- 1966 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yazar Turgut Erbek’in Ardından
Öncelikle belirtmek isterim ki, belki de ömrüm boyunca yazacağım en zor yazı bu olacaktır. Duygularımı kelimelere döküp de beyaz sayfalara aynen yansıtabilecek miyim bilemiyorum!.. Yaradana sığınıp yazmaya çalışacağım...
***
“Sevilmek, hatırlanmak ve bazen de şımartılmak isteği, yüreğimizin bir köşesinde saklıdır hep...”
Çok okurdu Turgut...
Dört yanı küçük dağlarla çevrili köyündeyken bile yaprakları sararmış romanları yutar gibi okurdu...
Bir süre sonra Kars merkeze yerleşen ailesi, aslında Turgut’a yazar olmanın kapılarını açmışlardı bilmeden. Hem okuluna devam ediyor hem de bol bol kitap okuma fırsatı buluyordu.
Kapağı küçücük bir asma kilitle kilitlenen, o dönemlerde çocuk-genç yaştakilerin sır ortağı olan “Hatıra Defteri” ne bazen hece vezinli bazen de serbest şiirler karalıyordu...
***
Yetmişli yılların tufanında sosyalizme yazıldı Turgut...
Kuru kuruya sol nârâlar atanlara inat; Marksizmin göbeğini çatlatmış, Leninizmin feriştahını bilirdi. Materyalizmin yürüyen sözlüğü gibiydi adeta...
Devrime inanıyordu...
Etrafındaki kavruk yüzlerin, nasırlı ellerin, çökmüş avurtların, horlanan, ezilen, dışlanan yoksulların, üç on kuruşa çalıştırılan işçilerin, yarı aç yarı tok didinen köylülerin felahını, refahını bir Sosyalist Devrim’de görüyordu. O devrimin gerçekleşeceğine inanıyordu...
Ayrı kulvarlarda koşuyorduk. Ben, karşı cenahta yerimi almıştım...
Çok uzun tartışmalara girerdik. Bazen, geceleri sabahlara kadar tartışmalarla geçirirdik, sesimiz yükselirdi kimi zaman...
Gençliğin verdiği heyecan, bilgiden çok duygularımızı ön plana çıkarıyordu; duygu yüklü sözlerle birbirimizi ikna etmeye çalışırdık...
Hayır, hiç kavga etmedik...
Ne o ateşli gençlik yıllarımızda, ne de sonraları çok seyrek görüşür olsak da, erişkinlik yıllarımızda hiç birbirimizi kırmadık...
***
Sonraları, hayat onu Ankara’ya, beni İstanbul’a savurdu...
12 Eylül, hayâllerimizi de, ideallerimizi de taş duvarlar arasına doldurmuş, ümitlerimizi derin kuyulara gömüp üstüne beton dökmüştü...
“UMUT”
“Kovdum nankör kirpiklere oturan / Kalleş uykuları / Direndim kan kokan ölü geceye / Mavi şafakla gelen / Yeni güne sarıldım...”
***
Önce Ankara sonra da İzmir yıllarında, bir yandan geçim gailesi ile boğuşurken, diğer yandan da hep yazdı Turgut...
Çocuk öyküleri ile başladı sanırım.
Kendi çocukluğunu harmanladığı öyküleri, TRT Radyoları çocuk oyunlarında, arkası yarınlarda yayınlanmaya başladı...
Sonraları “Köy Mekânlı Kitaplar” diye adlandırdığı bu öykülerinde, doğduğu toprakları, civardaki mekân adlarıyla özdeş hâle getirerek; acıları, sevinçleri, çaresizlikleri, umutları ilmik ilmik dokudu...
Kitaplarında, gene o toprakların çocuğu Ümit Kaftancıoğlu’nun üslûbunun etkileri görülse de; duru bir Türkçe kullanmaya hep sadık kaldı Turgut.
Yöremiz deyimiyle “aranı-yaylayı” yazdı. Doğduğu köy Dilan ve çevresindeki mekânların adlarını verdi kitaplarına. Kara Kuzu, Kuşkayası, Yanık Değirmen, Zeyno’nun Düşü ’nde hep modern Türk adlarını koydu çocuk kahramanlarına...
***
Ekmek kavgası beni diyârdan diyâra savurduğundan, çok seyrek görüşüyorduk. Bir defasında, biraz sitem ettim: “Neden kitaplarında, anadilimiz Azerice’den de birkaç cümlecik serpiştirmedin?”
“Duru Türkçe’den ödün vermek istemiyorum” dedi...
Kendisi ve eşinin şahsında; çocuk doğuramayan kadınları, onların çektikleri acıları, ekmek kavgasıyla birlikte verilen başka hayat kavgalarının dramını Suçsuz Kadınlar adlı romanında gözler önüne serdi. Yokluğu, yoksulluğu, mihnetleri, meşakketleri kirkitle halılara nakşetti...
Tipi adlı çocuk romanı, 1998 yılında T. İş Bankası Başarı Ödülünü kazandı. İş Bankası yayınlarından çıktı...
***
“ ÖZLEMİŞTİM”
“Bugün / Gökten yıldız / Dağlardan nergis / Bahçelerden Güller / Çalıp / Emzikli bebe gibi acıkan / Ruhumu doyuracaktım / Eğer / Beni kırlangıç gibi/ Kanatlandıran / Kor ateşlere düşüp / Yanan yüreğimi serinleten / Sesin olmasaydı...”
Yaşadığı binlerce mihnete, cefaya, çileye rağmen; inandığı dâvâdan, duruşundan, doğruluğundan, dürüstlüğünden, şerefinden, haysiyetinden zerrece taviz vermedi...
Bir defasında: “Cahit” dedi, “İş Bankası Başarı Ödülü kazandığımda, banka ödül törenine davet ederken bir de uçak bileti gönderdi. Hayatımda ilk defa uçağa bindim...”
Bir zamanlar; devrim, hak, adalet, hakça paylaşım, eşitlik, proletarya üstünlüğü çığlığı atanların önemli bir kısmı, güvercin taklaları atarak patronlara yanaşmış, kılıktan kılığa girerek yetkili adam sıfatı kazanmış, yılan gibi kabuk değiştirerek kızıldan yeşil dolar rengine boyanmış, para musluklarının başına geçmiş, en pahalı şarapları en pahalı restoranlarda, beş yıldızlı otellerin rooflarında içmeye başlamış, geçmişlerinin üstüne bir metre beton dökmüşler; keyiflerine keyif katmışlarken...
Benim yiğidim, bir uçak biletine seviniyordu...
İşte, ben, tam da bunları daha ağır sözlerle yazılarımda eleştirirken üstüne alınmıştı; sitem dolu bir üslûpla: “Ben eskiden ne idiysem bugün de oyum” dedi...
Elbette ki biliyordum. Daha sonraki bu tür eleştirel yazılarımda “İnancından ve dâvâsından taviz vermeyen, adam gibi adam solcuları tenzih ederim” diye şerh düştüm her seferinde...
***
“SERÇELER AĞLAYINCA ÖLÜR”
“Geri verin gençliğimi yıllar / Ben hiç yaşamadım / Ömrüm yokluk cehenneminde / Günlerim / Namerde iyilikle geçti...
Aldım sırtıma / Gerçeğin yükünü / Ardımda acılar birikti dağlardan büyük / Yollarım çıkmaza / Yönüm soysuza döndü / Tutmadım gülün yaprağını / Öpmedim titreyen yüreği / Ahlar ülkesinden çıkamadım hiç / Kapattı kapıyı umut / Çıkmazlarda kayboldum...
Ağlatmayın artık beni / Ölürüm hey / Ben bir serçeyim...” ***
BEN AĞLARIM
“Serçeler ağlayınca ölür” diyen Turgut Erbek’e
Erkekler ağlamazmış!
Ben ağlarım;
Erkekliğimden şüphem yok...
Ama ben ağlarım... Utanmam ağladığımdan...
Kızarım,
Üzülürüm,
Süzülür gözyaşlarım göz pınarlarından...
Sırdaş bulutların yağmur taneleri;
Kalbime de akar, yanaklarıma da...
Ben ağlarım; utanmam ağladığımdan...
Erkeğim;
Erkek olduğum kadar da insanım...
Ağlamak da gülmek kadar bir insanî haslettir;
Geceleri hüzün arkadaşlarımdır
Yağmur damlaları kadar berrak gözyaşlarım...
Doğduğum topraklara,
Özlemiyle yanıp tutuşduklarıma,
Yitirdiklerime, yitip gidenlere;
Yağmur taneleri kadar berrak gözyaşlarımla ulaşırım...
Güldüğüm zamanlarımdan utandığım olmuştur;
Ağladığımdan asla...
Ben ağlarım arkadaş!
İnsanım... İnsanlığımca...
Ölürken de ağlamak isterim;
Ağlarken ölen serçeler gibi...
(Cahit Kılıç 27.09.2009/ İstanbul)
Sözümde durdum Turgut’um... Gözyaşlarım sel oldu ardınca...
***
“GÜNEŞ KIZILI”
“Otursam dere kenarına / Dayasam sırtımı / Güneşin ısıttığı koca taşlara / Şöyle bir ohhh çekip / Uzatsam bacaklarımı / Pamuk bulutlar akıp gitse üstümden / Bölük bölük...
Dolsa burnuma kır çiçeklerinin kokusu / Kelebekler kanat çırpsa renk cümbüşüyle / Bülbüller ağlasa gülün böğründe / Ve uyusam / Güneş kızılına boyansa yüzüm / Uyandığımda/ Şarkı söyleyen suyun / Kuşların sesini duysam...”
Alçaklara, nâmertlere, çilelere, cefalara baş eğmeyen o uzun boylu ama çelimsiz bedenli karayağız Anadolu yiğidi, iki yıl kadar önce yakalandığı sinsi kansere baş eğmek zorunda kaldı...
24 Ocak 2010 tarihinde, sabah saat 05:15’te daha ellili yaşların başında hayata gözlerini yumdu...
Yüce Rabb’im rahmetini ve mağfiretini esirgemesin...
Turgut ile ben, kardeş gibi büyüyen teyze çocuklarıydık...
Cahit Kılıç
İstanbul, 27 Ocak 2011
Not: Anladığınız gibi “Tırnak içinde ve sağa yatık koyu yazılanlar, Turgut’un şiirleridir..”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.