- 724 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Namuslu
Kemerli taş köprünün üstündeyim. Uzak bir ülkede… Bildiğim, ya da hiç bilemediğim bir yerde. Ellerim korkuluklarında, dikilmişim yarı kambur; iç dünyamda kendi kendimle. Bakışlarımsa uzak yakın ötelerde… Seyreyliyorum. Manalı veya manasız. Eh işte, anlatılması güç biçimde...
Köprünün altından küçük bir dere geçiyordu. Çok temiz suyu, kayalara, yarlara çarptıkça ak köpükler çıkararak şırıldayıp akıyordu. Dağdan gelip düze giderken, kaya altı yerlerde oluşan küçük gölcüklerde sarı, yeşil, pembe benekli balıklar vardı. Bir dalıp bir çıkıyorlar, hoplayıp zıplayıp oynuyorlardı. Yanlarında uzun bacaklı leylekler, kara kara ördekler, koca cüsseli kazlar vardı. Gözlerini kaşıyan kurbağalar, vızıldayan sinekler, çalışkan arılar, atom karıncalar, uğurlu böcekler, uçuşan ömürsüz kelebekler...
Ulu servinin dallarındaki vıcır vıcır serçeler ötüşüp durmaktaydı. İpi kopmuş uçurtma gibi savrulup uçan kırlangıçlar, söğüt yaprakları arasında öpüşüp koklaşan kumrular, kargalar, saksağanlar…
Düş dünyasının orasında, düş hayatın ortasındaydım sanki. Orada iki zaman arasında, dar bir alanda yaşamaktaydım. Zamansız, mekânsız, kavramsız… Ve ayrımsız, gayrımsız… Veya anlamsız, manasız…
Seyreylerken dalmışım. “Merhaba!” diyen bir sesle uyanıp düş dünyamdan ayrıldım. Baktım, hemen dibimde birisi. Hem de bildik birisi. Tanıyordum onu. Evet, tanıyordum. Adı Namuslu’ydu, hemen hatırladım. Gözlerim gülümsedi, yüzümün gevşedi; kendime geldi kendim, aklım da beynime yerleşti.
“Merhaba!” dedim. Ama bir hüzün vardı gözlerinde. Yüzü düşmüştü sanki. Canı oldukça sıkkın, bir derdi var gibiydi. Ben öyle sanmıştım. Belki de yanılmaktaydım.
Yüzüme bakıp; “bi maruzatım vardı…” dedi, “desem dinler misin?” Gözlerinde mahmurluk... Garip gibiydi sanki. Titreyen sesinden anladım, hali iyi değildi. Pek hüzünlüydü. Yani tuhaf bir durumu vardı. Zaten kendisi, şimdiden değil zaman öncesinden tanıdığımdı.
“Hayırdır Namuslu!” dedim, “dinlerim tabii. O nasıl söz?”
“Kahvedeydik…” diye başladı Namuslu, sonra anlattı. “Numaralı taşları dizdik durduk tahta istekaya. Sonra yıktık, dağıtık, serdik kadife örtülü masaya. Dize, boza, yaya, toplaya okey oynadık arkadaşlarla. Söve, saya oyalandık, değersiz ömrümüzden biraz daha çaldık. Akşama işe gidecektim. Gece vardiyasına. Oyun bitmişti ama daha erkendi. Gün, henüz ufkuna gitmemişti. Biraz gazete okuyayım istedim. Bakayım kim ölmüş, kim kalmış. Kim, nasıl yaşamış, ölüp nalları diken ne miras bırakmış. Baktım, baktım, baktım. Çalan çalmış, çalmış çalmış utanmamış; güle oynaya yaşamış. Çalmayan naçar kalmış, sersefil yaşamış. İşte, bildik hikâye… Ne olacaktı abi, burası Durkiye! Yani bildiğimiz, tanıdığımız bir ülke… Gün kavuşsun, akşam olsun diye bekliyordum. Sonra eve gidecektim, yemek yiyecektim. Gececiyim ya, yatıp biraz da dinlenecektim. O niyetteydim ki, telefonum zırlayıp çaldı. Açtım, kulağıma dayadım. Alo diyecektim tam, konuşamadım, sustum kaldım. Bir bayan mikrofonda; noktasız, virgülsüz konuşmaktaydı…”
“Ee, ne var bunda?”
“Önce birkaç satır konuştu. Ne konuştuğunu anlayamadım. Lafa karıştım arada, alo filan yaptım. Duydu beni. Tele değildi belli, kanlı canlıydı sesi. O da alo dedi. Alo Namuslu Bey! Buyur bayan, benim. Soyadınız Karabaşoğlu mu? Evet dedim. Evet deyince sesi yükseldi birden. Heyecan verici, tetikleyiciydi. Sanki gülümser gibiydi yüzü, neşeli mi neşeliydi. Tebrikler Namuslu Bey, kutlarım sizi dedi. Anlayamadım, şaşırdım. Anlayamadım bayan dedim. Devam etti. Dedi; operatörümüz durkicelin on yedinci senesi. Siz de Durkiye Cumhuriyetindeki on yedinci müşterisi… Tebrikler efendim, kutlarım sizi! Tebrik ederim diyordu, kutlarım diyordu durmadan. Heyecanlandım ister istemez. Anlatsan da bilsek, dedim. Sonra anlattı. Bir sürprizleri varmış. Hem, küçük müçük değilmiş bu, kocaman mı kocamanmış. Görünce utkum tutulacakmış. Neydi sürpriz dediği? Bir kese altın mıydı acaba, ya da bir tomar para mı?”
“Ee?”
“Abi, biliyorsun…” dedi, “sen biliyorsun. Değil bugünden, ta zaman öncesinden… Biliyorsun, yıllardır çalışıyorum. Çalışıp çabalıyorum. Namusumla. Ama az kazanıyorum. Bir adım ilerleyemedim kahrolası yolda. Yerinde bile kalamadım biliyorsun; hep geriye, hep geriye saydım. Fakir oğlu fakirdim zaten, iyice fukara kaldım. Zor be abi! Paranın mına koyum ama biliyorsun yoksulluk da çok zor. Kızı okutamadım. Küstü bana. Sonra kızdı, kaçtı bir çulsuza. Oğlanı sorma! Onu da okutamadım. Fakir babasına kızamadı ama gitmiş yalvarmış anasına. Zavallı anası ne yapsın! Ağlasın ağlasın da çileli başını hangi taşlara çalsın. Sürpriz demişti telefondaki kadın. Tebrikler demişti. Hem de kutlarım demişti. Çekiliş yapmışlarmış da bana çıkmışmış. Yok, yok… Çekiliş filan değil, öyle tesadüfü denk gelmişmiş de şans banaymış. Şans be abi! Piyango olamaz mıydı? Şans bu, bana vuramaz mıydı?”
“Ee?”
“Şu an neredesin dedi. Söyledim. Hemen kalk dedi bana. Dedi, ne duruyorsun hala? On yedi dere geçmeliymişim, on yedinci tepeye gitmeliymişim. Ve hemen. Hiç beklemeyip hemen gitmeliymişim. Sabahı filan beklememeden… İyi de, ben işçiyim. İşim gücüm var, çalışan bir kimseyim. Hemen nasıl giderim. Her şeyi ayarlamışlar. Telefon açmışlar Satılmış ağaya, izin almışlar bana…”
“Ee?”
“Adresi verdi, yolu tarif etti. Eve haber vermedim. Karıma söylemedim. İzin almışlardı ya Satılmış ağadan; bu gece işe de gitmeyecektim. Hemen koyuldum yola. On yedi dere geçtim, on yedinci tepeye geldim. Söylediği gibi büyük bir han vardı. Han çok yüksekti. Saydım, tam yedi kat üst üsteydi. Kocaman bir kapısı vardı ve tamamı camdı. Ne yapacağımı biliyordum. Bekçi zebaniye selam çaktım, hemen içeri daldım. Görünürlerde kimseler yoktu. Koca han sanki bomboştu. Koşa koşa çıkmaya başladım. Merdivenlerde de kimseyle karşılaşmadım. Bir kat çıktım, iki kat çıktım, üç kat çıktım. Çıktım babam çıktım; sonunda on yedinciye vardım. Orası bambaşkaydı. Aşağı katlardan çok farklıydı…”
“Sonra?”
“On yedi numaralı odaya gideceksin demişti telefondaki. Baktım, oda koridorun en sonundaydı. Yürüdüm gittim. Kapısı kapalıydı. Zili çalmadım nedense, elimle tık tık yaptım. Açıldı hemen, birisi çıktı içinden. İri kıyım biri… Başı kocamandı. Kocabaşında kısacık boynuzları vardı. Sivri kulakları, keçi sakalları, arkasında da kalkık kuyruğu vardı. Kara değildi gözleri, kanlı kanlıydı...”
“Keçi adam!”
“Yüzüme şöyle bir baktı. Anladım, beni tanıdı. Çünkü telefondaki böyle anlatılmıştı. Buyur Namuslu Bey dedi. Çok kibardı. Sesi de tatlı mı tatlıydı. Adı, Arsız Çolakoğlu imiş. Kendisi müşteri temsilcisiymiş. Bana öyle dedi. Kapıda beklemedik, hemen girdik içeri. Gözlerine inanamazsın, orası müthiş bir yerdi. O, geçti masanın öbür yanına, ben de oturdum ceylan derisi koltuğa. İçim tir tir titriyordu. Yüreğim güm güm ediyordu. Heyecanım had safhada... Yorulmuştum hem. Kolay mı; tam on yedi dere geçmiş, on yedinci tepeye gelmiştim. Kolay mı? Kanadım yoktu çırpayım, arabam yoktu gazlayım. Yürüye yürüye zar zor gelmiştim. Kalın bir puro çıkardı, altın çakmakla yaktı. Bir tane de bana uzattı. Sonra birisini çağırdı yan taraftan, bize viski ısmarladı. Sürpriz, sürpriz diyordum içimden. Puro tüttürmeye, kafa çekmeye mi geldim ta buraya…”
“Ee?”
“Tamam, dedi. Birkaç tüttür. Biraz da viski al. Heyecanın yatışsın biraz. Şöyle bir rahatla. İyi dedim…”
“Ee?”
“Çok beklemedik orada. Eliyle işaret etti, pembe boyalı kapıyı gösterdi. Tamam, artık gidebilirsin dedi. Gidip girebilirsin, çünkü orası senin. Sürpriz… Ya sürpriz, ya sürpriz? O, bahsini ettikleri şey neydi ki? Kendisi içerde dedi. Hazırlandı, süslendi. Seni bekliyor. Hadi bekletme daha, giriver içeri…”
“Sonra…”
“Heyecanlıydım. Aslında biraz da korkmaktaydım. Gittim tabii. Başka ne yapabilirdim ki? Çarpıp kapıyı çıksa mıydım? On yedi katı inip, gerisin geri kaçsa mıydım? Gelmiştim ta buralara, bir umut adına. On yedi dere aşsaydım; gene eski tas, eski hamam mı olsaydım? İşte sürpriz içerdeydi. Arsız Çakaloğlu demişti, sabırsızlıkla beni beklemekteydi. Kese kese altın mı vardı içerde acaba? Ya da tomar tomar para… Ama süslenmiş, püslenmiş! Aklım dank etti o zaman, acaba bu ne demekti…”
“Ne demekti?”
“Pembe kapılı odanın içi pembeydi. Duvarları pembe pembeydi. Yerdeki halılar, kilimler, şilteler pembeydi. Koltuklar, kanepeler, masa, sandalye, tabureler pembeydi. Yataklar pembe, yorganlar pembe, her yer, her şey tozpembeydi. Bu yüzden adı, pembe odaydı. Pembe odada bir kız vardı, beni o karşıladı. İşte o zaman içimde bir şeyler kıpırdadı, geçkin yüreğim tık tık yaptı…”
“Neden?”
“Adı, Arya Mastik’miş. On yedisindeymiş. Şirketin en genciymiş. Müşteri hizmetlisiymiş. Tuttu elimden, gel dedi. Beni kendine çekti. Tülden ince giysileri süt mavisiydi. Çıplakmış gibi her yerini görebiliyordum. İnip kalkan gerdanı, iri ve diri elmaları, omuzları, kolları… İncecik beli vardı, geniş kalçaları. Uzun ve düzgün bacakları… Sarı ipek saçları güneş halesi, kocaman gözleri deniz mavisi… Yanakları elma gibi, al aldı. Arya değil huriydi adı. Melekti sanki. Cennetten gelmiş, tüldendi kanatları…”
“Hey Namuslu! Keçi değilmiş o. İblismiş, boynuzlu ve sivri kulaklı…”
“Sonra, tuttu elimden. Baktım, elleri küçücüktü. Teni yumuşacıktı ve sıcacıktı. Ciğerimi yaktı…”
“Ah be Namuslu! Bilmedin mi? İblisin dişisiymiş o, huri filan değilmiş…”
“Pembe yatak alımlı mı alımlıydı. Krallara, padişahlara layık… Aldı beni oraya taşıdı. Çekti usulca, üstüne yatırdı. Yanakları elma gibiydi, al al. Dili şerbetti, dudakları bal. Kor ateşlerden yaratılmış sanki, alev alev yanmaktaydı. Sarıldı boynuma; sevdi, öptü, kokladı. Yandım kül oldum oracıkta, sonra dünyam karardı…”
“Ah be Namuslu!”
“Çil çil altın yoktu orada. Tomar tomar da para… Bir kız sundular bana. Oturmuşlar seyretmişler. Gitti namus deyip deyip gülmüşler, eğlenmişler. Bir de filme çekmişler; eşe dosta göndermişler. Üstüne de not düşmüşler zarfın, görün namusluyu demişler…”
“Ah be namuslu!”
“Dönüp eve gelemedim. Eşe dosta ne derdim abi! Yirmi bir yıllık karıma, saçlı, sakallı oğluma, gelinlik giyememiş kızıma ne derdim. Ne derdim abi! Kaçtım. Tam on yedi dere, on yedi dağ aştım. On yedi günün sonunda çöl bir yere ulaştım. Kırda, bayırda dolaştım. Aç, susuz kaldım. On yedi gün öyle yaşadım…”
“Sonra?”
“Aç, susuz yaşanır mı abi? Arsız, namussuz da yaşanmaz ama… Ölmek zordu be abi! Hadi öleyim deyince yatıp ölünmüyor ki insan. Öyle kolay ölünmüyor ki! Ölmedim, yaşadım ben de. Ve karar verdim sonra, ne olacaksa olsun deyip kalktım geldim evime…”
“Ee…”
“Ben çoban köpeğiydim abi! Dağda, bayırda, yazıda, yabanda koyun, kuzu güderdim. Telefon gelmişti ya o gece, hani gitmemiştim işe. Sonra utanmıştım yaptığımdan da kaçmıştım ıssız bir çöle. Hani mecnun olmuştum orada; kalmıştım kırk gündüz, kırk bir de gece…”
“Ee?”
“Yokluğumda koyunlar çobansız kalmış. Çobansız hayvanları da kurt kapmış. Bu yüzden işsiz kalmışım abi, ağa beni işten çıkarmış. Zaten yoksul oğlu yoksuldum. Belki diye diye para, pul peşinden koşmuştum. Adımı başka koysunlar ne çıkar. Namuslu dediler de ne oldu? Dost düşman gülse, sırıtsa, alay etse ne çıkar. Karım isterse yanıma yatmasın. Varsın oğul yüzüme bakmasın. Çilli kızım susmasın ağlasın. Her şeye razıydım ama pirince giderken evdeki bulgurdan olmuştum abi, ben ne yapacaktım.”
“İşsiz kaldım diyorsun da… Hani işe gidecektim demiştin az önce bana. Hem de bu akşam demiştin, gece vardiyasına…”
“El etek öptüm. Ağladım, ağladım, ağladım. Özür diledim, af istedim. Kandım kansız bir şeytana dedim, aldandım yanıldım. Çok pişmanım şimdi, bir daha asla dedim. Kırk gün, kırk gece yalvardım Satılmış ağaya. Hem de Satı anaya… Eski göz ağrısıydım ya, kıyamadı bana. İşe geri aldı. Lakin zor bir şartı vardı…”
“Nasıl? Zararını mı karşılattı?”
“Ne zararı?”
“Hani işe gitmemiştin o gece! Hani koyunları kurtlar yemişti…”
“Bundan sonra hep gece çalışacaksın dedi. Hep gece, hep gece… Yedi sene oldu abi, gündüzüm gecelere karıştı. Bir maruzatım var demiştim ya…”
“Ee?”
“Anlatsam dinler misin demiştim ya…”
“Ee?”
“Hani gitsen, rica etsen… Çektiği yeter, artık affetsen şunu desen…”
“Kime?”
“Satılmış ağaya.”
“Kim ki o? Ben tanır mıyım?”
“Arkadaşmışsınız çok zaman öncesinde. Çocukluk günlerinizde. O zaman Satılmış Ağaoğlu değilmiş adı, Sadık Çulsuz’muş. Nasıl tanımazsın! Sen okumuş memur olmuşsun. Babası fakirmiş çok, onu okutamamış. O da burada kalıp ticarete atılmış. Bire almış, üçe satmış. Üçe almış, beşe satmış. Beşe aldığını yediye… Böyle böyle çok kazanmış. Kazandıkça malına mal katmış. On yedi hayvanını yüz yedi yapmış. Yüz yediyi bin yedi yapmış. Bin yediyi yedi bin yedi… Zenginledikçe zenginlemiş. Zenginleyince çulsuzluğu silmiş nüfusundan, soyadını Ağaoğlu yapmış. Sadık olan adını da Satılmış…”
“Vah Namuslu vah!”
Uzak değil yakın bir ülkede. Bilinmedik değil, tanıdık bir yerde. Şırıl şırıl değil, boz bulanık akan bir dere. Ve taş kemerli değildi köprü, bildiğimiz betonarme. Ben de üzerinde…
Kirli derenin boyunda çok yaşlı bir köpek vardı. Pis çöpler içinde etsiz çomak aramaktaydı. Dalmış gitmişim seyreylerken. Böyle düşler içindeyken küçük bir çocuk geldi yanıma. Usulca fısıldadı kulağıma. Çöplükteki o yaşlı köpek, eskiden çalışkan bir çoban köpeğiymiş. Dağlarda, yaylalarda koyun, kuzu güdermiş. Sahibi de ona, Namuslu dermiş…
Ne geçmişte, ne gelecekte; ikisi arası dar bir yerde… Araf mı burası namuslu; vah bize be!
Mart/2011-Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.