- 1110 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Mücadele Azmi Yönüyle Mehmed Akif Ersoy’u Yadetmek
27 Aralık 1936 tarihinde aramızdan ayrılan İstiklal Marşı şairimiz Mehmed Akif’i rahmetle yad ediyoruz. İnsanlar eserleriyle ebedileşirler. Bu meyanda Akif hem yaşadığı çile ve mücadele dolu hayatıyla bizlere bir örnek olduğu gibi başta Safahat olmak üzere bıraktığı eserleri onu ebedileştirmiştir. Bu eserleri onun bize bıraktığı ve bizimde nesilden nesile aktarmamızla yükümlü olduğumuz bir emanettir.
Onu anarken onun bu mücadele dolu hayatından ve inandığı davasından örnekler vererek onu daha diri tutmak, yeni neslin kafasında her yönüyle bu dava adamını canlandırmak gerekir. Bu yazımızda bu amaçla Akif’in azmi üzerine durmak istiyoruz.
Mehmed Akif, kendini milletine adamış, onun sorunlarına çözümler arayan bir dava adamı ve idealist bir sanatçıydı. Yaşadığı dönemde ülkenin ve top yekûn İslam coğrafyasının içinde bulunduğu acı durum onu ziyadesiyle rahatsız etmekteydi. Mehmet Âkif, hem milletin içinde bulunduğu içler acısı durumdan hem de bu sıkıntılardan kurtulmak için gayret sarf etmeyen ve yeise düşen kendi devrinin insanından şikâyetçiydi. Ancak o bu durumdan yılmadı, o zamanki sınırlarımız dâhilinde gittiği vatanın en ücra köşelerinde kurtuluşu gerçekleştirmek için insanları mücadeleye çağırdı.
Ye’se karşı Üstadın bu coşkun imanı hiç şüphe yok ki Kur’andan mülhemdir.(Doç. Dr. Ramazan Gülendam, Mehmet Âkif’e Göre Müslümanlardaki Ümitsizlik İlleti)
Eşref Edip şöyle ifade eder: “Üstad, ye’sin müthiş düşmanı idi. Ye’se karşı ateş püskürürdü. En felâketli zamanlarda, devleti, milleti her taraftan musibet kapladığı, bütün ümitler kırıldığı, maddî ve manevî her şey sönüp gitti zannedildiği en tehlikeli zamanlarda o, asla fütur getirmemiş, ye’se kapılmamış, ye’se düşenleri şiddetle mu’aheze etmiş, ‘ye’sin küfürden, intihardan başka bir şey olmadığını’ haykırmıştır.
İstiklâl Savaşı’nın yapıldığı günlerde Taceddin Dergâhı’nda Yusuf Akçura’nın “-Ümidiniz nasıldır?” sorusuna Âkif, “Ben hiçbir zaman nevmid değilim. İman olduktan sonra muvaffak olacağımıza şüphe yoktur. (…) Biz ne vakit aramızda vahdet gösterir, milleti hak yoluna davet edersek o, derhal mütabeatte kusur etmez, her fedakârlığı ifâya şitab eder” cevabını vermiştir.
Okuduğum bir yazıda “insanoğlundan düşmanlarının sıralaması yapılması istenilse bu sıralamada ümitsizlik belki hiç yer bulmayacak, çünkü ümitsizlik düşman olarak görülmez. Aslında insan maddi ve manevi kemalatın önüne kurulmuş en büyük tuzağın ve düşmanın ümitsizlik olduğunun farkında değildir” diyordu. Gerçekten de iyice düşündüğümüz de en büyük düşmanımızın ümitsizlik ve yenilgiyi kabullenip, mücadele etmeden şartları peşinen kabul etmektir. Mehmed Akif de bu gizli düşmanı görmüş ve onu tabiri caiz ise adeta deşifre etmiştir.
Allah’ın rahmetinden ümit kesmek dinen de yasaklanmıştır. Yusuf Suresi 87. ayetinde “Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin... Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez” buyrulmaktadır. Ayetteki Allah’ın yardımından ümidi kesmemek hükmünden yola çıkan Âkif, Balkan Harbi yıllarında Osmanlı-Türk toplumunu içine düştüğü ümitsizlik ve karamsarlık girdabından kurtarıp azme, ümide, gayrete, çalışmaya ve mücadeleye sevk etmeye çalışır. Ona göre geleceği karanlık görerek ye’se düşmek ve mücadeleden vazgeçmek “alçak bir ölüm”dür. Allah’a inanan bir kimse böyle bir hâle veya böyle bir ölüme razı olamaz. Çünkü Allah’ın inayetinden ümidini kesip ye’se düşmek, apaçık “şirk”tir; bunu da ancak “kâfirler” yapabilir.
Âtîyi karanlık görerek azmi bırakmak…
Alçak bir ölüm varsa, emînim budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani, görsem de gözümle:
Îmânı olan kimse gebermez bu ölümle.
……
Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.
Aynı konu, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Gölgeler’deki “Ye’is Yok” ve “Azimden Sonra Tevekkül” başlıklı manzumelerde, bu defa başka ayetlerden hareketle tekrar işlenir.
“Ye’is Yok” isimli manzumenin hareket noktası, Hicr Sûresi’ndeki “Dalâlete düşmüşlerden başka kim Tanrısı’nın rahmetinden ümidini keser?” mealindeki 56. ayettir. Ümidini, azmini, mücadele gücünü yitiren bir birey veya toplumun yüz yüze kalacağı karanlığı tasvir ederek şiirine giriş yapan Âkif, “ye’s” ile “tevhid”in bir arada olamayacağını; dolayısıyla bu hâlin “mülhidlik” (dinsizlik, sapıklık) olduğunu belirtir.
Ey, Hakk’a taparken şaşıran, kalb-i muvahhid!
Bir sîne emelsiz yaşar ancak, o da: Mülhid.
Birleşmesi kâbil mi ya tevhîd ile ye’sin
Hâşâ! Bunun imkânı yok, elbette bilirsin.
Beşikten itibaren bütünüyle ümitsizlik aşılanan bir gençlik ve toplumla karşı karşıya kalan Mehmet Âkif, metnin sonunda sözünü şu mısralarla bağlar:
Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol…
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.
Âl-i İmran Sûresi’nin “Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a dayan…” mealindeki 159. ayetini hareket noktası alan “Azimden Sonra Tevekkül” başlıklı manzume, adı geçen ayetin hükmünü “köhne telakki” ve “masal” olarak niteleyen kişi ile Âkif’in diyalogu üzerine kurulmuştur.
Söz konusu anlayış karşısında öfkelenen Âkif, manzumede daha çok yanlış tevekkül anlayışını eleştirir.
Allah’a dayandım!” diye sen çıkma yataktan…
Ma’nâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!
Ecdâdını, zannetme, asırlarca uyurdu;
Nerden bulacaktın o zaman elindeki yurdu?
Üç kıt’ada, yer yer, kanayan izleri şâhid:
Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücâhid.
Âlemde “tevekkül” demek olsaydı “atâlet”,
Mîrâs-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet?
(Prof. Dr. İsmail ÇETİŞLİ, Mehmed Akif’in Şiir Kaynaklarından Biri Olarak Kur’ân-ı Kerîm)
Akif’in bu yönü bize bu gün de rehber olmalıdır. Ümitvar olmak bizi her zaman hayata bağlayacaktır. Bunalıma girmek, yeise düşmek acizliğin bir ölçüsüdür. Oysa insanoğlu azmederse aşamayacağı hiçbir engel yoktur.
Yenilgiyi baştan kabullenenler zaferi asla kazanamazlar. Slogan olan şu sözü hiç unutmamak gerekir. Zafer, ona inananlarındır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.