, öğretici, bilgimizi, genel kültürümüzü artırıcı şeyleri de;
hani nerde yorumlar, nerde bir sözcükle de olsa teşekkür?
Neden buradayız?
Yazıyoruz.
O zaman okumuyorsak okunması gerekenleri, yazmanın espirisi ne?
Okumazsak nasıl yazacağız?
Yerimizde saymaya devam.
Çetin Bey,
Kocaman teşekkürlerimi ve tebriklerimi gönderiyorum size.
saygı ve sevgiyle kalın.