UMUDUMUZA DOKUNDURTMAYALIM!
Alevi ve ateşi bol bir güze girdik. Bir yanda her alanda kontrolü eline geçiren ve anayasayı da kendi istemlerine göre düzenlemeye çalışan AKP diktası, diğer yanda, AKP’nin yüksek bir oyla iktidara gelişi karşısında susan, bu suskunluğunu ateşle, kanla bozmaya çalışan militarizm. Ve öbür yanda Güneydoğu’da durmamacasına akan kanlar, gazete satarken polis kurşunuyla vurulan gençler… İktidarıyla, muhalefetiyle, medyasıyla tezkere ve savaş çığırtkanlığı almış başını gidiyor… Sendikalar kapatılıyor… İşçiler ve kamu emekçileri sendika değiştirmeye zorlanıyor. Grevler polis baskısı altında……
İç açıcı olmayan bu görünüm karşısında, uçurumlarla çevrili bir yol ağzındayız. “Hava kurşun gibi ağır” Mandacı ve mürteci bir akşamındayız günün. Kilitlenmiş kapılarda kaypaklığın parmak izleri var. Düşlerimizi yitirdiğimiz karanlık liman, uçurumların adresini gösteriyor hep.
Tüm değerler haraç mezat satışta. İyimserlik sermayenin bienallerinde satılır oldu. Dostluk, bir kahvehane adı. Barış, çocuğumuzun ya da unuttuğumuz bir sanatçının adı. Sevgi, soyu tükenmiş bir çiçek. Şimdi umudumuza saldırıyorlar. Umudumuzu satışa çıkarma çabasındalar karanlığın şövalyeleri…
Ama gene de içimizi ferah tutmak gerekiyor. Gözlerimiz yaşarmamalı, nerede görülmüş bize veda etmek üzere olan güneşin geri dönmeyeceği. Hiç solar mı birlikte büyüttüğümüz umut gülleri. Sahte sevgilerin ömrü kaç yıl sürer ki?
Ellerimiz ve bakışlarımız titrememeli öyleyse; çıkarmalı yüzümüzü acının kuyularından. Postmodern şehvet, ne kadar liberal maskeler üretip dursa da ve acımasız küstahlığın pençeleri ne değin tokatlasa da yaşamı; incir delip çıkar kayayı. Yine yeşerir elbet sevdalarımız.
Aklımızı almasın bu hayın rüzgâr. Bu bakır rengi gök geçer elbet. Işığın o altın kuşları, tan ufuklarından süzülüp gelir yine. Kederlere batmamak gerek. Böyle sürmez bu ihanet korosu inan! Pembe tomurcuk gibi birden, dağ yamaçlarında patlar bahar.
Sis dağının altındayız çoktandır. Umutsuzluğun ve yılgınlığın mor rengi sıvamış toprakları. Kara bulutlar sarmış evreni. İnsanlık, açlığın ve yoksulluğun zincirlerinde. Acının doruklarında öksüz kalmış yıldızlar. Irmaklar çağlamıyor artık. Nil’in boynu bükük, Volga sarhoş, Dicle Bağdat’ta tutsak.
Bir kara el, soldurmakta güneşini dünyamızın. Hınç ormanlarında barış hançerleniyor acımasızca. Bunları kayda geçmek gerek. Ama ağıt sellerine kaptırmadan kendimizi, umudun köprüsüne tutunmak gerek.
Yüreği umutla ısıtmanın zamanı. Aldatıcı ışıkların tuzağına kapılmadan yürümek gerek. Yolları tıkasa da fırtınanın öfkesi, her dağın kendince bir düşüncesi vardır. Bencil sığınma çukurlarına düşmeden yürümeli. Sabrı ekmeğimiz bilip, yaşamla ölüm arasında, doğanın matematiksel düzenine uyarak yürümeliyiz.
El ele tutuşmak gerek. Kayaların bakışında, doğru olan erimeden; çile koyaklarında pişerek karlı dorukları aşmak gerek. Çünkü, yıldızlar vurunca direncimize, uçurumlar gül kokar ellerimizde. Açmalıyız biz bize dostluğun şanlı yolunu.
Yaşam, kendi özünde saklar bütün gizleri. Onun sonsuzluğuna kaptırmadan kendimizi kapmak gerek yaşamın büyülü gizini. Şimdilik ne kuşkanatlarında bir fırıltı, ne de bir su başında şırıltı var. Önümüzde rüzgâr, tepemizde çığ var. Kuşku yollarında diş biliyor harami çalılar. Mor korkuların hançeri boğazımızda.
Ne kadar keskin olsa da karanlığın baltası, yeter ki usumuz çiçekli olmalı. Soluklanıp derin derin güç katmalıyız gücümüze çam kokulu yaylaların doruklarından. Dönüp de uzun uzun bakmalıyız resimlerine yitirdiklerimizin.
Artık yüreğimizin orta yerinde dolanıversin bir mavi umut. Sabrımızı bir alakilim gibi dokuyalım ıstarlarda. Yalnızlığın hüznünden sıyrılıp umut dağlarından güzel bir geleceğe kuralım barışın ışıklı köprüsünü.