DUBLÖR
Göçüp gittiğini söylediler bir hafta sonuna yakın.
“Onun gitmesine karar verildi.”
Mavi t-shirt’ünü de yanına almadan.
Yüksek bir ihtimalle, saçlarını tarayamadan, uykudan kalkar kalkmaz giydiği elbisesinde ki hali irdelemeden, ve yarım kahvaltılık masasına son defa oturamadan.
Atanmış olmanın kahrediciliğini yaşayarak bir kere daha...
Gitmesine işaret etmişti tüm idari yetkililer, ittifakla ve oybirliğiyle.
Herhangi bir veda boyutuna girmemiz olağan dışıydı zaten -ki söylenseydi öyle bir cereyan olasılığı ilgili yolcuya, gülmesi bile içten değildi- Gülmeyi bile beceremiyordu ki.
Utangaçtı ya zaten. Bazen yüzüne zor bela sürdüğü değişik kozmetik ürünlerinin tahrif ediciliğinden bile, bi-haberdi. Yüzünü zoraki değiştirme çabası, onun bir türlü ayak uyduramadığı ayak oyunlarından yeterince habersiz olmasından kaynaklanıyordu. Zira süslenmesi; sigara içen birisinin yanında ateş bulundurmamasını hatırlatıyordu.
Ara sıra kendini iddia makamında görmesi sevindiriyordu tüm solo’daki duyularımı. Ve belki en azılı taraftarı kesiliyorduk tüm duyularımızla birlikte.
En cazgır amigo’yu çağıramamız çevresel eksikliğimizden kaynaklanıyordu.
Ama güzel olurdu herhalde onunla denizin kıyısında muştularını seyretmek sabahın. Ve “çay içermisin” sorusuna vereceği yanıttaki utangaçlığını eldeki verilerle değerlendirmek, ve azami puanlamaya tabi tutmak onun tepkilerini.
Utangaçtı çok.
Ve bu yüzden ona utanılmaması gereken bir coğrafya da yaşadığımızı, dağdan ve taştan hakkını söke söke alması gerektiği noktasında çeşitli intihal’lerle desteklenen söylemleri, kulağına fısıldamak.
Ve birde hesabı onun ödememesi gerektiğini ona anlatmak.
Güzel olurdu elbette.
Farkımda olmadığını deklare eden yalnızca gözleri değildi muhakkak.
Cismani bir varlık olmamın gerekliliğini hatırlatıyordu bana her seferinde. Ve o derece suskunluğu, hakkını aramadaki yetersizliği, “ders çıkarılması gerekiyor bu durumdan” diye işaret ediyordu bana.
Birde sana benzeyen o saçlarına.
Alımlılığına.
Suskunluğuna.
Alevi alfabesinde eşi benzeri görülmeyen mahreç bozukluğuna.
İnsanın bütün sabrını yayından fırlatan rahatlığına.
İyiydi muhtemelen.
Yardımseverliği ölçüsünde fark edilebiliyordu ancak. Sesini yükseltmekte bile hesap ediyordu belli ki.
Birde yüzüne sürdüğü kozmik beyazlığı fark ettirmek için öksürdüğünde, ses yankılanıyordu odanın duvarlarında.
Astım olmadığına dair doktor raporunun elimizde olmaması ona teşhiste geç kalmamızı da ihtimaller arasına sokuyordu.
Ama astım değildi belki.
Belki o akşam en rahat halini yaşayabildiği evinde, kardeş kavgalarına kurban gitmeyen bir bardak soğuk suyun eseriydi o öksürük. Belki, daha güzel olabilme uğruna üşümesine vesile olan kendince farklı, kimilerince daha farklı algılanabilen kıyafetleriydi ona bu hali reva gören.
Caddede yürürken en fanatik izleyicisinin farkında olmadan, caka satmayı da ihmal etmiyordu.
Yavaş ve dik yürümeye çalışıyordu. Kollarını nezaketen sallıyor, dördüncü adımda mutlaka eliyle saçlarına dalga veriyordu.
“Dalgalansın saçların, bırak esen yellere.
Durma öyle uzağa, gel gel bir tanem,
Kaçalım bir yerlere...”
Niyetini anlayabilmek zordu.
Çünkü çok konuşmuyordu. Çok açılamıyordu. Ve o yüzden kısayol dosyalarına erişilebilecek derecede davranış türleri hala sır makamında geziniyordu.
Yanındaki ikinci bir kızın varlığından memnun mu oluyor, yoksa o kızın kendini örtebileceğini düşünerek tedirgin mi oluyordu.
Çözümsüzdü o nokta da.
Mevzudaki failin kendisi olma olasılığından habersiz, yaşıyordu işte.
...
Yaşıyordu dublorü olduğu şahsın altıyüz kilometre uzağındaki bir semtin köşesinde.
....
Sonra bir sabah varolduğu mekandan göçtüğünü duyar olduk.
Zayıflığının muhtemel bir tezahürü eşliğinde.
Herhangi bir ısmarladık’ı duyamadık kuru dudaklarından. Ve yüzüne o gün fondoten sürüp sürmediğine dair bilgi veremedi çalışma arkadaşları.
Yalnızca bir Cuma salasından az buçuk önce koltuğundaki boşluğu fark ettik.
Aranılan alternatif masalardaki değişiklikte cabası işte.
Oysa kalmasını hesaba katarak varsayımlar yürütüyorduk. Mesela takriben iki ay sonrasında ortaya çıkacak tabloya dair bir sonuç bildirgesi yayınlayacaktık neredeyse.
Klasik tepkilerinden yola çıkarak, en az üç ayı onun için bekleme odası haline getirmeyi bile göze almıştık.
Ve dördüncü ayında gardını tuz buz edeceğimiz kuvvetle muhtemeldi cebirdeki olasılıklarda.
Sırf onun hatırına.!
Ya da senin.
Ve apansız bir gidişin ganimetten ziyade garabet olduğunu anladık. Hesaplarımızın hiçbirinden haberdar olmadan gitmesinin bir cinnet olduğunu iddia etti kimilerimiz.
“O dalga da batmamalıydı.” Dedi bazılarımız.
Ama direnmedi hiçbir şekilde, direnemedi belki de. Hakkına yazılan hicret fermanını alıp, taşa dahi çalmadan yürüdü sessizce. Ve hakkında yazılan “Süvari Marifetnamesi’nden habersizce.
Belki ona bakarken hiçbir şekilde savunma yapma ihtiyacı hissetmememdi bu denli etkileyen. Belki Hasan Sabbah’ın Fedailerine namzet bir süvari adaylığım.
Ona dair hatırladığım en önemli anım ise; ismini yanlış söylememden ötürü bir hayli içerlemesiydi bana.
Rüzgarlı bir Cuma salası vaktinde gidişine dair haberdi onu gündeme taşıyan sadece.
Ve birde zamanın, senin dublör’lerinden birinin daha canına okumasıydı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.