- 602 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ŞİİR VE DİL
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
Şiir, kaynağını duygularda, ifadesini ise dilde bulur. Bir milletin dili ne kadar mükemmel ise, şiiri de o kadar güçlü ve etkili olur. Selçuklu döneminde dilimiz yeteri kadar edebi revizyon göremediği için, Osmanlı’ya geçicimizle edebiyatımız kendine göre yeni bir dil oluşturdu. Buna birçoğu “Osmanlıca” dediyse de, aslında bu dil, hayatın getirdiği bir zarûretti ve bizim entelektüel lisanımızdı. Eh, aydın sokağın diliyle meselesini ifade etmeyeceğine göre, bu defa, daha baskın görünen Fars ve Arap kültürü bu dil üzerinde hakimiyetini kurdu. Bunda, Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin Farsça yazmasının da payı büyük oldu. Aynı çağda yaşamış olmalarına rağmen, Yunus’un Türkçe’de ısrar etmesi, bu eğilimi kırmaya yetmemiştir. Kaldı ki, o günkü Yunus’un Türkçe’si de bugünkü dilimize pek benzemiyordu, Gönül’e “Köngül”, Tanrı’ya “Tengri”, İşte’ye “Uş”, dert, Üzünütü’ye “Göynür”, Ve’ye “Vü”, Acaba’ya “Acep”, Şehir’e “Şar”, Mücevher’e “Gevher” Sonra’ya “Andan” İyi’ye “Yeğrek” Özlem’e “Müştak” diyen bir Türkçe’si vardı. Onun dilinde daha böyle yüzlerce kelime görebilirsiniz. Zaman bu kelimelerin bir çoğunu yontup şekillendirdi ve bizim ses fonetiğimize uygun hâle getirdi. Tabii birçoğuna da gücü yetmedi. Çünkü bunların önemli bir kısmının çıkış yeri bize ait değildi. Yunus’un dilinde yabancı kelime ortalama yüzde 13’tür. Bu, bazı şiirlerinde yüzde 22’lere kadar çıkmaktadır. Onlar olduğu gibi kaldılar. Toplum hayatının sürekliliği esastır. Bu süreklilik içerisinde talep ve arz dengesi iyi kurulamazsa, biri diğerinin üzerine çıkabilir. Osmanlı döneminde, edebiyatın talebi ile dilin arzı dengeli olamadığı için, bu defa kalan boşluğu başka diller doldurmaya başladı. Bugün de öyle değil mi? Dondurucu aletine “Buzdolabı” dedik ama, Beyaz cama ad bulamadığımız için “Televizyon” olarak kabul ettik. Minibüs’ü “dolmuş” yapan halk irfanı, Otobüs’e aynı hızla yetişemediği için onu olduğu şekliyle kabul etti. Bu tür binlerce kelime sayabiliriz.
Bakınız bazı ilginç rakamlar vereyim size: Dil üzerinde çalışan uzmanların belirttiğine göre, dilimizin en az kelime kullanıldığı dönemin eserlerinde, mesela Orhun Âbidelerinde ve Kutadgu Bilig’de yabancı kelime, yüzde 1’dir. Dil geliştikçe, yabancı kelime sayısı arttı… Burada çok çarpıcı bir mukayese vermek istiyorum: Osmanlı münevveri Nabî’nin şiirinde yabancı kelime sayısı yüzde 54 iken, Cumhuriyetin önemli ideologlarından Dilde Türkçülüğü bir rejim projesi olarak takdim eden Ziya Gökalp’te bu rakam yüzde 55’tir. “Arapça asıllı olduğu için hiçbir yazımda ‘Ve’ sözcüğünü kullanmadım” diyen Nurullah Ataç bile, bu kadar keskin bağnazlığına rağmen, yüzde 10 oranında yabanca asıllı kelimeyi dilinden söküp atamamıştır. Bu demektir ki, Osmanlı Aydını kel de, Cumhuriyet Aydını perçem saçlı mı? O günküler, yüzünü Doğu kültürüne döndüğü için oradan aldı, bugünküler de yönlerini Batı’ya çevirdikleri için o taraftan kelimeler ithal ediyorlar…Olan ise dilimize oluyor…
Aslında olan sadece dile değil, şaire de oluyor. Çoğu zaman şairin yaşadığı daha dayanılmaz hâl alıyor. Ben şiirimde “Vuslat” kelimesini çok sık kullanırım. Bu kelimenin Türkçe’deki karşılığı “kavuşma, buluşma” dır. Kelimenin lügat mânasıyla sınırlı kalırsanız, şiirinizde meseleyi çözmüş olur musunuz? Görünürde belki. Ama bir de ıstılah anlamı var ki, işte problem orada bir dağ gibi dikiliyor karşınıza. Bakınız, bunu bir şiirimi buraya alarak dillendirmeye çalışalım isterseniz:
VUSLAT
Vuslat yüreğimde bir ince düğüm,
Çözdüm, ilikledim, gezdim bunca yıl.
Vuslat, düşlerimde herdem gördüğüm,
Türküsünü güne yazdım bunca yıl…
İçimde bir gurbet buhurdanı var,
Ateşi ruhumu kavurur, yakar,
Vuslat, sonsuz aşka adanmış bahar,
Kahrımı ipine dizdim bunca yıl…
Kendimden kendime başlattım koşu,
Ömür boyu aştım nice yokuşu,
Vuslat, hayatımın can veren kuşu,
Onu kâh bağladım, çözdüm bunca yıl…
Vuslat yüreğimde bir ince düğüm olurken, buradaki anlamıyla kendi farklığını ortaya koyuyor. Evvela hece düzeninize uymuyor. Hadi onu bir şekilde hallettiniz. Ama, kavuşmanın derûnîliği yok ki. Bir insanın sevgilisine “kavuşma” sı vuslat değildir. Bir insanın arkadaşıyla “buluşma” sı da vuslat olamaz. Çünkü Vuslat sonsuz aşka adanmış bahardır, kendi varlığını Onun varlığında eritme amacıyla buluşma, kavuşmadır. Halbuki bu, tamamıyla maddîdir. Kavuştuğunuzda kendi kişiliğiniz üstelik biraz daha ön plana çıkar, hasretin sona ermesinin verdiği bir tatmin duygusu vardır.
Mevlâna bunu çözüme götürememiş sonunda, “Şeb-i Arûs” diyerek işi bitirmiştir. Uhrevî âlemde bunu yapmanız mümkün ama maddî hayatın sürekliliği içerisinde meseleye çözüm aramanız gerekir. Çünkü, hayat sizde bitse de başkasında devam ediyor. Talep ise süreklidir. Bana cevap veremiyor olması, başkalarına da vermemesi gerektiğini ifade etmez. Bu bakımdan dilimizi geliştirmek zorundayız. Hiçbir toplum, her çağda medeniyet değerlerini aynı kalitede gerçekleştiremez. Önemli olan medeniyetin ve kültürün gelişmesini sağlayan standartlaşmış değerlerin var olmasıdır. Kültürde seviye kaybının önüne dille geçilir. Dil, bir toplumun sosyal şuurudur. Konuştuğunuz dille düşündüğünüze göre, düşüncenin mükemmeline de dilin mükemmelliğiyle ulaşırsınız. Bugün Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde 55 bin dolayında kelime vardır. Bu kelimelerin tamamını, artık bırakın günlük hayatı, bugün edebî hayatımızda bile kullanamıyoruz. Problem burada başlıyor. Bizim aydınımızın kullandığı kelimenin miktarı 7 binleri aşmıyorsa, neyden şikayet edeceğiz? Elin adamı bu rakamı bunun on katına kadar çıkarabilmektedir.
Daha fecîsi ise, bu ülkenin son elli yılda sayısız dil depremi geçirmiş olmasıdır. Sessiz sedasız gelip tahribatını yapan bu deprem, bir yazarı bile kendisiyle çelişir hâle getirmiştir. Düşünebiliyor musunuz, “2. Yeni” akımının öncülerinin, o günkü çok ileri olana dilleri bile bugün yeniden sadeleştirme adıyla kendi özünden uzaklaştırılarak yayımlanmaktadır. Hadi onlar bunu hak ettiler diyelim. Çünkü bu çığırı onlar açmışlardı. Dilde sınırsız ve süratli bir uydurma akımını başlattılar. Şimdi o enkaz üzerlerine devrildi. Peki ya toplumun günahı nedir? İnsanlar fantezilere kapılabilirler. Gençliğimde, ben de bu hataya düştüm ve güyâ Arapça-Farsça bildiğimi göstermek için, ağdalı Osmanlıca ile şiirler yazdım: “Dest-i Asmânı şitâ kavurdu benliğimi,/ Didâr-ı Hüdâ için dönüp çırpındım yine” gibi… Bu mısraları yazdığımda 20 yaşlarındaydım. Ama çok çabuk sıyrıldım bu anlamsız durumdan ve kendi kanalıma dönerek, hemen arkasından, gerçek dilime döndüm:
Minareler semaya açılan bir pencere,
Burda vecdi duyanın bakışı sonsuzadır.
Kubbeler sıra sıra yolculara basamak,
Burda insan selinin akışı sonsuzadır.
Bir aşka gönül verip hasretle yananların,
Güzelliğin peşinde sevdâyı ananların,
Mermerlere imanı işleyen Sinanların,
Mermerlere ruh veren nakışı sonsuzadır.
Burda dillenen sükût bir hayâl saltanatı,
Burda âyetler ruha aşılıyor firkâti,
Burda sebiller baygın, bülbüller okur Nât’ı,
Ve burdaki yolculuk çıkışı sonsuzadır!..
Mısralarındaki hiç olmazsa daha saf Türkçe’ye döndüm. Ha, buna rağmen, şiirim de mistik bir öz varsa, onun dili de olacaktır tabii. O coğrafyaya girdiğiniz zaman orasının denizini, dağını, deresini, tepesini kabul edeceksiniz. O hangi kelimeyle anlatılırsa onunla konuşacaksınız. Vuslat’ın yerine buluşmayı koyarsanız, bu otobüste, terminalde, kahvede buluşmaya döner ve “şiir” de “miir” olup çıkar!... Bizim problemimiz burada. Bu problemi aşmak için yapılması gerekenler hususunda ciddi bir çabamız olmadı. O da yetmiyormuş gibi, dil hassasiyeti taşıyan insanlar horlandı, dışlandı, hatta taşlandı. Dili ideolojik araç yaptılar. Kelimelerimize kıydılar. Hiç olmayacak bir şeye bile tevessül ettiler, “Dilde Irkçılık” gibi bir şizofrenik hastalığa tutuldular. Dili, millet yapar. Millet kendi irfanına, kendi kültürüne, kendi gelenek ve göreneğine göre kelimeleri eğer, büker şekillendirir ve kullanır. Aydın bu kelimelere kimlik kazandırır. Çok ilginç bir sonuçtur ama maalesef gerçektir: Bizim halkımız dil toleransı ve uygulaması bakımından aydınımızın önemli bir kısmından öndedir…
Bizde maalesef bir dönem “uydurma dil-geri dil kavgası” yapıldı. Hatta bu öyle boyutlara vardı ki, insanlar kimlikleri ve kişiliklerini dilleriyle ortaya doydular. Bir insanın hangi ideolojik kampta olduğunu kullandığı dilden anlamanız mümkündü. Gerçi bu tamamıyla kalkmış değil, belki geri plana itildi ama, hâlâ birilerinin kafasında bu ilkelliğin izleri durmaktadır. Gelenekçiler, devrimcilerin kullandığı dili, devrimciler de gelenekçilerin kullandığı dili reddederken arada zararı gören Türkçe oldu. Dil hem dayandığı geçmişinden budandı, hem de ileriye açık kapıları suratına kapatılarak ilerlemesinden edildi. Bu kör dövüşü olmasaydı, dilimiz bugün bu duruma düşmezdi ve şiirimizde dil sancısı çekmezdi. Türk aydını kelimelere kaynağından dolayı tavır alırsa, ortada Türkçe’nin ne hâle geleceğini düşünebiliyorum. Bunun en çarpıcı örneğini İngiltere verir. İngiltere Devlet Başkanı Churchill, bundan yarım asrı biraz aşan bir dönemde, kendi ülkesindeki İngilizce’nin anlaşılmazlığından yakınarak, bu dilin sadeleştirilmesi için bir çalışma başlatmak ister. Bir akademik komite kurulur ve bunlar işe koyulurlar. İki yıl sonra, komite üyelerini çağırır. Neler yaptıklarını sorar. Onlar da, “İncelemeleri yaptık, İngilizce’nin yüzde 35 kadarı Fransızca kökenli kelimelerden oluşuyor. Yüzde 20 kadarı Latince’den geçme, bilmem şu kadarı Almanca’dan, şu kadarı İtalyanca’dan alınan kelimelerden meydana geliyor.” Churchill, bunların kaldırılması durumunda, Shakspeare’in eserlerinin nasıl oluşacağını sorar. Onlar da, “Ortada bu eserlerden pek az şey kalır”, derler. Bu defa, Devlet adamlığı vasfının gerektirdiği şekilde konuşur: “Britanya adalarının yarısını vermeye razıyım ama, Shakspeare’in bir eserinden vazgeçmem! Bırakın bu çalışmayı, İngilizce bu hâliyle kalsın!..” Biz böyle kararlılıkta devlet adamı, dilini Yahya Kemal’in tâbiriyle ağzındaki ana sütü gibi gören aydını, kelimeyi kuyumu gibi işleyip yeni dil mimarisi oluşturan şairi ve yazarıyla bir şeyler yapabilirsek, meseleyi hallederiz. Bunu yapmadıkça, günümüzün şairleri de kendi çağlarının sesi olarak kalıp geriden birşeyler almadıkları için ileriye de birşeyler bırakamazlar!... Bu kaos, ise ülke kültürünü başkalarının kontrolüne sokmaktan başka işe yaramaz! Zaten karşımızdakilerin istediği de bu değil mi?...