RAB ŞEYTANA DEDİ Kİ
İki yıldır peşindeydim bu oyunun. İsim, öyle dikkat çekici öyle cezbedici gelmişti ki görür görmez. Çok istememe rağmen geçen yıl, 1 aylık biletlerin hepsinin satılmış olması yüzünden imkân bulamamıştık. Kimler, kimler girdi araya tek bir bilet için.
Yok, yok, yok…
İçime çöreklenip kalmıştı doğrusu gidememek. Devlet Tiyatroları Programını açtığımda yazık ki yoktu bu oyun. Çok üzüldüğümü itiraf etmeliyim.
Daha sonra başka bir oyun için bilet almaya gittiğimde, gişede duran güzel hanımefendiye, bu oyunu sordum. “Kaldırıldı efendim” diye cevapladı. “Kaldırıldı mı?” Demek, oyun tutmadı ve yönetim de kaldırdı bu sene, programa almadı diye düşündüm. Biletlerimizi alırken gişe memuresi; “önümüzdeki ay yeniden ama yalnızca 1 hafta için sahnelenecek” diye ekledi. Hemen bir bilet almaya hazırdım. Yaramaz ve istediğini elde etmiş bir kız çocuğu gibi eşime gülümsedim. “Niye bu kadar düştün bu oyuna, çok mu güzelmiş” diye sordu. “Bilmiyorum, ama Allah aşkına şu isme bak, bu kadar çekici bir başlık düşünemiyorum.”
Nihayet kara teslim olan Ankara’nın soğuk kışında sıcacık salonun ön sırasında (zira yaşlanıyoruz uzak mesafeden duyamayacağıma dair gizli bir hesabım var) yerlerimizi aldık. Salonda oyun için bir platform yok, bu da izleyiciyi oyuncuyla eşit bir hizada oyuna dahil ediyor. İlginç!
Rab Şeytana Dedi Ki…
Oyunu, Dünya tiyatrolarına girecek kadar başarılı buldum doğrusu. Evet, o derece güzel. Biletleri alırken isminden o derece etkilenmişim ki, ne oyunun yazarını ne oyuncularını araştırmak aklımın ucundan bile geçmemişti. Oyunun yazarı Nihat Asyalı ve yönetmeni Prof. M. Bozkurt Kuruç Beyefendilermiş meğer. Bizden birinin bu kadar başarıyla bir oyun yazması ve oyunun bu derece güzel sahnelenebilmesinden çok etkilendim.
Gittiğim oyunlarda beni en çok rahatsız eden şey, oyuncuların müsamereye gelmiş talebeler gibi rollerini okuyup gitmeleridir. Ruh ararım oyunlarda.
Şeytan rolünü oynayan oyuncunun “ben şeytan olsam…” diye düşünebilmesini arzulardım. Oyuncu Durukan Ordu, gördüğüm en iyi performansla tam da aradığım şeyi sundu oyun boyunca. Çılgınlığı, insanları kandırmak için kurduğu düzenleri sahiden o an bulmuşçasına çılgınca sunması, kimi zaman pervasız tavırları ve oyunun sonuna gelindiğinde tüm hikayenin özeti iki cümleyi tutup izleyicisine sunması… “Böyle bir oyun daha izleyemezsem ne çok anarım bu oyunu” diye düşündürdü bana. İnsanoğluna “seni yoldan çıkarmaya geldim” diyerek, düpedüz gerçeği söylemesine karşın “kendinizi Rab karşısında savunacak bahaneler üretip ateşe atlıyorsunuz” mesajını veriyordu izleyiciye. Aslında yasaklara ne kadar meyilli olduğumuz ve İblis’in kalplerimize bıraktığı vesvesenin yoldan çıkmak için bizlere yettiğini anlatıyordu.
Televizyonlarımızın siyah beyaz dönemlerinin filmlerindeki Fred Astaire ve Ginger Rogers tarzı dansını sahneden izlemek ise apayrı bir keyifti.
Şeytanın çocukları rolünde olduğunu düşündüğümüz genç dansçıları bu performansta görmenizi ne çok isterdim. Sahi oyunun parlayan yıldızları olabilmek onları da yeterince gururlandırıyor mudur? Bu soruları onlara da sorabilmek isterdim. Soluk soluğa kaldılar oyunun sonuna kadar. Onlar oyunda danslarıyla büyürken, oyunu da büyüttüler.
Genç dansçılarda eksik olduğunu düşündüğümüz tek şey, kostüm ve makyajlarda “şeytanın çocuklarına yakışır” pırıltılar içinde olmamasıydı. Kıyafetler ateş gibi yanmalı bakışlardaki canlılığı verecek makyajlarla ve şeytanı temsil eden simgeler kullanılmalıydı. Baştan çıkarıcı danslara inat kostümler oldukça basit kalmıştı.
Oyunun konusu ile ilgili, tanıtımlarda tam olarak şu cümleler yazılmış; “Mitolojide ve kutsal kitaplarda yer alan Sysphos ve sabreden Eyüp öykülerinden oluşan müzikli danslı ve şarkılı bir oyun…”
Buğra Koçtepe sabreden Eyüp rolünde Şeytan’ın Allah ile kendi üzerinden girdiği bahsi öğrenince isyankar oluşuna sevinen ve hemen arkasından tevbe edişi ile çılgına dönen iblis, oyunun bir bölümünde beklenmedik bir şekilde sabreden Eyüp’ün eline bir saksafon tutuşturuverdi. Doğrusu ya bir an “şaka” diye geçirdim içimden. Hiçte şaka değilmiş. Bizim oyuncularımız bir oyun için gerekirse enstrüman çalmayı öğrenmeyi göze alacak kadar büyütmüşler bu işi. Mükemmel mi çalıyordu elbette hayır, yani sanırım bir orkestrada ekstra bir gelir çıkartamaz kendine. Önemli olan bu da değil zaten. Önemli olan oyununa duyduğu aşk, bağlılık ve sanatına verdiği emekti.
Sinan Pekinton, Sysphos rolünde sahneye çıktığında bir dev gibi büyüdü. Tanrı Zeus’a başkaldırdığından bu yana çektiği cehennem azabına rağmen bir tek cümle kurdu Lucifer’a ve sanırım İblis bile hakikati bir an olsun görebildi: “Ona boyun eğmekle gerçekten ama gerçekten kurtulmuş mu olurum?” diyerek İblis’in teklifini reddedişi tüm salonu son derece etkiledi doğrusu.
Büyük bir bütçeye ihtiyaç duyulmadan harikulade bir oyun çıkartılmış. Demek ki istenince oluyormuş. Oysa son gittiğimiz oyunda duyduğum hayal kırıklığı sonrası, olmuyor bir daha gitmeyelim aynı tas aynı hamam, herkes ancak ezberini okuyor dediğimi hatırlıyorum.
Bütün bir oyunu, kâh kaşımı kaldırıp söylenenleri dikkatle dinleyerek kâh gülerek izledim.
Hasılı Türk Tiyatrosunda “ezber bozan” birileri var. Arayıp bulmak gerekiyormuş demek.
Ah birde arkamızda oturan” tontinik” teyzelerin “bizde mal satmak yoktur şekerim, hem Antalya hem Bodrum da iki evimiz hala duruyor” cümlelerine devamla “bıdır bıdır” konuşmaları olmasaydı “dadından yinmez” bir gün geçirmiş olacaktık.
YORUMLAR
biraz kıskandım işte..
epey zamandır tiyatroya gidemiyorum zira son senelerde hayli ağırlaşan kulaklarım bu isteğimi hep öteliyor..
hatta eşim sitem edip duruyor ne zamandır tiyatroya gidemedik diye...
gerçekten kulaklarım ağıt işittiğinden ön koltuklarda da şans bulamadığımdan,her defasında "ne dedi" diye sormak bunu yaparken de hem yanımdakinin dikkatini hemde çevremdekileri rahatsız etmek tiyatro zevki bırakmadı bende...
sonuçta bana şiirelri ve oyunları metinden okumak kalıyor...
bahsettiğiniz oyunu ve oyuncuları değilde böyle bir güzelliği yaşadığınıza sevindim..kıskandım dediğimse biliyorsun ki sadece şaka...
selam ve sevgiler