- 1626 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ŞİİR VE TASAVVUF
Tasavvuf, tarifsiz marifettir. Buna rağmen, her devirde o, çeşit çeşit tanıma tabi tutulmuştur. Biz bu farklı yorumlar üzerinde durmadan, onu, “Dünyevî taleplerle kalbî bağı kesip Allah’ın huzurundaymış gibi davranmak” olarak tarif edebilir, daha doğrusu, yorumlayabiliriz.
İslâm âleminde, tasavvufun müesseseleşmesi, temelde takvâya dayanır. Dinî hayatı, maddî hayatın önüne alan zâhidlerin oluşturduğu. Bu mektebin temelinde Hz. Muhammed zamanında uygulamasını bulan ve “Ehl-i Suffa” adını alan ekibin pratiği vardır. Bu topluluğun o dönemdeki yaşayış biçimi, yeni bazı esaslarla geliştirilmiş ve günümüze mektepleşerek gelmiştir.
Konumuz edebiyat alanıyla sınırlandırıldığı için bunun tarihi seyri üzerinde durmayacağız. Türkler henüz Müslüman olmazdan önce yaşanan “Sığır”, “Yuğ” ve “Şölen”lerde tasavvufî disiplin olmasa bile, bugünkü anladığımız mânâda teslimiyet duygularının izlerini bulmak mümkündür. Böyle olmasaydı, henüz Müslüman olan Satuk Buğra Han’a, hemen ulûhiyet noktasına çıkıp kerametleriyle destanlaşan bir hayatı İslâm’ın gelişmesi için manivela olarak kullanma imkânı vermezdi. Satuk Buğra Han destanındaki motifler dikkatle incelendiği zaman bu gerçek açık şekilde görülür. Bununla şu noktayı vurgulamak istiyoruz: Tasavvuf, bazılarının sandığı gibi, miskinlik, dünyadan el ve etek çekme değil, hayatı dinamize eden şuurun ilk muharrik kaynağıdır. Tasavvufî otorite, imanı kalbe sülûktan vecd noktasına, hatta daha ilerilere taşıyarak insanı teslimiyetin zevkiyle hayata bağlamıştır… Fütüvvetnâmelere baktığınız zaman edebî ve iktisadî unsurları bu mektebin kontrolünde görürüz. Manas Destanı’ndaki “Kırk Yiğitler” motifi buna bir işarettir..
Tarihî seyriyle konuya bakarsak, bizde bu alanın en olgun örneklerini Ahmet Yesevî ve Yunus Emre’de görürüz. Mevlâna bunu daha başka cephesiyle işlemiş ve onu ilmî bir kimlik kazandırmaya çalışmıştır.
Mevlâna’nın bu ‘ilmî kimliği’ arkasında akıl ve tefekkür önemli yer tutar. Aslında doğru olanı da budur. İnancı kavramadan, onun hayatımıza getireceğinin nimetlerini göremezsiniz. Tanımaya giden yolu dikkat ve talep açar. Mevlâna Mesnevî’deki hikayelerinde bizi bu alana çeker ve biraz da duygularımızı örseleyerek ruhumuzun arınmasına kapı açar.
Daha sonra gelenlerin oluşturduğu halkalar bunu hem genişletmiş hem de zenginleştirerek günümüze daha ciddî bir disiplin şeklinde gelmesine katkı sağlamışlardır. Yesevî’nin Gazalî’ye çağdaş olması ve bölgelerinin birbirine yakınlığı dikkate alınırsa, onlardaki bu mistik eğilimin birbirlerini etkilediği bile düşünülebilir. Buna rağmen, Gazalî’nin bizim toplumumuza yansıması, tasavvufî eğiliminden çok, İslâm Hukuku ve din bilimlerinde olmuştur. Bizim dinî hayatımızdaki tasavvufî eğilimin ilk temsilcisi olarak Ahmet Yesevî görülebilir.
Hatları çizilmiş bir tasavvufî yaşayışın alanını Ahmet Yesevî şu şiirinde çok güzel ifadelendirmektedir:
“Ey dostlar, aşk dalgıcı olmayınca,
Birlik denizine girilmez.
Tanrıya ulaşma o denizin incisidir,
Candan geçip girmeyince görülmez.
Himmet kuşağını canın beline sıkı bağlamayan,
Dünya sevgisini içinden çıkarmayan,
Göz yaşını döküp ağlamayan,
Erenler gibi esrar yolunu bulamaz.
Şeriatın silahını kuşanmayınca,
Tarikatın atına binmeyince,
Tutukluluk ve çılgınlık âlemine varmayınca,
Hakikat meydanına girilmez.
Erenlerin dilediği tanrı sözüdür,
Tanrı yüzü gerek ise uyanık ol.
Kul Hoca Ahmet Yesevî, seher vakti ağla, sızla,
Uyanık olmayan Tanrının güzel yüzünü göremez.”
“Vahdet-i Vücut”a yaklaşan bu anlatımı Hallacı Mansur, “Tâsin”inde izah ederken, “Fenâfillah”ı (Allah’a varış ve Onda yok oluşu) maddî çerçeveden alıp sembollerin arkasına kaydırır. Bunu Yunus Emre’miz de çokça işlemiştir. “Bir ben vardır bende, benden içerü” derken de, “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” derken de bunlardan faydalanır.
Tasavvuf, insanda Nefs-i Emmâre’den başlayarak, Nefs-i Kâmile’ye kadar çıkan yedi nefs basamağını bir arınma ve yükselme merdiveni olarak görür. Tasavvuf’ta, kul davranışlarıyla Allah’a doğru teslimiyet içgüdüsüyle ifadelendirebileceğimiz bir yola talip olurken, aslında sosyal çerçevede bu hal, insanlığın kendini var eden değerler etrafında duygularının beşerî taleplerinden kurtulmayı amaçlamaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de insandan bahsedilen ayetlerin hemen tamamına yakınında insanın davranışlarında nefsî tercihlerinden ötürü olumsuzluklarından söz edilir. Bunun ana sebebi de insanın gerçekten hayatın her safhasında önce kendine göreliğini düşünmesidir. Kolektif şuur, ortak ideal, paylaşma ve başkalarının var olduğunu dikkate alma gibi erdemlerden çoğu kere uzakta kalması, bu duruma sebep olmaktadır. İşte tasavvuf insanın bu zaafını ortadan kaldırmaya yönelik bir dinî disiplindir. Önce ferdi kendinde arındırır. Birey olarak davranışlarında hoş gören, inançlarında dikkatli olmaya yönlendirir. Sonra bunu sistemli bir disiplin halinde algılayanlar için kendilerini yönlendirecek bir liderin etrafına çeker. Mürid-Mürşid ilişkisi böyle başlar.
Şiirde ise bu, genelde hep şahsî eğilim olarak görülür. Şiirlerinde tasavvufî terimleri kullananlar, ya da tamamıyla tasavvuf otoritesi altına girenler anlattıklarında başkalarına göndermede bulunmaz, kendi arayışlarını, kendi sığınmalarını dile getirirler. Bu genel yapıya aykırı olanlar bulunmaz mı? Olur elbette, işte yukarıdaki Ahmet Yesevî’nin şiiri. Orada, kendinden çok, başkalarına öğüt vardır. Bu da, tasavvufun müritte teslimiyet, şeyhte ise otoriteyi kullanma hakkının bir örneğidir. Çünkü, Ahmet Yesevî, kendi adıyla anılan Yesevîlik tarikatının ilk şeyhidir. Dolayısıyla, o bağlılarına bu şekilde öğüt verecektir. Ama, alınız onun Divan-ı Hikmet’ini, hemen tamamına yakınında, kendi iç dünyasının problemlerini bulacaksınız. Tasavvuf’un bir öğüt ve prensipler sisteminden çok, yaşanılan hal oluşunun payı bunda büyüktür…
7 asırlık bir edebiyat geleneği içerisinde binlerce şairin aşklarını, umutlarını, sığınmalarını ve taleplerini kattığı Divan Edebiyatı’nın oluşmasında hareket noktasının “Tevhid’ dediğimiz “Münâcât”la başlaması sebepsiz değildir. Bir şair, divan oluşturacaksa, önce Allah’a gönlünü açacak, Onun sonsuzluğunu ve üstünlüğünü anlatacak, Ondan taleplerde bulunacaktır. Arkasından Peygamberimize Na’t yazacak, sonra dört büyük Halife’yi övecek, arkasından İslâm Evliyalarına yönelecektir. Böyle bir sıralama, bizim şiirimizin o dönemde hangi disiplin içinde geliştiğini göstermesi bakımından ilginçtir.
Peki, bu tavır, günümüz şiirine nasıl yansımıştır? Bunun son asır içerisinde en yetkin örneği Üstad Necip Fazıl’dır. O, nefis kalıplarını kırmanın yolunu şu şekilde anlatır:
Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez,
Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez.
İçeride bir has oda, yeri samur döşeli,
Bu odadan, ‘gelsin’ diye çağrılmadan geçilmez.
Eti zehir, yağır zehir, balı zehir dünyada,
Bütün fani lezzetlere darılmadan geçilmez.
Varlık niçin, yokluk nasıl, yaşamak ne, topyekün,
Aklı yere salıverip çıldırmadan geçilmez…
Kayalıklı boğazlarda yön arayan bir gemi,
Usta kaplan, kılavuza varılmadan geçilmez.
Ne okudun, ne öğrendin, ne bildinse berhava,
Yer çökmeden, gök iki şak yarılmadan geçilmez.
Geçitlerin, kilitlerin yalnız O’nda şifası,
İşte, işte o eteğe sarılmadan geçilmez!...
Necip Fazıl, “Teslim oldum Kurtuldum”, der. Yukarıdaki şiir, bu anlayışın o dille anlatımıdır.Girilmesi gereken kapıdan geçebilmenin ilk şartı, eşten, dosttan hatta sevgiliden ayrılacaksın, o da yetmeyecek, gerekirse kolunu kanadını da fedâ edeceksin. Burada elbette bunlar beşerî yönümüzü değil, onların bize sağladığı bedenî işlerlikten vazgeçmeyi anlatmaktadır. Bu da yetmeyecek, bir çağrının gerektiğini vurgulamaktadır. Hadi o da oldu, çağırdılar seni, varlığın, yokluğun ve hatta yaşamanın sırrını çözemeyeceğine göre, bunun nedenini niçinini sormayacaksın. Tabii, bunları tamamladın gidişin için bu defa bir “Kılavuz Kaptan” gerekecek. Onu da buldun bu da yetmeyecek yine bir arınma çaban olacak. Çünkü bunlara varmak için okumak, öğrenmek dolayısıyla bilmek yetmeyecektir.
Tefekkür sınırına gelmiş bir şairin tasavvuf kapısından geçişi için getirdiği bu ölçü, büyük mutasavvıfların yaşama biçimine dönüştürdüğü hayatın bir özeti durumundadır. Bu şiirde anlatılan merhâleleri geçen insan önüne açılan bu geniş dünyanın cazibesi ve mistik hazzı için dünyevî olanları bir kenara bırakmaya mecburdur…Roger Garaudy, İslâm ülkelerinin edebiyatını 20. yüzyıla kadar şiir edebiyatı olarak görür ve, “Şiir bir din süsü değil: o vazgeçilmez bir dildir” diye anlatır. Onu bu yargıya götüren şiirin insanın yüreğini kanatan farklı bir dil olmasındandır.
Hıristiyan azizlerinin kendilerini kiliselere hapsettikleri gibi bir yaklaşım İslâm tasavvufunda yoktur. Evlenmemek gibi fıtrata aykırı bir yaşama tarzını dinle bağdaştırmak, Hz. İsa’nın sünnetine herhalde uygun düşmez. Ki, peygamberlere verilen birçok yükümlülükleri insanların taşıması mümkün değildir. Onlar özel mazhariyete sahip insanlardır. Hz. İsa evlenmedi diye, bütün Hıristiyanlar bekar kalsaydı, bir nesil sonra yer yüzünde Hıristiyanlık diye bir din kalmazdı. Böyle bir anlayışın dayandığı mantığı anlamak çok zordur. Budizm’deki Nirvana’ya ulaşma ideali de bizim anlayışımızla bağdaşmaz…Bunlar da, insanın dünyevî taleplerden vazgeçmesini isterler. Tasavvuf, insanın dünyadan soyutlanmasını kesinlikle istemez. Hacı Bayram Velî’de aktif şeklini bulan dünyayla birlikte ahirete hazırlanma arzusu, İslâm’ın ana prensiplerine de uymaktadır. Çünkü, Hz. Peygamber, “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, hemen ölecekmiş gibi ahirete hazırlanın” buyurarak ikisinin birbirini tamamlayan unsurlar olduğunu söylemektedir. Böyle bir ortamda, Üstad’ın “geçilmesini” istediği davranışlar, insanı ruh arınmasına taşıyan vasıtalar olarak algılanmalıdır.
Batılı birçok edebiyatçı ve fikir adamı, şairlerin Peygamberlerin varisleri olduklarını söylerler, bu doğrudur. T.S. Eliot, “Estetik hassasiyet dinî hassasiyetten, dinî hassasiyet de estetik hassasiyetten koptuğu zaman fakirleşir.” der. Benzer görüşler bize de yaygındır. Mehmet Kaplan, “Şairler dindar olmasalar bile Tanrıya en yakın insanlardır” diye ifadelendirir bu düşünceyi. Bu doğrudur. Peygamberî bir tavrın mayasını ruhunda taşıyan şair, bunu duygu pınarlarından akıtarak kalemden kağıda dökerken o metafizik ürpertinin etkisini de gösterecektir elbette…Nitekim, İslâm’ın ilk yayılma döneminde, Hz. Muhammed’e karşı direnmek isteyenler, Onun karşısına hep şairleri çıkarmışlardır. Bunun içindir ki, Kur’an da şairlerden söz edilirken ihtiyatlı bir dil kullanılmış ve Peygambere karşı çıkanlar kast edilerek, “Şairler(e gelince), onlara sapıklar uyarlar. Onların her vadide ifrata düşe geldiklerini ve hakikaten daima yapmayacakları şeyleri söyler olduklarını görmedin mi? (26/226)” denilmiştir.Bu ifadenin hemen arkasından açık bir düzeltme de yapılır ve buyurulur ki: “Ancak iman edip iyi işler yapanlar, Allah’ı çok çok ananlar, haksızlığa uğradıklarında kendilerini savunanlar başkadır.” (26/227) Biz, bu başkalığı kabul eden, hayatın tadını mânevî disiplin içerisinde gören şairleri için bu tespitlerimizi söylüyoruz. Bu çerçevede olanların hemen hepsinde, tasavvufî arayış şiirlerine mutlaka sinmiştir.
Burada bir hususu da dikkate almakta fayda vardır. Dinî şiir ile Tasavvufî şiir birbirinden farklı şeylerdir. Dinî şiir, genelde methetmeyi ön plana alır, zaman zaman didaktik unsurlar taşır.Münâcâtlar, Na’tlar, Ramazâniyeler ve Mevlid dinî şiirdir, onları tasavvufî tavır içerisinde görmemiz doğru olmaz. Belki şunu düşünebiliriz; Dinî şiirle başlayan bir şair, kendi ruh dünyasının o ulvî iklimine girerse, bu defa, tasavvufî şiire yönelebilir. Zaten tasavvufî şiir, böyle bir altyapı imkânına sahip olmazsa gelişemez…Onun gücü de böyle bir birikimin imkânlarını kullanmasından gelmektedir!...
Bizde İlk dinî şiirler biraz da tasavvufî öz taşıdığı için bu farklılık pek ayırt edilememiştir. Mesela Ahmet Yesevî’nin şiiri, didaktik unsurları ön planda gözükse de, tasavvuf yanı ağır basan bir şiirdir. Yukarıdaki şiirinde bunu açıkça görmekteyiz. Öğüt veriyor olmasına rağmen, “Tarikat atına binmenin” altını çizmeden de edemiyor… O ifadeyi çıplak olarak aldığınız zaman dinî şiir içerisinde sayabilirsiniz, ama; o mısraın geçtiği metni bütünüyle incelediğiniz zaman mesele kendiliğinden ortaya çıkar:
Şeriatın silahını kuşanmayınca,
Tarikatın atına binmeyince,
Tutukluluk ve çılgınlık âlemine varmayınca,
Hakikat meydanına girilmez.
Bu iki kıtada geçen ifadelerin hemen hepsi tasavvuf âdabı içerisinde yer alır. Yesevî, “Şeriat silahından” söz ediyor, bu İslâm’ı bütün hususiyetleriyle yaşamaya kendini adamış bir adamın o yönde bütün tedbirlerini alması gerektiğini söylemektedir. Tabii onun da yeterli olduğu görüşünde değildir, Bu silahı kuşanan arkasından,“Tarikat atına” binecek, o da yeterli olmayacak, “Tutukluluk ve çılgınlık âlemine varacak”, arkasından “Hakikat âlemine” ulaşacaktır. Bu, “İlm’el Yakîn, Ayn’el Yakîn ve Hakk’el Yakîn” mertebelerinin izahıdır…Tasavvufu kendi derinliği içerisinde düşünmeyen insan bu dörtlükte geçen ifadelerin sıradan söz olmanın ötesinde bir özelliği olmayabilir. Ama kelimelerin lügat manasının dışındaki ıstılah manalarına yönelince iş değişiyor ve bu defa karşısına çok daha renkli, çok daha etkili bir tablo çıkıyor…
Yunus Emre de öyledir. Onun şiirinin halk kesimi arasında yaygın olması görünüşte, öğretici yanının dinî duyguyla harmanlayarak gelmiş olmasına bağlıdır. Bizim halkımız, mesela, Onun, “Mal sahibi, mülk sahibi, / Hani bunun ilk sahibi? / Mal da yalan, mülk de yalan, / Var biraz da sen oyalan” şiirinde kendisinin hayat karşısındaki fazla yapacağı bir şeyinin bulunmadığı açısından değerlendirilir. Aslında öyle değil, burada anlatılan, materyalist eğilimi kırma çabasıdır. İnsan mala ve eşyaya bağımlı olarak hayata gelir. Küçük bir bebek bile oyuncağı elinden alındığı zaman ağlar. Sahiplenme duygusu yaratılıştan gelen bir özelliktir. Ama, insan nefis terbiyesiyle, irade eğitimini birleştirip eşyaya bağımlılıktan kurtarılırsa huzura erer. “Sadaka ömrü uzatır”, Hadisi şerifi bunun bir göstergesidir. Yunus, burada ona işaret etmektedir. Servetinin mahkumu nice insan, hem kendisine hem de çevresine zarar verdiğinin farkında bile olmaz. Halbuki, hayat bölüşme esası üzerine inşa edilmelidir. Hayatın kutsiyeti ancak böyle ortaya çıkar…
Bu büyük insanların hayatımızı paylaştığı dönemde Anadolu insanı yüreğinden çok etrafına bakıyordu. Yeni bir coğrafyaya taşınma heyecanı, yanında Moğol baskısının doğurduğu bir anarşi ortamı söz konusuydu. Dıştan bunun, içten tasavvuf’un gönül dilini kullanması bu insanları içimize, ruhumuza, kendi derûnumuza yöneltti. Belki, dış baskılar olmasa da bu istenecekti, çünkü insan içinden arındırılır. Ruh terbiyesi, elbise temizliğiyle olmaz ki!...
YORUMLAR
arihî seyriyle konuya bakarsak, bizde bu alanın en olgun örneklerini Ahmet Yesevî ve Yunus Emre’de görürüz. Mevlâna bunu daha başka cephesiyle işlemiş ve onu ilmî bir kimlik kazandırmaya çalışmıştır.
Mevlâna’nın bu ‘ilmî kimliği’ arkasında akıl ve tefekkür önemli yer tutar. Aslında doğru olanı da budur. İnancı kavramadan, onun hayatımıza getireceğinin nimetlerini göremezsiniz. Tanımaya giden yolu dikkat ve talep açar. Mevlâna Mesnevî’deki hikayelerinde bizi bu alana çeker ve biraz da duygularımızı örseleyerek ruhumuzun arınmasına kapı açar.
Daha sonra gelenlerin oluşturduğu halkalar bunu hem genişletmiş hem de zenginleştirerek günümüze daha ciddî bir disiplin şeklinde gelmesine katkı sağlamışlardır. Yesevî’nin Gazalî’ye çağdaş olması ve bölgelerinin birbirine yakınlığı dikkate alınırsa, onlardaki bu mistik eğilimin birbirlerini etkilediği bile düşünülebilir. Buna rağmen, Gazalî’nin bizim toplumumuza yansıması, tasavvufî eğiliminden çok, İslâm Hukuku ve din bilimlerinde olmuştur. Bizim dinî hayatımızdaki tasavvufî eğilimin ilk temsilcisi olarak Ahmet Yesevî görülebilir.
BAŞARILARINIZ DAİM OLSUN MUHSİN AMCACIĞIM.
TEBRİKLERİMLE TEŞEKKÜRLER.
SAYGILARIMLA SELAMLAR.