- 1499 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Kardan Taşlar
Gün yüzünü geceye dönmüş, nöbeti devretmeye hazırlanıyordu. Ufuktaki kızıllık sönmeye başladığında gözleri daldı kadının. Uzaklar buğulu camın arkasında göz kırpıyordu. Kadının hafızası daha da uzaklara gitti, hatıralar yırtıldı ve bir sahne canlandı gözlerinin önünde. Camın buğusu gözlerine değdi usulca.
Derin bir nefes çekti, bir müddet tuttuktan sonra sigara dumanı üfler gibi üfledi soluğunu. Havaya kattığı nefesin dili olsaydı zehri andıran bir tadı tarif ederdi herhalde.
-keşke dedi sustu…
Birkaç saniye sonra cümlesini tamamladı fısıltı halinde:
-keşke keşkeler imiz olmasaydı.
Acı bir gülümseme oturdu ağlamaya hazır dudaklarına. Bu temennisi bile keşkelerin insan hayatının olmazsa olmazlarından olduğunu haykırıyordu kabullenmiş bir isyanla birlikte.
Yıllar öncesine gitti, bir hastane odasına. Hüzün ve umutsuzluk kokusunun ilaç kokusuna karıştığı bir oda. Köşede bir yatak, yanında komodin, iki sandalye , bir masa ve iki kişilik bir koltuktan ibaretti odanın eşyaları. Bembeyaz çarşaflar içinde 55-60 yaşlarında bir kadın yatıyordu. Çarşaflar kadar renksiz bir yüz ve o yüze renk veren bitkin, bıkkın ama illa sabırlı bakışların mesken tuttuğu küçük kahverengi gözler. Ve gözlerin derinliklerinde can çekişen yaşama sevinci.
-bugün daha iyi görünüyorsun anne
Dedi ve hasta kadının elini tuttu. Sustular, konuşacak bir şey olmadığından mı konuşmaya cesaretleri olmadığından mı bilemedi genç kadın.
Cep telefonunun sesi bozdu sessizliği, arayan tok bir erkek sesiydi:
-rahatsız ettim Şeyma, nasılsın, annen nasıl?
-teşekkür ederim Celal bey, bugün daha iyi, o iyi olunca ben de iyi oluyorum
-önemli olmasa aramazdım…
Yutkundu telefondaki ses, bir iki saniye sonra:
-Erzurum’da ki anlaşmada bir pürüz çıkmış sadece sen halledebilirsin biletin alındı bu akşam gitmen lazım
-ama nasıl olur efendim biliyorsunuz anneme refakat ediyorum
-biliyorum Şeyma ama başkasını gönderemem sen gitmelisin yarın akşam buradasın
-lütfen Celal Bey Arzu hanım gitse olma…
Sözünü kesti tok sesli patron:
-Arzu Hanım burada değil, konu kapanmıştır sana iyi yolculuklar.
İyi günler diyebildi genç kadın, hayal kırıklığının gölgesinde titreyen sesiyle.
Annesinin elini tuttu yine, gözlerine hücum eden yaşları zaptetmekte zorlanıyordu ama ağlamamalıydı, ağlarsa annesi daha çok üzülürdü.
-gitmem lazım anne yarın akşam buradayım.
* * *
Erzurum’da kar yağıyordu. Otelin lobisinde lapa lapa yağan karı seyrederken çocukluğunu düşündü. Ne kadar çok severdi kar yağan kış günlerini. Havada uçuşan her tane bambaşka şekillere bürünürdü hayalinde. Kah peri kızı olurlardı ellerinde sihirli değnekleriyle, kah kırmızı balonlar, kah rengarenk şekerlemeler. Elleri dua eder gibi açık, başı havada döner dururdu yakalamak için kar tanelerini. Huşu içinde dönen semazenler misali.
Bu huşulu dönüşü annesinin biraz kızgın, biraz kaygılı ama sevgi dolu sesi bozardı:
-Şeymaaa hadi gel artık çok üşüdün.
Lobi kalabalıktı cıvıl cıvıldı insanlar. Şeyma üzgün, sinirli bir şekilde kahvesini yudumluyordu. İlk defa karın yağması sevindirmemişti onu. Küçük bir kızken çeşitli şekillere bürünen o sihirli tanecikler şimdi kocaman bir taş oluyor ve düştüğü her yerden beynini uğuldatan sesler çıkarıyordu
Pat pat pat pat pat…
En çok yüreğini acıtıyordu, yüreğini eziyordu kardan taşlar…
Hava muhalefeti nedeniyle uçak seferleri iptal edilmişti. Dönmeyi düşündüğü gün dönemedi İstanbul’a. İki gün sonra kalkabildi uçaklar.
Annesinin yoğun bakıma kaldırıldığını söylememişlerdi. Uçaktan iner inmez hastanede aldı soluğu. Yoğun bakımın önünde dondu kaldı. Karda yağmıyordu ama yüreğine kocaman taşlar dokunuyor, ruhunun duvarlarını yıkıyordu sesler…
Hastanın yemeğini götüren hemşireye rica etti:
-yemeğini ben yedirebilir miyim?
Bıraktığı gibi bulamadı hasta kadını. Bir bebek gibi bezlemişlerdi.. En çok elleri değişmişti annesinin. O kuru elleri gitmiş yerine şişmiş kocaman eller gelmişti.
Bu eller değildi saçlarını ören, elini okşayan, yemek yapan, yufka açan. Eskiler yerini yenilere bırakmıştı yine, eskilerin yenilere direnme hakkı yoktu ki.
Bilinci gidip geliyordu.
Bir ara annesi konuştu:
-babana söyle beni eve götürsün, bunlar hep ajan kötülük yapıyorlar bana.
Ne eve gidebildi hasta kadın ne de o ajanların kim olduğunu söyleyebildi...
Şeyma’nın annesine yedirdiği son yemek oldu bu ve son görüşü…
* * *
İyice solan gün kızıllığını siyaha bürüdü. Kadının buğulanan gözleri isyan ediyordu artık, yanakları o isyan meşalesiyle ıslandı.
“keşke” dedi titreyen sesiyle:
-keşke sana biraz daha hizmet edebilseydim
- keşke hastane odasında da olsa, ilaç kokusuna karışmış olsa da anne kokusunu biraz daha içime çekseydim
- keşke seni bırakıp gitmeseydim anne
-keşke çok istediğim halde asla söyleyemediğim o iki kelimeyi gözlerine bakarak söyleseydim…
Sustu ama yüreği avaz avaz bağırıyordu
“seni seviyorum, çok seviyorum anne”
Perdeyi çekti, karanlığı görmek istemiyordu. İçindeki karanlığın perdesini çok aramasına rağmen bulamamıştı henüz.
Başka keşkeler doğurmadan pişmanlığın rahmi, karanlığın perdesine gebe kalmalıydı zaman.