- 1854 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
EFENDİMİZ ARAMIZDA
EFENDİMİZ ARAMIZDA
Hatırlanacağı üzere Resulü Ekrem efendimiz hayata gözlerini yumduğu zaman birçok mümin bu hadiseye inanmak istemedi. Peygamber (s.a.v) vefat ettiğinde Hz. Ebû Bekir (r.a), Medine yakınlarında yerleşmiş bir ensar kabilesi olan Hazrec kabilesinin Harsoğulları arasında bulunuyordu. Haberi alır almaz hemen Resûlullah’ın yanına geldi, üzerine kapanıp onu öptü ve, “Anam babam sana feda olsun, Allah (c.c) ölümü sana ikinci kez tattırmayacak. Vallahi Resûlullah vefat etmiş” dedi ve insanların karşısına çıkarak, “Ey insanlar! Her kim Muhammed’e inanıyorsa şunu bilsin ki, o ölmüştür. Muhammed’in rabbine inananlar bilsin ki Allah diridir ve asla ölmez! Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Muhammed ancak bir Peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir, şimdi ölür veya öldürülürce, ök¬çeleriniz üzerinde (geriye) mi döneceksiniz? Kim ökçeleri üze¬rinde dönerse, Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenlerin mükâfatını verecektir. (Ali imran süresi 144)”
Hz. Ebû Bekr’in (r.a) bu konuşmasından sonra sanki insanlar bu âyeti kerimeyi ilk kez duymuş gibi oldular. Daha sonraki günlerde ise zaman yaralarına merhem sürmeye devam etti ve onun yokluğuna yavaş yavaş alışmaya başladılar. Bu alışma biçimi o gün bir anda birçok alışkanlığını bir yana bırakıp İslami yaşantıya alışmak durumunda olan insanlara en zor gelen alışma davranışı olsa gerekti. Öyle ki onun yokluğuna hala alışmış değiliz. Onun hasreti hala yüreklerimizi yakıyor ve onunla birlikte olma arzusu her yıl milyonlarca insanı kutsal topraklara çekiyor.
Evet bu bir realitedir ki o günden buyana Resulü Ekrem efendimiz fiilen aramızda değildir. Fakat o manen aramızdadır. Onun ruhaniyeti bizleri takip etmektedir ve sünneti seniyyesi terü taze mevcudiyetini devam ettirmektedir. Resulü Ekrem efendimiz çağları aşan soluklarıyla ve tüm zamanlara hitap eden örnek yaşantısı ve mirasıyla hep yanımızda, içimizde ve benliğimizdedir. İnsanların çoğu çok zaman “ah bir sahabe döneminde yaşasaydım ya da ah bir resulü görseydim” diye ah çeker iç geçirirler. Elbette “Ümmetimin en şereflileri sahabeler, ondan sora tabiin ve ondan sonrada etbeüt tabiindir” ifadesiyle şeklini bulan şerefe kim nail olmak istemez. Ya da kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı en şereflilerin en şereflisini kim görmek, sohbetinde bulunmak ya da bakışına mazhar olmak istemez. Elbette –kalbi imanla coşan- herkes bunu ister şüphesiz.
Fakat Allahu Teâlâ evreni sebepler dairesinde yaratmıştır. Peygamber efendimizde nihayetinde bir kuldu ve hayatı cismaniye itibariyle bizim gibi faniydi. Rabbin tayin ettiği mühlet sona erince oda bu fani hayata veda edecekti ve öylede oldu. Ve yaratılış kanunları gereği onun devrinde yaşayan insanlar haricinde kimse artık onu göremeyecekti. Peki, bizler onu nasıl göreceğiz ya da onun sözlerine nasıl muhatap olacağız. Elbette sünnetine ittiba ederek. Onun iklimine girip onun soluklarını ense kökümüzde hissedebilmek için mutlaka önemle ve hassasiyetle sünneti seniyyesine ittiba etmeliyiz.
Birçok insan yatar-kalkar “Ben rüyamda peygamberimizi gördüm yahut onunla konuşum der”. Allah beni de onları da affetsin bir bakarsınız ki yaşantısı İslami yaşantıya hiç benzemiyor. Tabi Müslüman’a düşen inanmaktır. Hadi inandık diyelim. Bu işler böyle olur mu? Sonra televizyona çıkıp ballandıra ballandıra yeni konulara fetva verirler, bunların arasında işi ileri götürüp vahye mazhar olduğunu söyleyenler bile var. Neyse bunları kısa geçelim. Asıl konumuz bunlar değil. Bununla birlikte “peygamberimizi rüyada görmek” mevzuunun birkaç boyutu ile ele alınmasında yarar var.
Birincisi gerçek anlamda “Peygamber efendimizi rüyada görmek ya da onun sözlerine muhatap olmak” çok büyük bir şereftir ve ayrıcalıktır. Bu durum havvas için daha sıklıkla mümkün olmakla birlikte avam için nadiren mümkün olabilecek bir keyfiyettir. Yani dünyaya dalmış, peygamberi görse oğluna araba, kızına daire isteyecek olan bizim gibi materyalist felsefenin zebunu insanlar için bu öyle kolay nasip olacak bir hadise değildir kanaatindeyim.
İkincisi kimse beni yanlış anlamasın ama öyle peygamberi gördüm/eceğim demekle bu iş olmaz. Hem peygamberle birlikte olmak için illaki onu rüyada görmekte gerekmez. Yada şöyle diyelim siz yaşantınızı İslami esaslara göre sürdürürsünüz, sünneti seniyyeye riayetle yaşarsınız velhasıl kalp balansınızı ona göre dizayn edersiniz nasipse zaten her an görebilirsiniz. Uykuda, gözü açıkken ya da yakaza halindeyken.
Birçok sahih rivayette de bildirildiği üzere keşif ve keramet ehli insanlar birçok mevzuyu peygamber efendimizle müzakere ederek hareketlerine yön vermektedirler. Bazı zamanlarda bir takım insanların da halis niyetlerinin ve rabbe ve resulune tam başlılıklarının karşılığı olarak ummadıkları anlarda kendilerine efendimizin yardımlarının ulaştığına şahit olmaktayız. Sultan Selim Han mısır seferine gittiği esnada tih çölünü geçerken attan niye indiğini soran askerlerine “Resulü Ekrem efendimizin önde yaya yürüdüğü bir ortamda ben nasıl arkasında atla yol alırım” cevabını görüyoruz. Yine Çanakkale harbi esnasında Hintli bir âlimin Ravzai Mutahharada ağladığını gören peygamber efendimizin türbedarı “neden ağlıyorsunuz üstadım” diye sorunca âlim cevaben “kaç gündür resulü Ekrem efendimizle görüşemiyorum, ya resulü Ekrem efendimiz yerlerinde yoklar ya da benim bir yanlışlığım oldu” diyince o gece türbedar rüyasında efendimizi görmüştü ama hicabından soru soramamıştı. Resulü Ekrem efendimiz kendisine “hadise doğrudur ben şu anda Çanakkale’deyim, asker evlatlarımı yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı” cevabını vermiştir.
Burada çok ince bir noktaya dikkat etmeliyiz. Selim olmadan, Mehmetçik gibi hak davası uğrunu yardan-serden geçmeden resulün sempatisi kazanılmaz. Resulle birlikte olunmaz. Fedakâr olmadan, vefakar olmadan, kul olmadan, ümmet olmadan, hasbi ve diğerkam olmadan resulle birlikte olunmaz. Yoksa resul aramızdadır. O bir yüce müessesedir ki eksiklik bizlerde. Bu nedenle ona kaydolamıyoruz. O afakî şartlar istemiyor ama bir aşırı enfüsiyiz. Nefislerimizin zebunu olmuşuz; dünyanın, insi ve cinni şeytanlarımızın zebunu olmuşuz. İslami literatürde ayet ve hadislerdeki öğretilerden esinlenerek “Masa, Kasa ve Nisa” şeklinde formüle edilen ve bir müslümanı bekleyen üç önemli fitne tehlikesi olarak ifade edilen Makam hırsı, Para ve Kadına düşkünlük bugün almış başını gidiyor. Fakat buna mukabil Peygamber efendimiz bir hadisi şeriflerinde “Size Allah’ın kitabı ve Resûlünun sünneti olmak üzere iki şey bıraktım. Onlara sıkı sıkı sarıldığınız müddetçe ebediyyen sapıklığa düşmezsiniz”(Hâkim, el-Mustedrâk, 1:93) buyurmuşlardır. Şimdi ne Kuranı okuyup anlama ve o istikamette yaşama gayretinde oaln var, nede Resulün sünnetinde bildirdiği, bizlere temsillerini gösterdiği yaşantıyı merak edip, araştırıp örenen ve o hayatı hayatına hayat yapanlar var aramızda. Ondan sonra biz resulden uzak ve haliyle oda bizden uzak.
Bugün makyavelist dünya görüşü ve kapitalist ekonomik düşünce tarafından iyice güç yitimine uğratılmış bulunan dinin sosyal hayat alanımızdaki şekillendiriciliği ve bağlayıcılığı yeniden ferdi hayatımıza ve toplumsal hayata hâkim kılınırsa bizlerde yeniden hakka kul, resule ümmet olduğumuzu hatırlayacağız. Ne zaman islamiyeti hayatımıza hayat kılarsak işte o zaman sünneti seniyye eksenli düşünüşler ve yaşantılar artacak bunun ortaya çıkardığı sinerji lahuti bir iklim meydana getirecektir. “Oley” lerin yerini tekbirlerin aldığı, kıyıcı rekabetin yerini hayırda ve daha iyi olmada yarışın aldığı, insanların birbirine hırs ve kıskaçlıkla değil gıptayla heveslendiği bir ortam oluşunca herkes kalbi melekelerinin gelişkinliği oranında resulle hemhal olabilir, konuşabilir, birlikte olabilir. Bugün bunu yapabilenler yok mudur. Elbette vardır ve biz onlara ulaşamasak bile en azından gıpta ile bakmayı becerebilmeliyiz… Selametle…AEO
İhsan POLAT. Çağlara İnen Nur. Edebiyat Dünyası Yayınları. S:38