- 780 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
AŞK ÖLÜM VE FİLİSTİN
Aşk Ölüm Ve Filistin
Kar aniden bastırmıştı. Lapa lapa kar yağıyordu Ankara’ya. Numune Hastanesi’nin önünden yokuş aşağı inerken araba kaymaya başladı. Eniştesiyle, amcaoğlunu indirip Dikmen’e doğru yoluna devam etti Ali. Aslında niyeti arabayı park edip günlerdir yoğun bakımda ölüm kalım mücadelesi veren amcakızı Emine ablasının durumunu öğrenmekti. Ablasının çocukları, yeğenleri nerdeyse tüm sülale günlerdir yoğun bakım önünde umutla umutsuzluğun gel gidinde, gözlerdeki umut pırıltıları bir yanıp bir sönerek, çaresizce bekliyorlardı. Ali dayanamamış eniştesini ve ablasının kardeşi amcaoğlunu adeta kollarından sürükleyip Kolej’deki akrabalarının evine götürmüştü. Sabahtır tek lokma geçmedi boğazınızdan diyerek. Diğerleri inatla biz bekleyeceğiz demişlerdi. Kar yağmaya başlayınca, yeni demlenmiş taze çayı bardaklarda bırakarak apar topar hastane yoluna düşmüşlerdi…
Dikmen belalı bir yokuştur. Hele de kar aniden bastırmışsa. Yine de evinden beş yüz metre uzağa kadar arabayı götürmeyi başardı Ali. Sonrası dimdik yokuştu. Çıkması mümkün değildi. Eve yeni girmişti ki, telefon çaldı acı acı. Niyeyse hep öyle derler. Telefon acı acı nasıl çalar! Telefonun acı acı çalıyor gibi gelmesi; acı haber beklentisi içindeki insanın algısıdır sanırım…
Emine ablası ağzı var, dili yok bir kadındı. Büyüklerinin sözünden hiç dışarı çıkmamıştı. Onlar gibi düşünmüş, hatta onların dediğini sevmişti.
Sevmiş miydi? ..Büyükleri kiminle evlen demişlerse,siz bilirsiniz demişti.Kendi istekleri,kendi yüreği hiç önemli olmamıştı.
Önce amcaoğlu Ali’yi önermişlerdi. Sessizce olur demişti. İlkokulu bitirdikten sonra iki yıl boyunca ortaokula yazdırmadığı büyük oğlu Ali:”ben bu kıza ablam diyorum ablam!, siz benimle evlendirmeye kalkıyorsunuz, ben okumak istiyorum, köyde kalmak istemiyorum “diye isyan bayrağını çekince, bir avuç toprağımız bölünmesin, elimizde yetiştirdiğimiz kızımız ele gitmesin diyen feodal mantık ya da mantıksızlık girmişti devreye…Ali’nin küçük kardeşine önermişti aile. O da “ağabiğim gibi ben de okuyacağım” deyince, şimdiki kocasını önermişlerdi. Hiç itiraz etmemişti.
Bu boynu büküklüğü öksüzlüğündendi belki de, daha çocukken yitirmişti babasını. Amcaları kol kanat germiş, kendi çocuklarından ayrı tutmamaya çalışmıştı onları. Aynı evde büyümüşlerdi…
Yokluk yoksulluk ve acılar içinde yoğrulan 66 yıllık çilesini yoğun bakım odasında solunum cihazına verdiği son nefesiyle noktalamıştı ablası. Çeltik ve havuç tarlalarında bir ömür boyu süren ırgatlıklar çürütmüştü böbreğini. Sonra isteklerine hiç önem vermediği, hiç yokmuş gibi davrandığı kalbi iflas etmişti. Sen beni yok saydın ama, bak ben buradaydım dercesine…
Sonra beyni kanamıştı, beni niye hep büyüklerin gibi düşündürdün diyerek o da katılmıştı isyana. Karaciğer enzimleri de tavan yapmıştı, bahtın gibi ben de karayım diye…
Baht mıydı bu… Değildi elbette. Yaşamları şu ölüm, kan ve sömürü kokan zalim düzen tarafından çizilen ülkemin öksüz köy kızlarının bir simgesiydi ablası…
Soğuk bir yer deyince Sibirya gelir çoğumuzun aklına belki de. Oysa dünyanın en soğuk kelimesi “morg”dur. İnsanın sadece kanını değil, hücrelerini, iliğini donduran, yüreği buza kesen, yaşam yalandır dedirten, hiçbir güneşin ısıtamadığı bir soğukluk yayılır morgdan. Sahi güneş girer mi morga!
Cenazeyi almışlar 100 km ötedeki ilçeye götürmüşlerdi. Bir sonraki gün 30 km uzaklıktaki köyünde toprağa verilecekti.
Vasiyet etmişti” beni Koca ana’mın yanına gömün diye. Amcasının karısına tüm köylü gibi o da Koca ana derdi. Belki de tek sırdaşı, yüreğini tek bilen insan koca anasıydı. Hiç çocuğu olmayan Koca Ana, sevgi dolu bir kadındı. Tüm çocukların, tüm köylünün anası.
KOCA ANA
Acılardan süzülmüş acıydın
Tarlada ağarmış arpa gibi ihtiyarladın
Koskoca köyde yoktu başka bir kadın
Tüm köylünün ana dediği
Ve altmışında bile gözlerinin içi çiçekli bir dal gibi gülen
Başkaları adına utanıp susarak
Nice gerçekleri mezarına götüren
Yoksulluğun törpülediği ömrü
Kaç yıl kısalttı acıların
Bırakıp gittin
Sevgiyle ışıldayan gözlerini
Yazdım mezar taşına:
Kocana,
Senden öğrendik sevmeyi
Acılar, sevdalar, üzüntüler, gözünü karartıyor insanın. Bundandır herhalde yiğit dediğin deli olur demeleri. Ali alelacele aldığı kış lastiklerini arabasına taktırıp gözünü karartıp vurmuştu yollara tek başına.Yüz kilometrelik yol boyunca kar yağıyordu. Gözün alabildiği tüm uzaklıklarda aralıksız, yoğun, aynı tempoda gökyüzünden aşağı beyaz tomurcuklar iniyor. Kar yağıyordu lapa lapa. Gece ve kar iki sevdalı gibi buluşup, görkemli bir güzellik yaratmışlardı. Siyahın ve beyazın, karanlık ve aydınlığın kucaklaşmasıydı bu. Tüm dikkati bomboş yoldaydı. Deli olan bu havada yola çıkmaz demişlerdi. Oysa tam tersini düşünmüştü. Güzel havalarda herkes gider. Önemli olan böyle havalarda gidebilmek sevdiklerine. Onların yanında olabilmek, acılarını paylaşmak için karda tipide düşmüştü yollara.
Kendinden başka hiç kimseyi tehlikeye atamazdı. Annesinin ve kardeşlerinin ısrarı karşısında, gözlerinin içine baka baka yalan söylemişti, yalandan nefret ettiği halde, “tamam gitmem “demişti. Sevgisiydi yalan söylemesinin nedeni. Sevgi yalan söyletir mi? İnsan sevdiklerini düşünerek de yalan söyler bazen. Ya peşine takılacaklar ya da gitmemesi için baskı yapacaklardı. Dinlemeyip gitse bile endişe içinde bekleyeceklerdi. Onları endişe içinde bırakmak istememişti.
Ömrünün en tehlikeli ve en romantik yolculuğunu yapıyordu Ali. Tehlike umurunda değildi. Göze almıştı her şeyi. Uçarsak uçarız be kızım! Diyordu, arabasının direksiyona vurarak, uçmak bile güzel olur seninle. Kar öyle güzel yağıyordu ki, kar aydınlığı öyle güzeldi ki, adeta büyüleyen, içine çeken, sarıp sarmalayan bir güzellik kaplamıştı bomboş yolu. Uzun farları da yakınca eşsiz bir güzellik çıkmıştı ortaya. Hız arttıkça karlar yatay uçarak kendisine doğru geliyordu tomurcuk tomurcuk…Pamuk pamuk…Bu pamuk kelimesine gülümsedi Ali…Pamuk kızın hayali gülümsüyordu pamuk karlar arasından…
Yolun kıyısında durdurduğu arabasından inip bir sigara yaktı. Doğayı kaplayan aklığa hayranlıkla baktı.Doğayla bütünleşmek ne güzel diye düşündü.İliklerine işleyen soğuğu duymuyordu bile. Ablasının babası İbrahim amcası düştü aklına. O kurttan kuştan, ölümden bile korkmayan, pekmezi tasla içtiği için,”Bekmez” diye anılan o cesur adam, yolda düşürdüğü bir para çıkını uğruna donarak ölmüştü. Katırları arkadaşına emanet edip geri dönmüş, para çıkınını bulduktan sonra başlayan tipide yolunu yitirmiş. Yarı beline kadar çuvalın içine girip, uzanıvermişti bir çam ağacının dibine. O cesur ve cahil adam, tatlı tatlı çağıran uykunun ölüm olduğunu bilememişti.
Meşalelerle aramaya çıkmıştı tüm köylü. Bulduklarında bedeni soğumamıştı daha. Beş altı yaşlarındaki Ali’nin ilk kez o gece hayvan sevgisi düşmüştü yüreğine. İbrahim amcasının katırları sabaha kadar damı eşeleyip, kişneyip huysuzluk çıkarmışlardı. Adeta tehlikeyi hissediyor ve insanları uyarıyorlardı… Haydi davranın, elinizi çabuk tutun diye… Hayvanlar üşüdü ondandır diyerek mangal yakmışlardı damda. Karınlarının altına tutmuşlardı mangalı. Ne çare! ..Ta ki amcasının ölüsü kapıdan içeri girinceye kadar sürmüştü hayvanların bu huysuzluğu.
Ak bir sevdayı kucaklayan ak ölüm. Dokunulmamış, kirletilmemiş sonsuz bir aklığın ortasında dikiliyordu Ali. Ak dökülüyor gökten kova kova. Yer gök beyaz, her yer ak pak sevdam gibi diye düşündü. Bir an amcası gibi uzanıvermeyi istedi karlara. Cezp ediyor, kışkırtıyordu yerin göğün beyazlığı, ak bir sevdayı kucaklasın ak ölüm… Sıcacık bir uykuya dalar gibi ölüme kanmak. Ne güzel olurdu tatlı bir uykunun kollarında gömülmek aklığa! ..Ölecekse de alnı ak, yüreği ak, kar aklığının ortasında tertemiz doğayla kucaklaşarak ölmeli insan
Sonra annesinin fotoğrafı düştü sonsuz aklığın üzerine. Yanına o vefasızın fotoğrafı. Gülümsüyordu ikisi de. İki görüntünün altına Şekspir’in ünlü dizeleri düştü:
“Seni koyup gitmek var ya/ O koyuyor adama”
Bitti beyazın yarattığı hayal, bitti romantizmin serseriliği diye kendi kendine söylenerek bindi arabasına…
Tadına varamıyordu manzaranın. Ablasının acısına, anılara, o yalancının yarattığı beyninde dönüp duran sorulara gömülmüştü. Bakıyor, görmüyordu. O kız “seni seviyorum” diyordu ama, sevmiyordu. Sevgi, laf değildi, olmamalıydı... Seven böyle mi davranır. Seven yırtar gelir karanlıkları, aşar gelir dağları. . Sevgi, ciddi bir işti. Yaşamak kadar ciddi, ölüm kadar gerçek. Seni seviyorum dediğin an; denizler gibi dalgalandığın, sular gibi aktığın, ırmaklar gibi çağladığın, bulutlar gibi ağladığın andı. Sevginin kendisi de, ötesi de aydınlıktı. Sevgi, onsuz yapamamaktı, bakışından, sesinden uzak kalamamaktı. Seni bu havada yollara vurduran biraz da o değil miydi? Kendinden ve ondan kaçmak için vurmadın mı yollara…İçi acırdı Ali’nin insanların samimiyetsizliğini gördükçe.Şu güzelim aklığın, şu güzelim temizliğin ortasında daha da çok acıyordu içi…
Amcasının ölümünden birkaç yıl sonra köyde yaşanan bir olay düştü aklına. Yakın akrabalarından birisiydi Ayşe ablası. Köy kızlarının “Allahım beni boynu kravatlıya nasip eyle”diye yalvardığı yıllardı. Şehirlere ve Almanya’ya göçün başlamadığı, memurluğun köylü üzerinde saygınlığını koruduğu yıllar. Köyün çilesinden kurtulmak isteyen kızlar, şehirlere dikmişti gözlerini.Ayşe aynı zamanda köylüsü olan köyün öğretmenine aşık olmuştu.Öğretmen de ona.Mektuplaştıkları söylenirdi.Çok da zengin ve nüfuzluydu Ayşe’nin babası.Öğretmeni sürdürdü başka bir köye ve kıyıp Ayşe’nin aşkına,nikahladılar amcaoğluna.Nikaha giderken Ayşe’yi merdivenlerden döve döve indirdikleri anlatılır hala köyde.Altı ay kocasını yatağına yaklaştırmadı Ayşe.Yediği sopanın,dökülen dilin haddi hesabı yoktu.Yine de teslim olmadı.Bir gece tüm köy uyurken bohçasını bile kapmadan kaçtı öğretmenine.Dün sordu köyde Ali:Ayşe mutlu oldu mu diye.”Hem de çok “dediler…Ali; saygıyla ve sessizce,uzaktan uzağa ellerinden öptü Ayşe ablasının…Senin ki kravat aşkı değildi dedi…
Yol uzun. Anılar da öyle. Ne acılar ne sevdalar yaşanmış köyümüzde diye düşündü Ali hüzünle. Her biri bir roman, bir öykü konusu. Anadolu’mun her köyü sevda dolu, her köyü acı…
Direnen kazanıyor,direnmeyen yenik düşüyor…Her şeyde olduğu gibi..
Anasını, babasını kırmamak için evet diyen, son ana kadar belki sevebilirim diye umut eden, gerçekle yüzleştiği anda, yapamayacağını anlayıp, gelinin duvağını bile açmadan, gerdek gecesi pencereden atlayıp, yürüyerek köyü terk eden dayısı düştü aklına. Belki yürüyerek gitmişti otuz km.lik yolu. Gülümsedi. Çok sever ve sayardı Ali dayısını. Çok yetenekli bir insandı. Şöhrete paraya değer verse, fotoğrafçılıkta Ara Güler’i aratmazdı.Ortaokulda öğretmeniydi.Sonradan öğretim üyesi olmuştu üniversitede.Ve Ali büyüyünce arkadaş gibi olmuşlardı.Birlikte rakı içer,şiir okurlardı.Müthiş bir pişmanlık kapladı içini.Neden sormamıştı o gerdek gecesini dayısına.O yetenekli adam,en verimli çağında,elli beş yaşında yenik düşmüştü kansere.Hep duyarlı insanları mı buluyordu kanser! ..
İlk kez dayısından duyduğu bu şiiri, hızla yol alan arabanın içinde bağıra bağıra gözünde yaşlarla okumaya başladı Ali…Ve lapa lapa kar yağıyordu dağa taşa…
ALİŞİM
Kasnağından fırlayan kayışa
kaptırdın mı kolunu Alişim!
Daha dün öğle paydosundan önce
Zilelinin gitti ayakları,
Yazıldı onun da raporu:
’ihmalden! ’
Gidenler gitti Alişim,
Boş kaldı ceketin sağ kolu...
Hadi köyüne döndün diyelim,
tek elle sabanı kavrasan bile
Sarı öküz gün görmüştür,
Anlar işin iç yüzünü!
üzülme Alişim, sabana geçmezse hükmün
Ağanın davarlarına geçer...
Kim görecek kepenek altında eksiğini
kapılanırsın boğaz tokluğuna.
Varsın duvarda asılı kalsın bağlaman
beklesin mızrabını.
Sağ yanın yastık ister Alişim
sol yanın sevdiğini.
Kızlarda emektar sazın gibi
Çifte kol ister saracak!
RIFAT ILGAZ
Ali kapıdan içeri girdiğinde sevinç, şaşkınlık ve sorularla karşılandı. Neden yalnız gelmişti. Diğerleri neredeydi. Yol nasıldı…Onlar yarın sabah gelecekler demekle yetindi…Cenaze evinde tv,radyo açılmaz.İnsanlar suskunluklara gömer acılarını.Suskunlukları konuşmalar böler ara sıra.Paylaşılan her anı,yeni bir hıçkırık nöbetidir…
Yakın bir akrabasının evine yatıya geçtiklerinde açtılar tv. yi. İsrail, Gazze’ye dört bir koldan, denizden,havadan,karadan toplarla,tanklarla saldırmıştı.Ölüm yağıyordu gökten havai fişek görüntüleriyle.Yanıyordu insanlar.İsrail insanlık suçu işliyordu.Sadece İsrail değil,ABD ve AB insanlık suçu işliyordu.Çocuklar ölüyordu,siviller ölüyordu.İsrail’in bombaları yaş, cinsiyet ve sevda gözetmiyordu.Bir halk çoluk çocuk demeden katlediliyor,susuzluğa,soğuğa,hastalıklara ve ölüme mahkum bırakılıyordu.
Kendi acısından utandı Ali. Ablasının acısı, avucuna düşen bir kar tanesi gibi eriyip gitti. Ablası dört çocuk büyütmüş, hepsini evlendirmiş. Torunlarını kucağına almıştı. Ya Filistin’li kadınlar…Çocukları ölen Filistin’li analar,gelin olamamış, sevdalısı savaşan genç kızlar…Gerdek gecesi bombalarla ölen gelinler…
Ne ki dedi, bizim çektiğimiz acı …
Filistin’li çocukların gözleri düştü ekrana…
Nerde havai fişek görsek bundan sonra ölüm düşecek aklımıza…
Filistin’li çocukların gözleri bir yıldız olup uçacaklar gökyüzünde, yıldız yıldız düşecekler toprağa…
Bayram Atakul
YORUMLAR
Yokluk yoksulluk ve acılar içinde yoğrulan 66 yıllık çilesini yoğun bakım odasında solunum cihazına verdiği son nefesiyle noktalamıştı ablası. Çeltik ve havuç tarlalarında bir ömür boyu süren ırgatlıklar çürütmüştü böbreğini. Sonra isteklerine hiç önem vermediği, hiç yokmuş gibi davrandığı kalbi iflas etmişti.Sen beni yok saydın ama, bak ben buradaydım dercesine…
Sonra beyni kanamıştı, beni niye hep büyüklerin gibi düşündürdün diyerek o da katılmıştı isyana. Karaciğer enzimleri de tavan yapmıştı, bahtın gibi ben de karayım diye…
Baht mıydı bu… Değildi elbette. Yaşamları şu ölüm,kan ve sömürü kokan zalim düzen tarafından çizilen ülkemin öksüz köy kızlarının bir simgesiydi ablası…
Hakikaten okurken çok duygulandım. Ustalıkla ve tecrübeyle yazılmış güzel bir hikaye olmuş. Son şiiriniz hele mükemmel. Çok sağolun okuttuğunuz için saygılarımla...