GÜLÜMSEMENİN GÖZYAŞLARI
GÜLÜMSEMENİN GÖZYAŞLARI
Çitlerin etrafında yaşlı bir adam oturuyordu. Üstü başı yırtık pırtık, açlıktan nefesi kokan, saçı sakalı birbirine karışmış bir adam. Çok sigara içmesinden dolayı ortası sararmış bıyıkları ağzına kadar gelmekteydi. Çok çektiğini ellerine bakınca anlaşılıyor. Hayatı gibi paramparça olmuş, soğuk karşısındaki acizliğinin frikiklerini kanayan elleri veriyordu. Krem reklamlarındaki hiçbir krem bu “çatlakları” kapatmaya yeterli olamaz. Kapatsa bile en geç iki gün sonra ilk buldukları zayıflıktan dışarı “kaçmak” için uğraşacaklar. Çok güçlü adamların, çok güçlü gibi görünen adamların ilk “ruh seansı”na indiklerinde gözyaşlarına boğularak seanstan ayrılmaları ve tahammülün had safhasına varmışlıktan boşluğun genişleyen, iştahına kendilerini kaptırmaları gibi. Adamın sefil ve sefilliğini belli etmekten çekinmeyen utanca batırılmış yüzsüzlüğü vardı. Korkunç dişlerine aldırmadan her önüne gelenden para istemek maksadıyla biraz daha gün ışığına çıkarıyordu onları. Onlar gün ışığını gördükçe, acımasız vampirler gibi çirkinleştikçe çirkinleşiyor, hırçınlaştıkça hırçınlaşıyordu. Adamın dişlerinin yarısı belki de insanlara bir şeyler anlatmaya çalışırken dökülmüştü. Belki de dişlerinden kurtulmak için bunu kendi yapmıştı. Onlardan kurtulup konuşmamayı istemiş olamaz mıydı?
Adam, insanlardan hayır gelmeyeceğini anlamıştı “yine” ve iki üç metre ilerideki çöp konteynırına doğru ilerledi. İyice karıştırdı. Sanki çöpten çöp değil de çok daha değerli şeyler bulacakmış gibi karıştırdı. Çöpler de değerliydi aslında. Değer vermediklerimizin değerini taşıyordu onlar. Onlar “değersizlerin değeriydi”. Çöpü iyice karıştırdıktan sonra bir parça ekmek –yemeği her ne kadar bizim midemiz kaldırmasa da- buldu. Ekmeği bulunca sevinir gibi oldu. Sanki o kirli sakallarının arasında birkaç gamze oluşur gibi oldu. Açlıktan ölmemek için bulunmuş bir parça ekmek gamzelerin güzelliğini ortaya çıkaramıyordu. Ekmeği aldı ve çitlerin önündeki duvara oturdu. Ekmeği ağzına götürüp bir lokma alacaktı ki bir şey gördü. Çitlerin arkasını gördü. Çitlerle kapatılmaya çalışılan şeyi gördü. Bu kapatma belki içeriyi kapatmaydı belki de dışarıyı. Görür görmez ağlamaya başladı. Hem de hiç çekinmeden, sıkılmadan ağlamaya başladı. Hıçkırıklara boğuldu bir süre sonra. Hıçkırıklar hiç olan kırıklarının sesiydi. Kırıklarını ört bas etmenin sesiydi. Çitlerin arkasındaki şey bir huzureviydi. Huzurevini görür görmez ağlamaya başlamıştı. Dayanamamıştı.
O adam oraya oturmadan az evvel huzurevinin bahçesine bir kadın geldi. Kadın etrafı umursamaz; ama aynı zamanda etraf tarafından umursanmak isteyen, umursanmayı bekleyen bakışlarla süzdü her yeri. Gözleri etrafa değil; kendi içine bakıyordu. Cisimler, şekiller, varlıklar yerine kişiler geçiyordu gözlerinden. Sonra bir masaya doğru ilerledi. İlerlerken bir taraftan da çorabına sakladığı sigarayı bulmaya çalışıyordu. Huzurevinde sigara içmek yasaktı. Gençlik alışkanlığıydı sigara. Bırakmak hiç de kolay değildi. Kardeşinden şekerini saklayan çocuklar gibi sigarasını saklayarak masaya oturdu. Oturduğu masa en karanlık olanıydı. Görünmemek istemişti. Suçlarını kapatmak için görünmemeliydi. Karanlığa karışmalıydı; siyah olduğu belli olmasın diye. Beyazlar her yerde bulunabilirdi. Beyaz bütün renklerin birleşmesiyle oluşuyordu. Beyaz her şeydi. Beyaz isterse sarı da olabilir mavi de. Hatta kırmızı bile olabilir beyaz. Kendi içinden bir renk seçmesi yeterli olur istediği şeyi olması için. Ama siyah öyle değildir. Siyah hiçtir. “Hiçbir şey” siyahtır. Siyah hiçlerin rengidir. “Hiç” olanlar siyahı tercih eder. Beyaz her renkle kamufle olabilir; ama siyah olamaz. Siyah siyahla kapanır. Karanlıkla kaybolur. Siyahın tek suç ortağı siyahtır. Siyahın tek yoldaşı “hiç”tir. “Her şey”i görüp tercihini ondan sıyrılmak olarak kullanan hiçtir. O da bu yüzden karanlığa oturdu. Her zamanki gibi tek suç ortağına sarıldı. Yine onda saklandı. Yine onda suç işledi. O karanlığı seçti yine.
Sigarasını yaktı ve bir taraftan etrafı kollayan gözlerle içmeye koyuldu. İçine çeke çeke içiyordu. Sindire sindire içiyordu. Bu günlerde sevdiği tek şeyi tüketmek pahasına içiyordu. Sevdiği şey, duman olmak, yanıp küle dönüşmek pahasına onun oluyordu. Her nefeste en derine çekiyordu. En derine… En derinin şiddeti büyük olur. Etkisi büyük olanlar hep en derindedir. En derin… Sonuna yaklaştığı anda tekrar çekti sigarayı. Çekti ve nefesini dışarı veremedi. Dumanı üfleyemedi hayata karşı. Son dem ağır gelmişti. Hatırlamıştı bazı şeyleri. Üç yıl öncesine kadarki hayatını hatırlamıştı. Çocuklarını, çocukları için yaptıklarını hatırlamıştı. Hayranlarını, yazdığı her satırı ezbere bildiklerini söyleyen hayranlarını… Annesini hatırlamıştı. Bazılarını hatırlayamamıştı. Olsun. Hatırladıkça hatırladı. Son olarak da yalnız olduğunu hatırladı. Huzurevinde olduğunu, kimsesi olsun diye uğraşırken kimsesiz olduğunu hatırladı. Terk edilmişliği sonucu oluşan yalnızlığını… Yalnızlığını… Kendine hakim olarak gözyaşlarını tutuksuz yargılanmak üzere salıverdi hayatının “açık” cezaevine. Kocaman, yeşil gözleri vardı. Yeşil gözlerden renksiz gözyaşları akıyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Hıçkırıkları hiç olan kırıklarının sesiydi. Çitin arkasında ağlıyordu. Adam çitin önünde, kadın arkasında ağlıyordu. İkisi de hıçkırıklarla ağlıyordu. Kadın, huzurevinde kapatılmışlığına ağlıyordu, para ile gördüğü ilginin sahteliğine ağlıyordu, dışarı çıkamamanın burukluğuna ağlıyordu. Adam ise içeri girememenin ezikliğine, huzurevi yerine sokağa kapatılmışlığına ağlıyordu, parasızlık yüzünden hasret kaldığı sevgiye ağlıyordu, içeri girememenin mahzunluğuna ağlıyordu. Biri çitin önünde ağlıyordu, biri arkasında. Biri içeri girememeye ağlıyordu, biri dışarı çıkamamaya.
İkisi de ağlıyordu doymadan hıçkırıklara
Karanlıklarda doğmuş bir addı kadınınki, karanlık gecelerde: Leyla
Temizlenmiş, saflaştırılmıştı adamınki: Mustafa…
LEYLA 03.01.2010 8:26
Caddeye bakan penceremin dibinden arabaları, öğrencileri, saçma sapan insan gruplarını görmekten çok sıkılmıştım. İnsanları izlemek eskiden en sevdiğim şeylerden biriydi. Her insanın başka halleri vardı. Bazıları bunları saklamak için uğraşır, uğraşırken daha çok deşifre olurdu, bazıları hiç umursamaz gibi görünüp pür dikkat etrafı izlerdi. Bazılarıysa –benim gibi- açık açık insanları izler, izlediği biriyle göz teması kurunca, ona yakalanınca: “İnsanları izlemekten hoşlanıyorum.” der sorumsuz bir tavır sergileyen dikkatiyle. Bazılarının gözlerine bakınca kaybolurdum, bazılarındaysa sade bir şey bulmaya çalışırdım boş bakışlarına inat. Burada da hemşireleri, bakıcıları ve hatta psikologları izliyorum. Onları izlerken çok farklı ipuçları yakalıyorum. Mesela hemşire Şükran doktor bağırdığında ve korkunca hapşırır; Doktor Halis saçlarını hep aynı yöne tarar çocukluğundan kalma kafasındaki bir kısım kelliği kapatmak için; Psikolog Ahmet Efendi her gün saat 16:00’da gizli gizli annesine rapor verir. İşte böyle. İnsanları izlemek güzeldir. Ama eskidendi. Eskiden insanları izleyince bir şeyler öğrenirdim şimdi pisliklerini öğreniyorum. İnsanları izlemek artık zevk vermiyor bana. İnsanlar değişince izlenmelerinden çıkarılacak güzel dersler de kalmadı.
Bıktım ve bahçeye doğru yürümeye başladım. Her zaman olduğu gibi sigaramı çorabıma sakladım. Sigaradan vazgeçemiyordum. Huzurevi kurallarına aykırı sigara içmek; ama dayanamıyorum. Dergide çalışırken üzerine en çok araştırma yaptığım yazarlardan bir tanesiydi Necip Fazıl. Bir keresinde ona sormuşlar: “Üstat, bu sigarayı ne zaman bırakacaksın?” Cevap tabii ki Necip Fazılca olmuş: “Benim için sigaramdan başka yanıp küllenen ne var ki!” Sigaradan sanırım bu yüzden vazgeçemiyorum. Sigaramı aldım ve şöyle bir etrafa bakındıktan sonra bahçedeki en karanlık köşeye oturdum. Oturduğum yerde bir meşe ağacı vardı. Neredeyse aynı yaştayız. Onunla konuşmak şu günlerde beni en çok rahatlatan şey. İnsanlarla konuşmaktan sıkıldım. İnsan, dinler; sonra seni anladığını zannederek veya zannettiğini göstererek anlamış gibi yapar. En son da senden anladıklarını gizli gizli başkasına anlatırken bulursunuz onu. “Sadık” öyle değil. -Sadık meşe ağacımın adı.- O sadık; çünkü ihanet etmez. Sadece dinler seni. Taraf tutmadan, ihanet etmeden ve karşına geçmeden dinler seni. Bu yüzden artık insanlarla değil Sadık ile konuşuyorum. Karanlık tarafına oturdum Sadık’ın. Ben karanlığı severim. Siyah en sevdiğim renktir benim. Beyaza “ihanet” ederek siyahı severim. Herkesin hayatı bir olmaz ki! Bütün hayatımın ben doğar doğmaz siyaha boyandığını çok iyi hatırlıyorum. Hatırlamak çok büyük bir mükafattır. Ört bas etmeden, silmeden, silemeden her şeyi olduğu gibi hatırlamak… Kin beslediklerini, sevdiklerini, öç alman gerekenleri hatırlamak… Hatırlamak değil aslında; unutmamak. Hatırlamak çok daha basit bir kelime unutmamanın yanında. Unutmamak kini barındırır, öcü bir de; ama hatırlamak daha saf ve basittir. Bu yüzden ben hep unutmamak sözcüğünü kullanmayı tercih ederim. Siyaha boyanmış, boyanmak zorunda kalmış yaşantımı anlatmaya çalıştım hep dergilerimde. Ne kadar anlatabildim, bilemiyorum. Hatırladıklarımı değil; “unutmadıklarımı” anlattım. Siyah benim rengimdi. Siyahın benim rengim olmasıysa benim kaderimdi.
İçime çekmeye başladım sigaramı. Her duman kütlesiyle sanki altmış yılın bir parçasını sindiriyordum. Bakıcı Vildan’dan kaçıyordum en çok. Derken karşımda: “Kız, ne yapıyon? Gene sigara mı tüttürüyon bakiyim. Karanlıkların kraliçesi… Manyak karı…Deli karı…” dedi ve uzaklaştı. Burada herkes benimle “deli” diye dalga geçerdi. Hep yazdıklarımdan bahsediyormuşum. Geçmişte yaşıyormuşum. İyi de adı her ne kadar eskimiş, eskidenmiş gibi vurgulanmaya çalışılsa da geçmiş hiçbir zaman geçmemiştir. Ondan hiç kopamayız ki… Ben sadece biraz daha fazla ilgileniyorum geçmişimle ki bu da diğerlerinden farklı bir geçmişim olduğu içindi. Alıştım buraya ben. Tahammülün kelime anlamını hatmetmiş birisiyim ben. İnsanlara tahammülü öğrendim. Tahammülsüz yaşanmayacağını, tahammülsüzlüğün sonunda olabilecekleri öğrendim. En önemlisi de kendime tahammülü öğrendim. Bu çok zordur; insanın kendine tahammül edebilmesi. Kendimizin bütün sınırlarını “misak-ı kendi”mizi bildiğimiz için tahammülsüzlüğün sonuçlarını biliriz. Kendini kabullenmek çok ağır. Başkaları tarafından sokulduğun durumların kendi ahmaklıkların yüzünden olduğunu bilip, her sabah aynada tek insan görmenin kendi hoşgörün yüzünden olduğunu anlayıp aynaya her bakışında karşında gördüğünü çok sevdiğin halde yumruklamak isteyip beceremeyince kendini kabul etmek çok zor. Kendine tahammül, tahammülsüzlüğün son noktası. İlk önce kendine tahammül edebilmeli insan yüzündeki bütün çizgilere rağmen. Bunları düşünürken ağlamaya başladım. Çekinmeden, sıkılmadan hüngür hüngür ağladım.
MUSTAFA 03.01.2010 8:26
Kendime hakim olamadan ağlıyordum. Yanımdan geçenlerin umursamaz ve aynı zamanda acıyarak bakan gözlerine inat çekinmeden ağlıyordum. İnsanları tanımıştım. Tanıyamadıklarımı, tanışamadıklarımı da tanımıştım. İnsanların güvenilmez olduğunu öğrenmiştim. İnsanlara güvenmek ahmaklıktır. Ve ben “ahmak”tım. Eskiden… Belki de hala ahmağım. Hiç yalan söylemedim, ama insanlar bana inanmadı. “Gerçek olan her şey doğru değildir; örneğin yalan” felsefesine inat bütün gerçeklerimi biriktirdiğim doğrularımdan inşa ettim. Yalan malzeme kullanmadım, başkalarının sevgilerini çalmadım. Olmadı… İnsanları inandıramadım doğrularıma.
Buraya niye geldiğimi anlayamadım. Gençken yaşlanana kadar yaşamadan yaşayanların “yine” ahmaklar olduğunu der dururdum. “Yine” ahmak olmuştum. Ama bir farkla: Ben yaşlandıktan sonra da yaşamadan yaşamıştım. Şimdi gidiyorum. Başka bir aleme, dünyaya ya da hiçbir yere. Bilmiyorum. Tek bildiğim bu iğrenç dünyadan giderken bana yaptıklarının bedeli olarak bu pis yerden birini daha götürmezsem öç almış olamam buradan. Dedemden kalma silahı çıkartıyorum cebimden. İçinde iki kurşun var. Sadece “dört liralık” iki kurşun iki ömre bitiş olacak. Çitin arkasındaki kadına doğrulttum. O da ağlıyor. Belli ki o da bıkmış. Korku dolu gözlerle bana bakıyor. Ne olduysa şimdi ağlamıyor. Gideceğine seviniyor galiba. Bağırıp çağırmıyor. Bezgin parmaklarımın tetiğe gitmesini bekliyor sanki. Tetiğe bastığım anda, ilk dört liralık kurşun alev çıkartarak patladığı anda bir gülümseme ve belki de pişmanlığından ve geri dönmek, vazgeçmek istemesinden bir “çığlık”. Ama çok geç. Yere yığılıyor gözlerimin önünde. O düşmeden ben düşmeliyim. Birine ilk defa zarar verdim. Tam bunu düşünürken ikinci dört liralık kurşun beynimi yakıyor. Ondan ve benden geriye gülümsemeler ve dört gözyaşı damlası kalmış olsa gerek…
Bu kadar basit buradan göçmek…
Ölüme yürümek…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.