- 2861 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TÜRK TARİHİNDE (HUNLARDAN OSMANLILARA)POLİSLİKLE İLGİLİ FAALİYETLER
Türk milletinin ahlâki değerler karşısındaki tutumu Göktürk Hakanı, İstemi Han’ın: “erkekleri cesur, kadınları iffetli olan milletler, daima ebedi olur,” sözünde kısaca anlaşılmaktadır. Türk tarihinde en dikkati çeken şey, devletin ve toplumun ebed-müddet olması için gerekenlerin hemen yapıldığıdır. Türklerde teşkilâtçı olmak gibi bir gelenek, daima var olmuştur; ve bu teşkilâtçı gelenek, her yerde zaman ve mekân kavramlarını kendi lehine çevirmesini bilmiştir. Bu cümleden olarak Göktürkler zamanında dikilmiş olan kitabeler, bize kalıcı bilgi ve öğütler vermesi bakımından bahsedilen geleneğin ölmez bir misalidir.
Bu bilgiler her zaman güvenlik ve devamlı bir hakimiyet için çok uzun vadeli politikalar geliştirilmelisi ve bu politikaların sonraki geleceklere aktarılması gerçeğini aklımızda tutmamızı gerektirmelidir.
Bu gerçek Hunlardan sonra kurulmuş olan Göktürklerde özelliklere onların ünlü Hükümdarları Bilge Kağan tarafından kavranmış uygulanmış ve tarihe, haliyle kendilerinden sonra geleceklere intikal ettirilmek için kitabelere derc edilmiştir.
Göktürk kitabelerinde Türk töre ve geleneklerinin bozulduğundan söz edilir. Bu gerçek kitabelerde sık sık vurgulamıştır.
İlk Müslüman idare olan, Karahanlılar döneminde İslâm öncesi devlet ve toplum idaresinin sonsuz olabilmesi açısından öğrenilenler sanki Kutadgu Bilig gibi bir eserle ölümsüzleştirmiştir.
Hintlilerin ilk yazılı eseri Kama Sutra, İranlıların bu anlamda eseri Şehname ile karşılaştırılınca, Kutagu Bilig’in değeri ve önemi tartışmasız birincidir. Kama Sutra’da hissi, Şehnâme’de maceralarla dolu satırlar varken, Kutadgu Bilig’de bir devletin devamlı kalabilmesi için, gerekli nasihatler önemle yazılmıştır.
Büyük Selçuklular zamanında, İranlı olmasına rağmen devlete hizmeti kıstas olarak kabul gören Nizamü’lmülk’ün Siyasetname’si aynı şekilde değerlendirilmelidir. Bu eserde de devlet yöneticilerinin nasıl olması gerektiği titizlikle vurgulanmış ve tarihe mal edilmiştir.
Anadolu Selçuklularında, Mevlâna felsefesi elbette bir idarenin önem verdiği hoşgörü ve ruh disiplini ile doludur.
Osman Gazi’nin, oğlu Orhan Gâzi’ye vasiyeti ve sonraki Osmanlı padişahlarının kanunları ve uygulamaları, yine bu minvaldir. Fatih Sultan Mehmet, hükümet olduğu döneminde, çağ açıp çağ kapatırken; Muhteşem Sultan Süleyman, o tarihlerde Kanuni unvanıyla anılır; olmuştur. Tebaasından “Hıristiyanları kilisede, Musevileri havrada, Müslümanları camîde görmek” isteyen, II. Mahmut zihniyeti, adaleti şiar edinmiş bir devletin son anına kadar devam etmiştir ki bugün eski sınırları üzerinde kurulan devletlerin, çoğunda bu adalet uygulaması, o zamana nazaran tartışılır düzeyde geri kalmıştır…
Göktürk kitâbelerinde, “Sü-başı” olarak anılan devlet idaresindeki kuvvet; gerektiği hallerde kargaşalıkları önlemek için iç ve dış düşmana karşı görev üstlenmiştir.
Göktürk kitâbelerinde de geçen bir unvan olan Subaşılık/Sübaşılık, bir subaşı iken, koca Büyük Selçuklu devletini kuran, Selçuk Bey, adıyla tarihimizde bir ilk olmuştur. Subaşı unvanlı Selçuk Bey’in adıyla anılan devleti kurması bile, subaşı unvanı ve o unvana sahip bir kişiliğin erkini, erdemini, dirayetini kısaca özelliklerini anlatması bakımından hatırlamaya yeter. Bu unvan Büyük Selçuklulardan, Anadolu Selçuklularına onlardan da Osmanlılara geçmiş ve devamlı kullanılmıştır.
Yasalarıyla dillere destan Cengiz Han(1202-1227)[1] ve başarılarını disiplin içinde uygulayan Timur ve onlar zamanından kalma kitaplardaki anlatılanlar, disiplin ve idarenin devlet iç bünyesindeki önemli yanlarını ortaya koyması bakımından çok mühimdir. Elbette bize düşen bu bilgi ve verileri tarihin tenkit süzgecinden geçirip günümüze uyarlayabilmeyi becermektir.
Moğollarla ilişkileri daha yoğun olan Harzemşahlarda “sübaşılık”, “şahne” adıyla anılmışken; Selçuklular da nispeten bu unvanı kullanmışlardır. Fakat zaman içinde devlet sınırlarının genişlemesi ve nüfusun artması, suç çeşitlerini çoğaltınca ordu kumandanı görevindeki subaşıların işleri zorlaşmıştır. Böyle olunca idare edilecek yerlere daha alt bir unvana sahip şahneler atanmıştır. Bu unvan Moğol etkisinin arttığı yerlerde daha sık kullanılmıştır.
Türk tarihinde, bugünkü iç hizmetlerden ve güvenlikten sorumlu olan Polis teşkilâtı ve görevlerini daima asker kökenli kişiler yürütmüşlerdir. Ancak son yıllarda (1846) polislik teşkilâtının çekirdeği diyebileceğimiz kurumlar oluşturulmuştur. Bu kurumların oluşturulması Avrupa’da bizden öncedir. Bunun sebebini onlardaki suç çeşit ve şekillerinin daha erken başlamasına yormak mantıksızlık olmaz.
Türk polisinin ve jandarmasının tarihi, Türk tarihiyle aynı tarihte başlamıştı düşüncesi doğrudur. Fakat her zaman devletini ve milletini, onun bekâsını ilke ve ülkü olarak yaşatmış olan milletimiz, milli birlik ve beraberlik duygusuyla kolluk kuvvetlerine yardımcı olmuş ve onları kendi içlerinden çıkan öz değerleri saymıştır. Gelenek görenekleri, devlet ve milletinin devamlı var olması için dizayn edilmiş bir milletin elele olmuşluğu tarihlerin yazdıkları doğrulardandır.
Türk dünyasının şekillenip yapılanmasındaki katkıları inkâr edilemeyen büyük şahsiyetler, Türk tipi aile yapısının korunmasında önemli olan ahlâk ve edep kurallarını toplum adına korumalarının yanında; günün ilim adamlarının da katkılarıyla toplumsal ahlâkın daha ileriye götürülmesi ve bu kurallar bütünün uygulanmasının sıkı takipçileri olmuşlardır.
Oğuz Töresi, Timur Tüzükâtı ve Cengiz Yasaları doğrultusunda oluşturulan ‘Türk Töresi’ fuhuşla mücadele için çok daha ağır müeyyideler koymuş ve Türk aile yapısının korunmasına büyük bir önem vermiştir. [2] Her zaman ve mekânda birlik ve beraberliğin oluşması, özgürlük ve bağımsızlığın sağlanmasının yanında, düşman saldırılarına karşı tek vücut olarak savunma yapabilmek için, toplum barışının önemli olduğunun bilincinde olmuşlardır.
Çağlar boyu devam eden önemseme doğrultusunda, Türk Milleti, namussuzluğu en ağır cezalarla cezalandırarak, bütün dünyaya nam salan ‘Türk Dünya Görüşü’nün her haliyle erdem ve insanî duygularla dolu olduğunu her zaman ve zeminde ortaya koyma başarısını göstermişlerdir[3].
Türk Milleti, mevcut erdemleriyle birebir örtüşen İslâmiyet’i kendisine din olarak seçtikten sonra, ahlâkî-edebî duygu ve davranışları daha ileri seviyelere taşıdı. ‘İslâmî Kurallar’la birleşen Türk Ahlâkı, var oluşundan itibaren süregelen aile yapılanmasını korumakta en önemli dayanak oldu. Bu zaman dilimi içinde kurulan Türk devletleri, toplum huzuru açısından felâket derecesinde gördükleri hususları geçmişlerinden gelen ahlâk ve edep anlayışlarını ‘İslâmi akîdeler’e uydurarak sürdürmeye devam ettirdiler.
Devlet idaresini korumak ve savunmasında görev almak anlamına da gelen askerlik, bu sebeple bizde gönüllülük esasına dayanmıştır. Türklerin, insan haklarına verdikleri önem ve mazlumu koruma duygusuyla birlikte adil olmayı din, dil ve ırk ayrımı yapmadan uygulama erdemiyle gerçek mânada ‘Dünya Devleti’ sıfatı yükleyerek tarihe ve insanlık alemine hediye ettikleri ‘Osmanlı İmparatorluğu’, yönetim anlayışı olarak tarihten gelen ‘Türk Töresi’nin, İslâm’a ters gelmeyen büyük bir bölümünü yönetim anlayışının merkezine oturttu. Bu bağlamda, Fatih Sultan Mehmet Han’ın fethederek imparatorluğun başkenti yaptığı ve zamanın da dünyanın en büyük şehirlerinden olan İstanbul’da yaşayan her ırk ve dinden insanların, Türk ahlâk yapılanması doğrultusunda huzur içinde yaşamalarını sağlamakla görevlendirilen Ahlâk Zâbıtasının başında ‘Türk Zabıta Tarihi”nin en eski zabıta amirlerinden olan Subaşı/ Sübaşı/ Sü-başı[4] bulunuyordu. Osmanlı İmparatorluğunun Yükselme Devri’nde görev yapan bu zabıta amirlerinin kullandıkları ‘Zabıta Nizâmı’ "Zincirleme Kefâlet" kuralları idi. Bu doğrultuda, toplumun reddettiği ve suç olarak algılanan kurallara aykırı davranışlar karşısında daha çok kefiller vasıtasıyla önlem alınmaya çalışılırdı. Bu devirde zabıta amirleri tarafından yapılan denetimler sonucu toplumun benimsediği ve yönetimin belirlediği kurallara uymayanlar hakkında gerekli işlemler yapılır, belirlenen cezalar uygulanırdı.[5]
Polis Teşkilâtının kurulduğu ve ‘Teftiş Memuru’ sıfatıyla göreve başladığı 1845 tarihi öncesinde; fuhuş yapıldığından şüphelenilen evler, semtin mahkeme nâibi ve mahalle imamı tarafından basılırdı. O zamanlar, ‘Genel Türk Karakteri’ olarak, ‘Mahalle Namusu’ şehrin yönetici ve yaşayanlarının üzerinde titredikleri bir kıymet ve erdem bütünlüğü olduğundan asırlarca bekârlar tek başlarına mahallere sokulmaz, semt semt bekâr odalarında kalmaya mecbur tutulurlardı.[6]
II. Meşrutiyetin ilân edildiği 1909 yılında Emniyeti Umumiye Müdürlüğü kurulduğunda, İstanbul Emniyet Müdürlüğü bünyesinde Asayiş Şubesine bağlı olarak Zâbıta-i Ahlâkiye birimi de faaliyetine başladı.[7]
Bundan sonra yeniden yapılanma içine giren genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı Devletinden miras aldığı ‘Polisiye Yapılanmayı’ 1937 yılına kadar devam ettirdi. Görev ayrımı yapılarak Belediye ilgili, mülki idare ile ilgili, askeri idare ile ilgili birimler ve onların alt kuruluşları zaman şartlarına uygun olarak tanzim edildi. Bu sebepledir ki belediye asayişiyle ilgili olarak görev yapanlar ”zabıta”, mülki asayişle ilgili olanlar “zaptiye” (jandarma-polis), askeri asayişle ilgili olanlarda “inzibat” adlarıyla anılmaya ve görev yapmaya başladılar.
I- İSLÂMİYET’TEN ÖNCE TÜRKLERDE KOLLUK HİZMETLERİ:
“Sebebi ne olursa olsun insanoğlu tarih boyunca düzenler kurmuş, düzenler yıkmış fakat hiçbir devirde düzensiz bir yaşamı sürdürmemiştir.
Düzenin kurulması ile birlikte, onun korunması ve sürdürülmesi de toplumun baş kaygısı olmuştur. Bu nedenle şimdi adına Devlet dediğimiz toplumlar, gerek toplumun kendisini ve gerekse üzerinde yaşadıkları ülkeyi dış ve iç saldırılara karşı korumak için özel teşkilâtlar kurmak zorunda kalmışlardır.
Genellikle dış saldırılara karşı ordular, iç saldırı ve kural dışı davranışlara karşı da güvenlik kuvvetleri kurulmuştur. Bu teşkilâtlar kurulmasına olan ihtiyaç, toplumların teşkili ile birlikte meydana gelmiş olduğundan, askeri bir güvenlik kuvveti olan Türk Jandarmasının da gerçek kuruluş tarihi, ilk Türk devletinin kuruluş tarihlerinin aynısıdır. Ancak Türk ulusu o kadar eski ve köklü bir ulustur ki; asrımızın bilimsel imkanları içinde dahi bu asil ulusun yaşlı dünyamızdaki ilk tarihini belirtmek yine de olanaklarımızın dışındadır.
Burada belirtmek çalıştığımız tarihler, Jandarma örgütündeki bazı atılım ve bazı köklü değişimlerin tarihleridir. Türk jandarmasının tarihçesi haliyle Polis teşkilâtının tarihçesi işte bu gerçeklerin ışığı altında düşünülmelidir.
Göktürklerin Orhun yazıtlarında, “Sübaşı” ve “Yargan” kelimesiyle ifade edilen bir zabıta teşkilâtının, Hakan emrinde olarak emniyet ve asayişi temin ettiği anlaşılmaktadır
Büyük Selçuklularda “Sübaşı”, “amîd”, ”reis” ve “şahne”; Anadolu Selçuklularında: “Subaşı”, “şahne” zabıta örgütü ve faaliyetlerine ait memuriyet veya makâmlardır.
Türklerde İslâm öncesi yönetim, halkın huzuru ve ahlâk değerleri önceliğine ve özellikle törelere göre uygulanmıştır.
Türklerin İslâm’dan önceki dönemlerinde hukuk nizâmları ve özellikle hususi hukukları, kendi örf ve adetlerini kapsamaktadır.
Ancak Uygurların Çinlilerle uzun zamandır gerek siyasi, gerekse ekonomik alanda büyük işbirliği içinde olmaları sebebiyle hukuk sahasında Çinlilerle benzerlik içinde oldukları görülür ki bahsedilen şartlar içinde böyle olmaları normaldir. Ancak, vesikalardaki Çin tesiri ancak şekil ve muhteva bakımından olmuştur.[8]
“Çağdaş anlamda kurumsal istihbarat çalışmalarının ilk örneklerine dünyada, İngilizlerin Kraliyet Gizli Servisi’ni kurmalarıyla 1530’lu yıllara rastlanır. Fransızlar 18. yüzyılda daha sonra da Almanlar ve diğer Batılı ülkeler istihbarat teşkilâtlarını oluşturmuşlardır. Ancak istihbarat veya haber alma konusunda, insanlık tarihinin oldukça eski, güçlü deneyimleri vardır.
“Ortaçağda Batı Avrupalılar istihbarat konusunda ileri olmadıkları için Moğolların Batı’ya doğru ilerlemeyi hedef tuttuklarını göremediler ve Bizansı desteklemek yerine onu zayıflatarak yenilgilerine yol açtılar. Yani Batı’nın istihbaratındaki eksiklik Türklerin bir çağa damgalarını vurmadaki en önemli avantajlarını oluşturmuştur.” [9]
Çağdaş anlamda olmamakla birlikte, istihbarat türü çalışmalar Türk tarihinde ilk dönemden itibaren hep var olmuştur.
A-METE VE HUN İMPARATORLUĞUNDA ASAYİŞ FAALİYETLERİ
Mete, bir millet yaratma yolunda, Türk tarihinin büyük bir başlangıcıdır. Büyük imparatorluklar, büyük olaylar, onunla ve onun kurduğu düzen ile başlar. Elbette ki Mete’den önce de, Türkler vardı. Ancak, Mete’nin büyük bir ülküsü ve kendi kavmine karşı da bir tutkusu vardı. Bizi ona borçlu kılan asıl sebep budur. Mete’nin en büyük başarısı, bütün Ortaasya ve Türk kavimlerini, bir araya getirmiş olmasıdır. Mete bununla da kalmamış, onlara millet olma bilinci ile şuurunu, aşılamıştır.
O, Türk kavmini bir insan vücudu gibi, bir başla duyan ve bir başla hareket eden, bir millet ve bir ordu halinde meydana getirmiştir. Bu da, onun bir sanatı idi. Çünkü onun yetiştiği muhit ve inandığı töreler ile gelenekler, böyle idiler. Böyle yetişmiş ve böyle görmüştü. Sonradan kurulacak olan Göktürk ve Selçuk imparatorlukları da, temel ve mayalarını, onun törelerinden alacaklardır.[10]
Mete, askerlik dehâsını, daha çok Türk kavimlerini bir araya getirmek için kullanmıştır. Çünkü onun akrabaları da, atlı ve güçlü idiler.
Mete, yalnız Türk tarihinde değil; dünya tarihinde de yeni bir çağ açmıştır. Onun yenip de batıya sürdüğü kavimler, Hindistan’da ve batının çeşitli yerlerinde, yeni yeni imparatorluklar kuracaklardır.
Türk destanlarından anlaşıldığına göre, Mete, yalnızca bir hakan değil, kendi milletinin babası, hocası ve her şeyi idi.
Mete’nin M. Ö. 176 yılında, yani ölümünden iki yıl önce Çin İmparatorluğuna yazdığı mektupta şöyle diyordu: "Tanrının yardım ve şefaati; Subay ve askerlerimin yüksek savaş yeteneği, atlarımın gücü ve kuvveti ile bütün Yüeçiler’i ezdi. Başlarını kesti, Ölenler öldü; teslim olanlar teslim oldu; böylece göğün altında, (yani dünyada) asayiş ve dirlik kurulmuş oldu. "
Yine bu mektuptan anlaşıldığına göre, Mete’nin idaresi altına girmiş olan herkes, "Hun" lu olmuş oluyorlardı. "Hun" adı, yalnızca bir kavmin adı değil; devletin içinde yaşayan halkı da, içine alıyordu. Mete bu mektubunda idaresi altına aldığı memleketleri ve dolayısıyla Doğu Türkistan’ı da aldıktan sonra, şöyle diyordu: "Bunların hepsi, Hun oldular; yay çekebilen (okçuların) hepsi bir tek aile haline gelip, birleştiler", diyordu.
Büyük bir hakanın vazifelerinin neler olduğunu da, yine Mete’nin bu mektubundan öğreniyoruz: "Şimdi kuzeydeki bütün ülkelerde, dirlik ve düzeni kurdum. Şimdi silâhlan bir tarafa koymak, subay ve birliklerimi dinlendirmek, atlarımızı beslemek istiyorum... Çocuklarımız ve gençlerimiz büyüsünler, yaşlılarımız ise huzur içinde yaşasınlar [11].
Aynı zamanda töreyi koruyan bir büyük olarak ortaya çıkan Mete, "Ordumun silahlarını artık çıkartıp, rafa kaldırmak; Subay ve askerlerimi, dinlendirip, mutlu yaşatmak; atlarımı, besiye almak istiyorum! demişti.
Burada, Mete için önemli olan şeyleri, birbiri arkasından sıralanmış olduklarını görüyoruz. Mete, askerleri ile atlarını aynı önemde görüyordu. Silahlar ise, en başta yer alıyordu.
Herhalde Mete’nin Çin ile yapılmış olan eski antlaşmaları, M. Ö. 200 de Çin İmparatorunun kuşatılıp, serbest bırakılmasından sonra yapılmıştı.[12]
Mete’nin reformcu kişiliği çok katı ve kesindir. Saf düzeni oluşturma ona aittir. Askere eğitimden sonra deneme sınavı yapardı. Başarısız olanlara ağır cezalar verirdi.
Atlı birlikleri disipline etmiştir. Bu askeri taktik ilminin ilk kurucusu ve uygulayıcısıdır. Hunlar atlı birliklere en iyi taktikleri uygularlardı. Önce düşmana mümkün olan en büyük güçle yüklenmek sonra düşmanı çevirmek önemli taktikleriydi.
Mete, Türk kavimlerini kendi etrafında toplamıştı. Bu şekilde Çinle baş edecek güce ulaşmıştı. Mete, gençliğinde Yüeçiler’e esir olarak kaldığı dönem, onlardan çok şey öğrenmişti. Onun ıslık çalan oku ve iyi at yetiştirmesi meşhurdur.
Mete, Orta Asya da Türk birliğini sağlamıştı. Çinlilerle savaşlarında meşhur Turan taktiğini uyguluyordu. Bir de asıl genç savaşçıları saklayarak Çinlileri yanıltmış ve büyük bozguna uğratmıştır. Bu savaşta (Pai-Teng)orduyu at renklerine göre düzenlemişti. Savaş sonunda iki büyük devlet arasında akdedilen ilk anlaşma oldu.
Mete, M. Ö. 174’de öldüğü zaman -Büyük Hun İmparatorluğu- Hâkimiyet anlayışı, sosyal yapısı, idari ve askeri kuruluşları bakımından kudretinin zirvesinde bulunuyordu
Elbiselerini sola iliklemek, orman dikmek, mal ve insan sayımı yapmak, baba-erkil özellik, kuşatmada aldatma, at renklerine göre düzen Hunlara aittir. Orduda onluk sistemi kullanma da bu zamandan kalmadır. Tümen (=onbin demektir) Teşkilâtı’nda; Birliklerinin büyüğü on binlik, küçüğü binlikti. Bu düzen ve tarz bütün dünya milletlerinde kabul görmüş ve günümüze kadar devam etmiş ve etmektedir. Ancak Tümen düzeninin, Hunlar’da ne zamandan beridir kullanıldığı bilinmiyor.
Hun imparatorluğunda büyük oğul, sol Bilge Bey olurdu. Yarı sivil bir teşkilâttı. Çünkü Hunlar’da ordu halk, halk ordu gibi bir yapılanma mevcuttu.[13] Islık çalan oklar kullanıldığı, sıkı bir disiplinle askerleri eğittiği, gösterdiği hedefi vuramayanların başlarının kesildiği kayıtlıdır. Askerlere eğitim iki türlü yapılıyordu.
1-Tümen eğitim avı
2-Büyük devlet avı.
Av sırasında atış talimi ve taktik çalışılırdı.
Bütün bu söylediklerimiz Mete’nin devleti ve milletinin devamı ve asayişini sağlamak adına yaptıklarıdır.
Mete’den sonra yerine geçen oğlu Ki-ok/Giyük, Çin Prens ile evlendi. Bu sırada Çin giyimlerine, yiyeceklerine, adetlerine karşı bir ilgi başladı. Çin tesirinden, Hunlar vezir Chung-Hang Yüen sayesinde kurtulmuşlardır. Vezirin tavsiyeleri Çin elbiseleri yerine, deriden mamul, Çin yiyecekleri yerine, Türklerin hayvan gıdaları tüketmek gerektiği, aksi halde Türklük özelliklerinin kaybedecekleri ve ekonomik yönden Çin’e bağımlı olunacağı yönünde tavsiyelerdi. Çin İmparatoruna gönderdiği mektupta; Çin İmparatorluğundan daha üstün özellikler kullanmasını da tavsiye etmiştir. Hun veziri’ne göre halk ve devleti savunmak için Hun geleneklerini korumak gereklidir.
Hunlar’ın insan sayıları, Çin’e göre çok azdı. Bu büyük Çin kalabalığı ve tehlikesi karşısında Hunlar, uzun uzun düşünerek ve mantık üzerine, yalnız savaş bakımından değil; ekonomi yönünden de taktikler uygulamak mecburiyetinde hissetmişlerdir.
Ki-ok, M: Ö: 166 ‘da Çin Seddini açarak başkent Çangonk’a kadar ilerledi. Bu sebeple MÖ: 162 ‘de Çin İmparatorluğu ile bir anlaşma imzaladı; buna göre: İki devlet arasında barış olacak Seddin dışındakiler Hunlar’a tabii olacaklar ve Çinliler, Hunlar’a aynı vergiyi verecekler. Esir mübadelesi yapılacaktı.”
Hun idaresinde Kurultayı toplamak, devlet geleneğinin temelini oluşturuyordu. Bu kurultayda han eşleri de önemle ve saygıyla değer görürlerdi
MÖ 53 yılında toplanan kurultayda Hun beyleri “Törelerimiz ile devlet içindeki asayiş ve sükuneti yeniden kurmağa çalışalım. Yoksa başka yollarla, dünyadaki bütün kavimleri, kendi hâkimiyetimiz altında tutmamız nasıl mümkün olabilir?” demişlerdi.[14].
M. Ö 43 te Çinliler ile Hunlular arasında (Cici Han zamanı) yapılan bir anlaşmada birbirlerine karşı “haydutluk ve yağma yapanlar olursa birbirlerine karşılıklı olarak haber verecekler, yapanları cezalandıracaklar, mal kayıplarını da ödeyeceklerdir.”[15] Devletler arası terör ve anarşiyi önlemek adına düşünülebilecek bu hükümler şimdiki hukuk anlayışında da devletlerarası yerini bulmuştur denebilir.
Hun idaresinde, devlet büyükleri toplanmadan hiçbir şey yapılamazdı. Ancak son söz kağanın olurdu. Toprak her değerden önce gelirdi.[16] Hunlarda savaş, halkın güvenliği için; barış, halkın mutluluğu içindi. Toprak devletindir. Kimseye verilemezdi.[17]
Hunlarda “evlenme, zinâ, hırsızlık, askerlik hizmeti, firar, asayiş” ile ilgili gelenekler sosyal disiplini korumak bakımından günümüze kadar devam etmiştir denebilir.[18]
Büyük Hun İmparatoru Atilla: “Savaş ya da anlaşmaya başlamadan önce, tüm olasılıkları göz önüne almak akılılıktır. Bunları iyice düşünün. Hareketlerinizin doğuracağı sonuçları gözden geçirin. Böylece en kötü duruma hazırlıklı olursunuz,” demişti. Burada tedbirli olmak gerektiği vurgulanmıştır.
2- Hunların Asayiş, Askeri ve İdari Durumları İle İlgili Töre ve Gelenekleri
Belirtmelidir ki, Hunlarda mali cezalar yoktu, sadece bedeni cezalar vardı.[19] Yemin içmeye çok önem verilen Hunlarda her kim ki başka birisine, kılıcını çekerse, idam edilirdi. Bir aile, birisinin haydutluğundan dolayı şikayette bulunursa, ‘yağmacının malına’, bey tarafından el konulurdu. Hafif cürüm ve cinayette bulunanlar, araba altında ezilerek veya bir tarafı kesilerek cezalandırılırdı. Ağır suç işleyen ve adam öldürenler ise, öldürülürdü. Hapis Cezası, en çok on gün sürerdi. Bunun için bütün devlet içinde, yalnızca birkaç tutuklu bulunurdu. "[20] Savaşlarda esir olarak alınanlar ziraat işçisi olarak kullanılırdı.
3-Hunlarda Birlik-Beraberlik İçin Tedbirler, Asayiş, Huzur, Güvenlik, İsyan ve Anlaşmalardan Kesitler:
Hun devletinde yaşlanan devlet görevlileri sosyal güvence altına alınmıştır. Aile yapısına da çok önem verilirdi. Sınırları içindeki herkesi “Hun” olarak kabul edip, bir aile gibi birleştirerek millet olma başarısını gösteren Mete, devlet ve idare teşkilatını da kurmuştur. Hunlardan başlamak üzere devletin güvenliği ailenin güvenliği ile bir tutulmuştur. “Savaşta milletçe atlanma(savaşa hazır olma); barışta mutluluk Hun geleneklerindendir. "
4-Asya Hunları’nın Türk Tarihindeki Birlik Bütünlük ve Asayiş Bakımından Rolleri
Yukarıdan beri söylediklerimizi toparlarsak demek gerekir ki: Türklerde devletin güvenliği demek, ailenin güvenliği demek sayılmıştır. Türk ailesi, Türk devletlerinin ve ordusunun, bir çekirdeği ve bir temeli idi.
Türklerde "halk, ordu ve ordu da, halk " idi. Aile, devlet ve ordunun tabiî ve tek temeli halinde kurulmuştu. Bundan dolayı da Büyük Hun İmparatorluğu için askere giden oğullara, babalar ve anneler yardım ediyorlardı. Kendi yiyecek ve elbiselerini ise, isteyerek veriyorlardı. Bizim anladığımıza göre: anne ve babaların, haliyle ailenin emniyeti, devletin güvenliğine ve başarısına bağlı olarak düşünülüyordu. Aile, ordunun adeta bir mangası ve devletin de en küçük birliği halinde kurulmuştu.
Çocuk eğitimine önem veren Hunlar “evlenme, zina, hırsızlık, askerlik hizmeti, firar, asayiş” ile ilgili gelenekleri sosyal disiplini korumuş ve devam ettirmiştir.[21] Bu etki günümüze kadar da gelmiştir.
B-GÖKTÜRKLER DE DEVLET İÇ GÜVENLİĞİ İLE İLGİLİ FAALİYETLER
552 yılında Ortaasya’da Türk adını alarak kurulan Göktürkler, Avar İmparatorluğunu ortadan kaldırdılar:
1- Göktürklerin, Türkleri birleştirmeleri
İkinci Göktürk idaresinin en önemli kağanı, Bilge Kağan, içte birlik, dışta saygı politikası uygulamıştır.
Erdem insanda bulunan yüksek ahlâk, değer ve üstün niteliklerdir. Erdem, Göktürk devrinden kalma bir kelimedir.
Eski Türkler fazilete erdem, fazilet sahibi kimselere de erdemli derlerdi. İnanışa göre erdem, bir “Tanrı Yolu” ve Hükümdara Tanrı tarafından verilmiş bir özelliktir. İnsanda erdemli olmanın sonucunda birçok hasletler belirir. Büyük olarak küçüğünü koruma duygusu bunlardan biridir. Nitekim tarih boyunca Türk hükümdarları “baba” olarak yurttaşlarını korumuşlardır. Erdemli olmanın sonucu olarak oluşan babalık duygusu, halkın itaat ve bağlılığına karşılık devlet başbakanının yönetimi altındakileri doyurması, giydirmesi ve zengin etmesidir.
Göktürklerden itibaren belirginleşen bu davranış XI. yüzyılda yazılan “Kutadgu Bilig”de “bey olmak için hizmet etmek gerekir” ifadesi erdem bakımından Türk devlet adamı tipini çizmiştir. ”[22]
Göktürklerde müessir fiil (dövme ve yaralama) suçlarının cezası yalnız hayvanla ödenen tazminattan (diyet) ibarettir. Eski Türklerde mahalle sakinlerinden birinin malı çalınırsa diğer sakinler tazminle mükellef tutulurdu.[23]
2-Göktürklerde Toplum Güvenliği İle İlgili Gelenekler (Çin Tarihlerinden)
a- Suçlar ve Cezalar:
“Ahlâk ve disiplin olarak Topluluklarına uygunluk gösterirler ve vazife duyguları, güçlüdür. Bunların hepsi bize Hunları hatırlatmaktadır.”[24] "Onların ceza hukukları, şöyledir: İsyan edip devlete ve orduya karşı başkaldıranlar, adam öldürenler, evli kadına tecavüz edenler, at koşumu çalanlar, ölümle cezalandırılırlar:
Yabancı bir kızı kaçıranlar, para cezası ve diyetle[25] cezalandırılırlar. Kızla evlendirilirler. Kavga sırasında bir kimse diğerini yaralarsa, yaraya göre ’para cezası’ vermeye zorlanır, (Bir kimse), diğerinin ‘gözünü kör etmiş’ ise, o adamın kızı, yaralanana, karşılık olarak verilir. Kızı yoksa, karısını veya ’para cezası’ verme zorundadır.
Karşısındakinin bir yerini kırarsa, ceza olarak atını verir: Her kim ki at veya madenden yapılmış şeyler çalarsa, bunları çalanların cezalan, on misli yükseltilir.
"Fahişeler ve ırza geçenler, iğdiş edilirler. Sonra da kalçasından ikiye ayrılırlar"
"İsyan etme, adam öldürme, evli kadına sataşma, fuhuş ve ırza geçme" ölüm ile cezalandırılıyordu. Hırsızlık yapanlar, diğerlerine göre, on kez daha çok cezalandırılıyorlardı.[26] Savaşta ölenlere çok büyük saygı gösterirlerdi.
“Göktürkler ve diğer Türk devletleri hakimiyet altına aldıkları şehirlerin yerli halklarına serbestlik vermiş ve onları kendi eski iradelerinde yaşamalarına izin vermişlerdir.
Göktürklerin Cengiz Han gibi, aldıkları şehirleri kılıçtan geçirdikleri görülmemiştir. Türkler bazen bu şehirlerin başına bir Türk prensi tayin ederler ve çoğu zaman da yerli prenslerin yerlerinde kalmalarına izin verirlerdi.”[27]
3- Göktürklerde Subaşı
Asker komutanı demek olan Subaşı aynı zamanda asayiş ile ilgili olan kimsedir. En eski Türk plastiği olan Orhun anıtlarında Subaşı kelimesi Bilge Tonyukuk yazıtının kuzey tarafında 31 paragrafta aşağıdaki gibi geçer.
“(Bu esnada) hatun (= Hanın karısı) yok olmuş idi. ( =ölmüştü) ona cenaze merasimi yapayım dedi. Ordu varın dedi. Altun ormanında oturun dedi. Sübaşı olarak İnel hakan (ile) Taraduş şad varsun dedi”[28] devamı olan cümlede “Bu askeri ilet dedi. Gönlünce söyle. Ben sana ne söyleyeyim dedi. Gelir ise hile toplanır. Gelmez ise dil (çaşıt) haberini alıp oturur, dedi. Altun ormanında oturduk” Buradan da anlaşıldığı gibi Türk tarihinde Subaşı/Sübaşı olarak anılan ilk kişi İnel Hakandır.
Buradaki ifadeden Subaşı’nın ne tür bir görevi olduğu hakkında fikir yürütebiliriz.
Bu dönemde subaşı ve mutlaka onunla koordineli şekilde çalışan kolluk kuvvetleri yetkilisi Yarkan, Bilge Kağan yazıtının batı tarafında ikinci satırda: “Adı İnançu Apa Yarkan Tarkandır”[29] şeklinde geçmektedir. Kelime zabıta amiri, polis müdürü anlamına gelmektedir.[30]
Başka bir anıt olan Suci anıtını G. J. Ramstedt 1900 yılında bulup 1913 yılında neşretmiştir.
Kuzey Moğolistan’da Ar-Ashatu dağı, Dolon Huduk civarında Sucin-dava’da bulunan 11 satırdan ibaret. Suci Yazıtında ise polis müdürü, zabıta amiri anlamına gelen kelime Yazıtın ikinci satırında “Ben (bir) Kırgız oğlu Boyla Kutlug Yargan” şeklinde geçmektedir.[31]
4-Göktürk Yazıtlarında Sosyal Hayat ve Yönetim İle İlgili Anlatımlar:
a-Türklerde aile, kuruluşu ile anlayışının kutsal sayılması aileden devlete uzanan yolun sağlam olmasını sağlamıştır. Ailenin mukaddesliği ile ilgili anlayış Mete’den itibaren hep böyle olmuştur
Orhun kitabeleri diye de anılan Göktürk kitabelerinde: Tanrı, Türk milletinin koruyucusu idi. Göktürklerin inanışlarında devlete baş kaldıran "Türk milletine", Tanrı ceza verirdi. Çinlilerde aile ile devlet çelişki içinde iken, Hunlarda haliyle onlardan sonraki Türk devletlerinde aile ile devlet daima işbirliği içinde olmuşlardır. Ailenin yararı devletin, devletin yararı da ailenin yararı gibi düşünülmüştür. Bu ise içte olduğu kadar dışta da devlet düzen ve birliğinin, iç huzurunun sigortası olmuştur. Aslında bu husus önemini tarihin her devrinde muhafaza etmiştir.
Yanılan ve Türk Kağanına, isyan eden boylar da, Tanrı tarafından cezalandırılıyor ve yok ediliyorlardı. Aslında ise, onları yok eden Türk Kağanları idi. Fakat Türkler böyle düşünüyorlardı.[32]
Kitabelerde yazıldığına göre: Devlet ve milletin temeli sayılan töre ve bilgi gereği "Beyler" ile "Millet" arasında bir anlaşma bulunması da, Türk töresinin önemli bir konusudur. "İdare eden, beyler ile; idare edilen, millet" arasında uygunluk ve anlaşma bulunması, bir milletin varlığı için, en önemli bir şarttır. Bu anlaşma ve düzene eski Türkler, "tüzel” yani "düz olma" derlerdi. İki hükümdar arasındaki ilişkilerin düzelmesi ise, "tüzelmek", yani "düzeltmek" sözü ile anlatılırdı.
Düz olmama ve asayiş içinde olmama, deyimlerinin karşılığı ise, "bulgak", yani "kârışıklık, bulanıklık" idi. Bu sebeple Türk devletlerinin güçlü zamanlarında, "Türk beyleri ile milleti düz", idiler. Yani idare edenlerle millet, iyi bir anlaşma içinde idiler. Bu sebeple Çin siyaseti, Türk milleti ile beyleri arasında, ayrılık tohumları ekmeğe doğru yönelmişti. Yazıtlar şöyle diyorlardı:
"(Çin) küçük kardeşleri, büyüklere karşı ayaklandırdığı için! BeyIi, budunlu, (aralarına) ayrılık soktuğu için! Türk milleti, il (haline) koyduğu ilini, elden çıkarmış! (Türk milleti) Kağan (haline) koyduğu kağanını, kaybetmiş!.. . "
Eski Türkçe’deki "kağanladık kağanın", yani Türk milletinin "kağanladığı kağanım" deyimini biz burada, "kağan haline koyduğu kağanını" şeklinde anlıyoruz[33]
Göktürk Yazıtları’nda Türk milletinin birleşip, derlenip ve toplanması da vurgulanmıştır. Bu husus tarih boyunca devam etmiş, bir anlayış ve inanışıdır. Halk dilinden, yazı diline yansıtılmıştır.
KüI - Tegin yazıtında "- Benden sonra gelen (ulayu) küçük kardeşlerim, oğullarım! Birlik halinde olan (biriki) soyum (akrabalarım) (uguşım), milletim (budunım)!.. "
Bilge Kağan yazıtında: "Böyle kazanıp (kazganıp), birlik halinde olan (biriki) milletimi (budumg), otlar ve sular (ot sub) gibi kılıp, (bırakmadım)!.."
Dilenciliğin benimsenmediği, sakatlara özel önem verilen eski Türk idareleri, bir ülkeyi alma işinden sonra orayı iskân etme işini, stratejik anlamda değerlendirmişlerdir. Bu Selçuklu ve Osmanlılarda aynı gelenekle yapılmıştır.[34]
İslâm öncesi Türk idarelerinde halkın devlete karşı suç işlemesi ve yanılması Göktürk yazıtlarında "yazınma", suç olarak ve biraz katı yorumlanmıştır. Karahanlı çağında "yazınma", daha hafiflemiş; şaşırma, yanılma, yorumu ile söylenmiştir
Halk ve devlette, asayişi bozanlar, yol kesen, zulmedenler ve haydutlarla ilgili olarak hem Göktürk Kitabelerinde hem de Kutadgu Bilig’de önemli bahisler ve atasözleri vardır. Konularına göre birkaç örnek şöyledir:
5-Göktürk Kitabelerinde Asayiş İçin Yapılması Gerekenler:
Türk devletlerinde “disiplin” temel düzen olmuştur. Türk toplulukları ile devletlerinde, en başta gelen düzen, disiplin idi. Zaten Türk töresi, herkesin yerini ve vazifesini belirlemişti. "Orun", yani "yer alma töresi", aileden itibaren herkesin nerede duracağını ve ne iş yapacağını yaşamış idi.
Askerî birlik (military unit) halinde oluşma, onların yaşayabilmesi için, zorunlu idi. Halk ve ordu içinde, "münakaşa ve dil kavgaları", hoş görülmüyordu. Dede Korkut da, kengeşçileri, dille çekişenleri hoş görmüyordu:
"Sessizlik" ve "sükûnet", Türklerin önemli özelliğidir. Askeri bir birlik veya disiplinli bir toplumda, ses ve buyruk, tek bir baştan çıkar. Bunun içindir ki Türklerin az konuştukları, çeşitli kaynaklarda yazılmıştır, özellikle göç ve akınlar sırasında bu disiplin yabancı tarihçilerin gözlerinden kaçmamıştı:
Halk ile beyler anlaşık olmalıdırlar. "Düz" ile "düzelme" sözleri, Türklerde, asâyiş ve anlaşma karşılığı olarak söylenmiştir. XI. yüzyılda derlenmiş olan bir atasözünde, "Kırk yıla değin, yoksul İle zengin düzlenir", deniyordu. Böylece sınıf ayrılığı da, düzelmiş oluyordu.
"Düzülmek", daha eski Türkçe’de, barış ve huzur demektir. "Düzlük" sözü de, aynı mânâya kullanılmıştır:
Göktürk yazıtlarında: 1) "Kağanları, Bilge Kağan İmiş, alp imiş! (Büyük memurları), buyrukları bilge imiş, alp İmiş! Beyleri yine, milleti yine anlaşmış (tüz) İmiş!.. .
".. . Beyleri ile milleti anlaşmamış (tüzsüz) oldukları için! Çin milletinin hilekârlığı ve bölücülüğü İçin!.. Beyli, milletli, (karşılıklı olarak), anlaşmazlık ve ayrılık tohumlarım ektikleri (yonğşurtukin), İçin! "Devlet yaptığı devletini, elden çıkarmış!"
Asayiş ve "Tüzük" unutulmamalıdır: "Düz" ve "düzme" sözlerinin, devletin düzeni ile ilgili ana bir deyim olduğu üzerinde durmuştuk. Uygur yazılı eski yazılarında, "barış, barışa kavuşma", demektir. “İl düzmek” de, devleti düzenleme demekti. Şimdi, bu anlayışla ilgili, bir kaç örnek sunalım:
1-".. . Çin milleti ile anlaşma, barış içinde oldum (Tüzültüm, düzeldim).. . ’.
2-".. . Kurtuldu halk, gitti zahmetleri; Katıldı kurt kuzuya, birlikte yürüdü; düzenlendi devlet, düzüldü ve töre; hakanın devlet kutu, arttı hep günden güne!.. . ": (Kutadgu Bilig, ). -"Düzüldü devleti ve halkı..":
3-"Bey, ilini düzene koydu (tüzdi)":
4-".. . Han illerini tüzdi (düzdü).. "kurt, koyuna; pars, geyiğe; kartal, tavşana; atmaca, kekliğe", zarar vermedi.. ":
5-“İl, tüz neteg?”: (Devlet ile halk, nasıl?), "tüz", halk mânâsındadır:.
a-Devleti idare etme ile İlgili Olarak:
"Tutma" ve "tutuş" sözleri, eskiden de bu günkü mânâlarından, pek ayrılmıyordu. "İl tutmuş", "İl Tutuş" unvan ve kişi adları, Selçuklu çağında da görülüyordu. XI. yüzyılda, "sıkı tutma, orduyu tutma, kurma, düzene koyma, rehin tutma" gibi, mânâları içinde topluyordu:
b-"İl Tutma"ile İlgili Olarak:
"İl tutmuş Bilge Kağan, İl tutmuş, alp, külüg (ünlü) Bilge Kağan" gibi, Türk hakanlık unvanları, çok görülüyordu:
1) "Erdem ile il tutma": (Fazilet ile devleti idare etme).
2) "BeyIeri ile milleti, yine anlaşma içinde (düz) imiş! Bunun için, devleti böyle idare etmiş (ilig ince tutmış)! Devleti tutup, töreyi düzenlemiş!: (Kül Tegin yazıtı, )
3)"Türk milletinin devletini (ilin) ve töresini, düzenleyivermiş": (Bilge Kağan yazıtı ).
c-"Töreyi" Tutma ve Uygulaması Hakkında:
Hakanın bir vazifesi de kanun ve yasaları yürürlükte tutmaktır: "Türk milletinin, ilini ve töresini, tulu-vermiş" : (Kül-Tegin yazıtı, ).
"Dinî akide ve töreleri tutma": Buda dininde din kanunları ile türlerine, "nom" deniliyordu:
Türklerin “Töre deyiminin ifade ettiği anlamlar, çok geniştir. Eski Türklere göre “Töre”/Törü daha çok “Devletin kuruluş düzeni ve işleyişi” idi.
Töre sözü Uygurlar çağında doğrudan doğruya “kanun” anlamına kullanılmağa başlamıştı. Ancak dışardan yeni dinlerin girmesiyle ve bu etkiyle Buda ile Mani dinlerinin ana prensipleri ve kanunları karşılığı olarak kullanılmışlardı.
Göktürkler de “töre” sözünü devlet düzeninin kaideleri için kullanıyorlardı. Töre Türklerde aynı zamanda aile ve kişilerin yaşama yolu idi. Töre, aile ile kişiler için bir “görenek” idi. Orta Asyalı Türklerde töre “yol” ve “yordam” da olabiliyordu.
Türklerin “aile hukuku” komşu Çinlilere göre “çok sert ve zalimce” idi. Çünkü Türklerde “hırsızlık yapan herkes öldürülürdü.” Bu da yetmiyormuş gibi “hırsızın kesilen başı bir ipe bağlanarak babasının boynunu asılırdı. Aile içinde böyle bir baba, hırsız oğlunun başını ölünceye kadar boynundan çıkaramazdı. Bu korkunç ve vahşi olabilir ama ibret dolu idi. Aileden başlayarak, herkesi yerine ve vazifesine göre sorumlu tutuyordu. Böyle bir toplum “disiplin” denen düzenin en yüksek bir örneği sayılabilirdi.
Aile birliğini yaralayan zina görülmezdi. Göktürk kağanının, zina yapan Çinli bir prensesi, halkın önünde ve bizzat kendi kılıcı ile öldürdüğü tarihin yazdığı meşhur olaylardan biridir. Türklerde “il” yani devlet ile “töre” her zaman birlikte söylenen en önemli iki kuruluş idiler. Devlet ve hukuk, bir devlet idaresinde yan yana gidiyorlardı. Eski Türkler “il gider töre kalır” diyerek törenin devletten de önemli olduğunu vurgulamışlardır.
Ana töre devletin kuruluş ve işleyişi ile ilgili düzen idi. Ataların töresi devletin ilk kuruluşu, temel düzenidir. Devlet içindeki bütün millet için ağır töreler uygulanmıştır ve hükümdarlar töre usulünce tahta otururlardı. Üstte mavi gök delinmese altta yağız yer yıkılmasa yani kıyamet kopmazsa Türk milletinin ili ve töresini bozulmayacak derecede muhkem tutması daima istenmiştir. Eski Türklerde, Töre kanun karşılığı olarak kullanılmıştır.
Kutadgu Bilig: “Ey bilge! il başında uzun kalayım dersen Töreyi, kanunları düz ve doğru yürüt! Halkı da koru”, “kanun adamı her yerde ilin ve yüksek mevkilerin başı olur, ” “Töresiz (kanunsuz hareket eden) kişilerin başkalarına zararı dokunur” diyerek bu önemi yıllar önce vurgulamıştır.[35]
e-"Türk adını", Tutma:
Herkesin kendi Türkçe adını tutup, Türklüğünü koruması da söz konusudur: "Türk beyleri, Türk adını bırakarak, Çin’e yerinen beyler, Çin adlarını tutarak, Çin kağanına bağlanmışlar.. . ":
f-Devletin Toprağını Tutma:
"Türk’ün yerini suyunu tutma", hakanın en başta gelen bir vazifesidir: "Atalarımızın tutmuş oldukları, yer ve sular, sahipsiz kalmasın diye, .. ".
g-"Dünyayı Tutma ", Dünyaya Hakanlık Etme:
Karahanlı çağında, İslâm ve İran edebiyatının tesirleri girmiştir. Göktürk yazıtları ise realist ve gerçekçidir. Karahanlı çağında, Türk hakanı için, "acuna” veya "Acun tutmuş Er" diyorlardı: "Acun tuttu, Tavgaç Ulug Buğra Han”: (Kutadgu Bilig, ). Bu da, Dünya hakanı, demekti.
h-Milletin İşini Gücünü Devlete Vermesi :
"Türk milleti. .. Hangi kağana işimi gücümü veriyorum? der imiş! Böyle deyip, Çin kağanına düşman olmuş!.. . ": (Kül - Tegin yazıtı,).
".. . Çin kağanına bu kadar "iş ve güçlerini verdikleri halde, Çin. .. yine, "Türk milletini öldüreyim, soysuz bırakayım, der imiş!.. . " (Kül-Tegin yazıtı). Bağlanma, tabî olma, mânâsına da gelir.
Devletin millete, işini ve gücünü vermesi: ".. . Gece uyumadı, gündüz oturmadı! Ben de, kızıl kanımı tüketerek, işimi, gücümü ona verdim!.. ”
Eski Türk devlet teorisinde, özellikle Göktürk yazıtlarında, "milletin, devlete; devletin de, millete, işini ve gücünü vermesi", gerekiyordu.
6-Göktürk Kitabelerinde Yazılan Olumsuzluklar:
Türklerde devletin karışıklık içine düşmesi kamu düzeninin bozulması asla istenmeyen bir durum olup bunun sebebi olarak daima fitne ve fesat tohumlarının varlığı gösterilmiştir.
Bu veya başka sebeple isyan edilmesi ve isyana kalkışma daima yöneticilerin aklında kalması istenen durum olmuştur. İsyanın çeşitli hal ve şekilleri Türk anlayışında sürekli olarak sıcak tutulmuş ve devlet ileri gelenlerinin, sonraki gelecek olanlara verdikleri öğütler arasında olmuştur. Bu olumsuzluklar aşağıda kısaca yazılmıştır.
a-Devletin "Karışması" : "Bulanması"
Eski Türklerde, devlet düzeninin karışması veya halk arasında ayrılık ve kargaşa, "bulanma" sözüyle karşılanıyordu. Fitne ve fesad için, "bulgak"; savaşta halkın paniği ve kargaşa için ise, "bulgaş", diyorlardı. Bu deyimler, devlet düzeninde, çok önemlidirler. Büyük fitne için ise, "yavuz bulgak", yani bulanıklık, diyorlardı.
b-Devlet içinde karışıklık, "İsyan"
Göktürkler, ayrı olarak isyan için "bulanma" "tarkınç", diyorlardı: "Türk milleti, karışıklık ve fitne (bulganç) içinde; Dokuz Oğuzlar ise, isyan (tarkınç) içinde idiler!.. . ":
Kutadgu Bilig’de "Milletin bulanıklığı (budun bulgakı), bilgi ile süzülür!.. . ": şeklinde yazılmıştır
c-"Yerin ve Göğün Karışması": "İsyan"
İsyan anlayış bakımından, Türklerde tam yerinde olarak söylenen bir deyimdir. Devletin düzeni, "yer ile göğün düzenine" bağlı idi. Çünkü, "devleti, veren, Tanrı İdî". Devlete isyan olamazdı.
"Yanılma", Türkler tarafından isyan için kullanılan, en yerinde bir sözdür. Devlete, bilerek isyan, olamaz! "Yer ile göğün düzeninin karışması" nedeniyle, baş kaldırmalar, oluyordu:
"Dokuz Oğuzlar, benim milletim idi. "Gök ve yerin karışmasından, bulanmasından dolayı, (bulgakın üçün).. . Düşman oldu.. . ":
ç-"Bilmediği, Yanıldığı İçin": İsyan
Türk devlet felsefesi, Türk milletinin veya bir kişinin, kendi iradesi ve hırsı ile, bağlı olduğu devlete isyan edip, baş kaldıracağını, kabul etmiyordu.
İsyan edenlerin cezalandırılmasını ise, ince ve manâlı sözlerle anlatıyorlardı. Bu anlatımlarda, "Türk bilgi teorisi" de, görülüyordu. "Bilmediği için!" "Türgeş kağanı, benim Türküm ve milletim idi!
Kül-Tegin yazıtında şu şekilde vurgulanmıştır: Bilmediği için! yanıldığı için! Suç işlediği için! Kağanı öldü! Veziri (buyruğu), beyleri de öldü! On-Ok mîlleti, (yani Türgeşler), çok zahmet ve acı gördü!.. ".
d-Devlet İçinde, "Sıkıntı" / Bunalma
Şunu kabul etmeliyiz ki Türk devleti ile ilgili anlayış ve inanışlar, eskiden çok daha geniş ve derin olarak yorumlanıyordu. "Bun" ve "bunalma", sözleri günümüzde de kullanılır.
Belki bir asayişsizlik, isyan olmasa devlet içinde zaman zaman bir bunalım görülüyordu. Gelecek için güvenli olmama da bir bunalmadır.
1-GÖKTÜRKLERDE TOPLUM GÜVENLİĞİ İÇİN YAPILAN UYGULAMALAR
Türkler daima dünya devleti olmak amaçlarını korumuşlardır. Bu düşünce tarih boyunca devamlı var olmak düşüncelerini sıcak tutmuştur. Bu sıcak düşüncelerini “Gök dini” diye adlandırılan inanışlarıyla pekiştirmişlerdir. Çünkü ”Türk dünya devleti ideali” yerli ve Türklere ait olan inanışlar ile düşüncelere dayanan bir fikirdi. Bu fikir Oğuz destanında: “gök çadır, güneş bayrak” anlatımıyla Göktürk yazıtlarında “yukarıdaki gök basmasa! Yer delinmese! Ey Türk milleti, senin devletin ile töreni, kim yok edebilir?” şeklinde soruyla karşımıza çıkar. Çünkü Türk devletinde töre, devletin kuruluş düzenidir.
Çin devlet düşüncesine göre “Tao adı verilen gökteki kanunlar ile düzene, insanlar ile devlet de uymalıydı ”Gök ile yer arasındaki uygunluğu sağlayan da Çin imparatoru idi. Yunanlılarda da böyle bir yaklaşım mevcuttu. Türklerde ise “Töre” yani “devlet ve insanın hayat yolu”nu, düzenleyen ve kuran Türk kağanı idi. “Tanrı nasip kıldığı için” kağan olan Türk hükümdarı bir insandı. “Türklere, Türk adını veren” Tanrı; onları “yeryüzüne hükümdar kıldığı” halde Çin imparatorları gibi “vücudu, mukaddes değildi”ler, yani ilahi yanları yoktu.
“Yay”ın hakanlık, ”Ok”un elçilik sembolü olarak değerlendirildiği Oğuz Han düşüncesinde, oğulları arasında pay ettiği ok ve yayın devlet ve yönetim teşkilatını ön plana alarak idare ve yönetimde asayiş ve sükunun sağlanmasını da hallettiğini söyleyebiliriz.
a-Yargılama Töresi
"Eğer bir kişi günahkâr ve “suçlu ise”, -o adam padişahın oturduğu yere namzet ve faydalı bile olsa-, eğer Han’ın bir adamı gelip bu adamı, yargılar ve muhakeme eder ise, Han’ın küçük kardeşleri veya oğulları veyahut da beylerinden biri, bu yargıya ellerini uzatmasınlar. (Yargıya), engel olmasınlar!
"(Yargıya engel olmak isteyen) kişi, padişahın çevresinden olsa bile, ’(suçluya) arka olursa’, arka olan o kişiyi de, padişahın kapısına getirip, arkasına ’kılıçla vurarak’, onu da ikiye bölmek gerekir".
b-"Han Bir Tane Olursa İl Düzelir"
"Görenler göz, İşitenler de, kulak sahibi olmalıdırlar! Oğuz soyundan, Bozok boylarından biri, ’hakan yapılmalıdır’. Hiç kimse, iki kişiyi padişah olarak, tahta çıkarmayacaktır:
"Han bir tane olursa, İlde düzen kurulur"!: (Han bir bolsa, il tüzelür)!
"(Han) iki tane olursa, il bozulur"!: (İki bolsa, il bozulur)! Eski çağların bilgili insanları, deyip, durmuşlardır İd:
"Bir kına, iki kılıç sığmaz"!:
"Bir hatunu, iki erkek alıp oturamaz"!:
“Bir otağa, iki onur yeri, (taht) sığmaz’’!:
c-Millet ve Devlet Antlaşmasının Kağıda Yazılması Hakkında
"Bu andlaşmayı, bir ’büyük kâğıda yazdılar”. Gün Han’ın ’başlık ettiği’, küçük kardeşleri, oğullan, ilin ihtiyarlarının ileri gelenleri ve ileri giden yiğitlerin hepsi, ’bu kâğıda adlarım yazıp’, şöyle and içtiler:
-Biz yaşadıkça, burada söylenen sözlerden ayrılmayacağız! Eğer bizden olan oğullarımız, helâl süt emmiş iseler, kıyamete kadar, ’bu andlaşmayı okuyup, ona göre hareket edeceklerdir’! Yok, haramzâde iseler, ’yurdu bozalım diye’, ona göre hareket edeceklerdir!" dediler. Hepsi, andlaşmaya adlarını yazıp, mühürlerini, bastılar. Gün Han’ın hazinesine koydular.. . "[36]
ç-Yargı, Yargıcı Ve Yasa Yargıçlar
Eski Türklerdeki, "töreciler": Yargıç, anlaşıldığına göre, daha eski Türklerde, töre" sözü ile ilgili olarak söyleniyordu. Nitekim Uygurlarda, "bilge törüçi", hem "kanun koyucu" ve hem de yargıç karşılığı olarak kullanılıyordu. Halk arasındaki yargıçlar, daha çok beyler ile aksakallar idiler. Anadolu’da hâkim karşılığı olarak söylenen, "bilge, bükü, savcı" gibi, eski Türk özleri taşıyan sözler de, daha çok yüksek kişiler ile ilgilidirler.
"Yargıcı" sözü ise, biraz daha geç çağlarda yani XI-XII. yy. da görünmeğe başlar. Yargıc’a, Osmanlılar "yargıcı", Çağatay Türkleri ise "yargua" derlerdi. Osmanlılarca bu anlayış, İlhanlılar ile Doğu Türkleri nden gelmiş olmalı idi.
Osmanlılar, "Yargu" sözünü, "yasak" karşılığı olarak da, tutarlar; ve Harezm Türkçesi’nden geldiğini söylerlerdi. Farsların "divân", yani "dava yeri" sözünü ise, "yarguyeri" diye, karşılamışlardı. Yine Osmanlı kaynaklarında, "Kamu yar güya beyler oturdular” dendiğine bakılırsa cezalar ile kanunlar eski Türk töresine göre, "beyler meclisi" tarafından da veriliyordu. Belki de "yargu" bir danışma meclisi de, olabilirdi.
d-Kadılar ve yargıcılar
"Kadılık", İlhanlılardaki "yarguçı" geleneklerinin, bir benzeri gibi görünmektedir. Cengiz Han çağında, her büyük şehirde başlıca üç büyük memur vardı: Bunlar,. 1-Bitikçi (maliyeci); 2. Yarguçı (yargıç); 3. Ordu kumandanı.
Yarguçı ve vergiciler, başkentteki, "büyük yargıcı ve bitikçilere" bağlı idi. Osmanlılarda olduğu gibi büyük kararlar, ancak başkentteki yargıçlara sorularak, verilirdi.
Büyük yargıcılar: Beşbalıg da Müslümanların katledilmesi davasını, "büyük yargıcı Mönggeser" giderek, bizzat kendisi sonuçlandırmıştı. Çünkü suçlu, Uygur hakanı, idi. Küçük şehirlerdeki yargıcılar da, kadılar gibi bağımsız ve doğrudan hakana bağlı idiler. Görülüyor ki Osmanlılarda, Baş defterdar ile büyük kadının, "divân-ı hümayun"un başlıca üyeleri olmaları, bir rastlantı değildi.
e"Suç ve ceza"
"Ceza": Türklerde, barışta, boğma yolu ile; savaşta ise, kılıçla verilirdi. Çin tarihlerine göre Göktürkler’-de, "isyan, ihanet, cinayet, zina ve at çalma, ölümle" cezalandırılırdı. Boylar ve aileler arasında ise, bir anlaşmaya gidilirdi. Bazen diyet olarak, kalınsız ve başlıksız bir kız verme, yolu ile anlaşma da yapılırdı.
f-Türklerde, cellat anlayışı
Cellât için ise Türkler, "bukağıçı", yani kelepçeci veya gardiyan derlerdi. Babür-nâme’de "idam, deri yüzme, kazığa vurma, göze mil çekme, dil yakalama, üstünden fil ve sürü geçirme kamçılama" gibi, cezalar görülüyordu. Osmanlılarda cellatlar ayrı bir kabristana defnedilirdi.
g-Suç ve suçlu
"Suçlu" : Suç anlayışının en eski Türkçe karşılığı, "yazuk" yani yazık olmalı idi. Suçlu ve günahkâra da, "yazuklug", yanı "yazıklı", deniyordu. Suç işleme ise, "yazık kûma" sözü ile karşılanıyordu. "Mün"de, bir suç ve günâh idi. "Gerçi kişi doğuştan, yazıklı" idi; ama "kişi, eksikli, yazıklı" olmamalıydı. Suç sözümüz de çok eskidir. Asıl mânâsı, "yoldan ve yönden sapma", demektir.
h-Ceza ve hüküm
"Ceza Hükmü" : Göktürk yazıtlarında, "kıyın, kıyın aymak", yani "hükmü söylemek" sözü ile karşılanır. Bilindiği üzere Türklerde, "ceza kararları, at üzerinde" verilirdi. Hükümden sonra, kelepçe vurulurdu. Eski Türkler kelepçeye "atkak" veya "bukağı" derlerdi. Hilekârlık hafif bir suçtu. Türkler buna, "dev" veya "tef” derlerdi.
ı-Ceza-evi anlayışı
Hapishane’ye ise, kısmak sözümüzden gelen, "kısıg" denirdi. Türkler hapishane için, "kıyınlık, türme, tünek" de demişlerdir.
i-Katiller ve hırsızlar
Eski Türkler Anadolu’daki gibi, hırsıza, "oğrı/oğru"; çalmağa, "oğrılamak/oğrulamak"; Haydutlara da, "karakçı" adını vermişlerdi. Aslında bütün suçlular, "kara kişiler" idiler. "Katil bir "ölütçü, sındına" idi. Cezası da ağırdı.
2- UYGURLAR
Göktürk devleti zayıflayınca, Orhun ile Selenga nehirlerinde oturan ve Uygur adı taşıyan, Tongrat Buğu, Bayırku, v. s. gibi kabileler, bir başkanın buyruğu altında toplandılar. Reislerinin unvanı, Göktürklerde ve daha sonra Karahanlılar çağında, küçük bir memuriyet olarak görülen, Irkın idi.
Uygurlar, 630 senesinden sonra Göktürklerin kuzey sınırlarına akınlar yapmaya başladı. Galip gelen Uygurlar büyük bir itibar kazandılar. Bu başarıdan sonra Pusa isimli Uygur kağanının unvanı Alp ilteber oldu.
Bu unvan Irkın’dan daha yüksek bir unvandır. Mânâsı da, eski Türkçe de İl-Tapar, yani "İl’e, vatana hizmete eden" anlamına gelirdi. Çin kaynakları ondan şöyle söz açıyorlardı: "Kendisi çok güzel savaş planları yapardı. Düşmanla karşılaştığı zaman ordusunu savaş düzeninde dizdirip ve askerleri ile subaylarının önüne geçer ve öylece taarruz ederdi. Az miktarda askerle kolaylıkla başarı kazanırdı.
Askerî talimler yapar, ok atar ve askerleri ile beraber ava giderdi.
Annesi de halkın şikâyetlerini dinler ve davalarına bakardı. Kanun ve. nizamları (yani Töreyi) bozmak isteyenleri ise, hemen cezalandırırdı. Bu sebeple Uygur oymaklarındaki asayiş ve düzen yerinde idi. Uygurların refah devri, bu çağdır".[37]
Ayrıca Subaşı kelimesi, Moğolistan’da Mogoitu ırmağı, Şine-usu gölü ve Örgölü civarında bulunan ve Sekizinci asra ait Uygurlara ait olduğu tahmin edilen[38] Şine-Usu yazıtının batı tarafında onuncu paragrafta “Ben sü başı…Elteber bin at, on bin koyun ben tuttum.. getirdim” ile başlayan satırda yazılıdır.[39]
Uygurlarda İç Güvenlik
Uygurlar Orta Asya’da özellikle Issık göl civarında yaşayan bir Türk boyudur. Uygurlar Göktürklerin bir devamı gibi görülmektedir.[40]
Uygurlar, alışagelmiş Türk kültürünün atlı göçebe özelliğinden ayrı bir fonksiyonla Manihaizm ve Budizm’in etkisiyle hayata geçmiş olmalarıyla dikkat çekiyorlar.[41] Haliyle yerleşik hayata geçen Uygurların Askeri politikaları ve savunma tarzları da değişecektir. Çünkü Uygurlar yerleşik kültürün tohumunu ekmişlerdir. Uygular bu dönemde yerleşme yarışında ipi göğüsleyerek Türk boyları arasında zirveye ulaşmışlardır. Karahoça, Karabalsagun, Karaşar bu dönemde kurulmuş önemli şehirlerdendir.
Yerleşik hayata geçen Uygurlar, kurdukları bu şehirlerin etrafını surlarla çevirmişlerdir.
Uygurların devlet yapısı merkezi otoriteye dayanıyordu. Devlet hanedanın ortak malı olmasına rağmen yine de güçlü bir iç teşkilâtları vardı. Devletin başında bulunan kişi ilteber veya yabgu gibi unvanlar alırdı.[42]
Yabgu aynı zamanda hukuk hiyerarşisinin zirve noktası idi. Yabgu dışındaki adli görevlilere yargan denilirdi. Devlet töresini araştırmacılar Uygur yazıtlarında geçen El yangınça kelimesiyle açıklamışlardır. Bu kelimeye araştırmacılar “merkez-model” gibi anlamlar yüklemişlerdir. Bunun dışında “el törası” yahut “el törüsü” devlet yasaları demekti.
Uygurlar derebeylik şeklinde değil, fakat derebeyliğe yakın bir sistemle yönetiliyorlardı. Bu sistemi uygulamalarının nedeni merkezi otoriteyi güçlendirmekti. Uygurlar dokuzu Uygur, ikisi Basmıl ve Karluklar olmak üzere 11 valilikten oluşuyorlardı.[43]
Teşkilâtlı olarak yaşamak ve yönetmek için Uygurlar dernekleşme yolunu da izlemişlerdir. Bugün de kullandığımız "derim, dernek" sözümüz, Uygur-Türk kültür çevresinde, "terin" deyişiyle görülmektedir. Bu anlayışta da, düzenli ve teşkilâtlı bir cemaat söz konusudur.
Devlet ve din düzenli cemaatlere dayanır. Uygur yazıları, bazılarını aşağılamak için, "terimsiz kuvragsız", yani "derneksiz, cemaatsiz", diyorlardı:
“Uygur ülkesinde fakir insan yoktu. Yiyecekleri olmayanların imdadına da, devlet ve halk koşardı. ” Uygur başkenti Turfan’a seyahat eden bir Çinli elçinin tabiriyle ”Uygurlar zeki, doğru karakterli ve namuslu insanlardı”.[44]
b-Cengiz Han-Uygur İlişkilerinde Şahne
Cengiz Han, Uygur bölgesine gönderdiği Şavkem isimli şahne halka zulmedince, halkın ve diğer emirlerin şikayeti onun sonu olmuştur… ”[45]
I-İSLÂM SONRASI
İslâmiyet’e giriş döneminde inzibatı sağlamak, kötüleri disiplin altında tutmak, halkı sıkı tutup boş bırakmamak, kişinin nefsini sıkı tutması, oğlunu disiplinli, sıkı ve eğitimli olmasına hep dikkat edilmiştir.
Türklerin İslâm dinini tanımaları ve katılmaları ile birlikte artık İslâm kültürü içinde kaldıkları mutlaktır. Böyle olmakla birlikte İslâm devleti idarelerinde geçen Şurta[46] kelimesini kullanmamışlardır. Bu konuda yine Subaşı kelimesi kullanılmıştır. Fakat zamanla subaşı kelimesi ve içeriği bazı değişiklikler ifade etmiştir ama yine de güvenlikle ilgili bir mevki veya makam olarak algılanmıştır. Büyük Selçuklulardan sonra Harzemşahlar, Anadolu Selçukluları Moğol İlhanlıların etkisiyle de Subaşı anlamına denk sayılabilecek Şahne kelimesini de kullanmışlardır. Osmanlılar döneminde güvenlik ve huzuru sağlamakla ilgili birimlerin sayısı ve isimleri artacaktır.
Müslüman Arap ordularıyla karşılaşan Türklerin onlara ahlâki ve milli karakterlerini çok iyi anladığımız soruları olduğunu biliyoruz.
Haliyle İslâmiyet’e geçtikten sonrada milli bünyelerine çok uygun olan bu değerlere sıkıca sarılmış ve daima o değerlerini korumak için mücadele etmişlerdir.
Mısır ve Suriye’de hüküm sürmüş ilk Müslüman Türk devletlerinden olan Tulunoğulları ve İhşitlerin merkez ve taşra teşkilâtları Abbasi teşkilâtlarına büyük ölçüde benzerlik göstermektedir. Bu cümleden olarak şu hususu hatırlatmalıyız. Gerek Abbasiler ve gerekse onlara tahakküm eden Büveyhilerde Muhtesib yani belediye reisi ile şurta yani polis (emniyet) müdürü de iltizam ile tayin edilirlerdi.[47]
İslâm’da örfi hukuku yürüten birimlerden olarak kabul edilen şurta, hisbe ile de işbirliği yapardı. Yine İslâm hukukunda nadiren de olsa muhtesipler, suç işleyen şahısları yakalayarak mahkeme huzuruna çıkarır ve kamu davacısı sıfatıyla taraf olur. Şurta (polis) ise cezaları infaz etmekle birlikte bazı zamanlarda kamu temsilcisi sıfatıyla taraf olarak mahkemede bulunurdu. İslam hukukunda şurta (polis) adlî anlamda yani hüküm verme ve tahkikat yapma, hapishanelerin idaresi görevini ifa etme ve genel asayiş sağlamak için cezaları icra ve infaz ile ayrıca muhakeme esnasında hakimlere yardım etme ve hükümlerin icrası gibi görevleri yürütürlerdi.[48]
A- KARAHANLI-GAZNELİ DÖNEMİ
Doğu ve batı Türkistan’da hüküm sürmüş (840-1212) olan Karahanlılar devletinin başında Hakan, Han, Kağan, Kara ve İlig unvanlı kişiler bulunurdu.
Karahanlılarda, Kut inanışı vardı. Kut: Eski Türk inanışının bir devamıdır. Buna göre Tanrı tarafından hanedan üyesine verilen devleti yönetme yetkisidir. Büyük Han; Devletin doğu bölümünü, Hana bağlı bir kişi de devletin batı bölümünü yönetirdi.
Hükümdarın eşine Hatun denir. Hatun da devlet yönetiminde söz sahibidir. Hatunların da kendilerine ait divanları bulunmaktadır. Karahanlılarda; Saray ve başkente Ordu denirdi. Yüksek devlet memuriyetlerinde, başkumandana "subaşı", maliye bakanına "ağıcı", saray hâcibine "tayangu" veya "bitikçi" denirdi.[49]
a-İlk Müslüman Türk Devletlerindeki Adalet ve Hukuk İşleri
Türkler, Müslüman olunca yazılı olmayan hukuk olan töreden yazılı İslâm hukukuna geçtiler. Türk - İslâm devletlerinde hukuk ikiye ayrılmaktadır. Bunlar; Şer’i ve Örfi hukuktu.
1006 yılındaki olaylarında Subaşı mevkiindeki Karahanlı Subaşı Tegin’in kuvvet komutanı olarak başarılı bir komutan olduğunu görüyoruz.[50] Göktürklerden itibaren subaşı rütbesi taşıyanların yetenek ve kabiliyetlerinin üstün kişiler olduğu açıkça anlaşılıyor. Askerin her şey demek olduğu o zamanın idarelerinde subaşılar şüphesiz ki, iç güvenlik konularında da aktif rol oynamaktaydılar.
Göktürklerden sonra ilk Müslüman Türk devletlerinden sayılan Karahanlılarda da bu unvanın görülmesi onların İslâm öncesi Türk idare geleneğini devam ettirdikleri şeklinde de düşünülmelidir. Elbette bu gerçek diğer isimlerle anılan Türk devletleri için de geçerlidir.
Selçuklar; eyalet veya illere vali olarak tayin ettikleri Şehzadelerin yanına onların eğitiminden sorumlu Atabey unvanlı tecrübeli devlet adamlarını da vermekteydiler. Eyalet valilerine şahne/Şıhne denir. Bu vali hükümdar ailesinden ise buna da Melik denir. Selçuklarda; devlet işlerini en iyi şekilde düzenleyen kişi Nizamü’lmülk’tür.
Yusuf Has Hacip ve yazdığı Kutadgu Bilig (1069-1070)
İslâmi devir Türk edebiyatının ilk ürünü sayılan Kutadgu Bilig, Karahanlılar sahasında ortaya çıkmıştır. Kutadgu Bilig: Yusuf Has Hacip tarafından Uygur alfabesi ile yazılmıştır. Türkçe ilk siyaset namedir.
Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig’de devlet teşkilâtı, sosyal ve siyasi durum, dini, ahlâki ve pedagojik problemler üzerinde durmuştur.
Kutadgu Bilig, İslâm etkisi altında gelişen Türk kültür, düşünce ve yönetim anlayışlarının izah edildiği çok önemli ve değerli bir eserdir. Eser devrin siyasi, askeri, sosyal, ekonomik ve kültürel özelliklerini bize sunmaktadır.
Eser dört büyük ve önemli temel üzerine bina olunmuştur. Birincisi, doğruluk; ikincisi, saadet; üçüncüsü, akıl; dördüncüsü, kanattır. Yazar bunlardan her birine Türkçe bir ad vermiştir.
Doğruluğa: Kün-Toğdı adını verip onu padişah yerine tutmuştur. Saadete: Ay-Toldı adını verip vezir yerine koymuştur. Akıla: Öğdülmiş adını verip vezirin kardeşi kabul etmiştir. Kanaate: Odgurmuş adını verip vezirin akrabasından birini veya birilerini belirtmiştir.[51]
Kün-Toğdı İlk: Hükümdardır. Kitaba göre adaletin şahıslaşmış bir örneğidir.
Ay-Toldı: Kendisinde devlet şahıslanan bilgin ve akıllı bir kimsedir.
Hakan’a kendini tanıtarak onun veziri olur. Ona bir çok hizmetler eder öğütler verir. Sonra günün birinde hastalanır. Öleceğini anlayınca Hakan’a kendi yerine oğlunu salık verir. Ardından hayata gözlerini yumar.
Öğdülmiş: Vezir Ay-Toldı’nın oğludur. Babası son zamanlarında kendisini yanına çağırır ve bir çok öğütler verir. Akabinde akıllar öğretir. Babasının ölümünden sonra Hakan’ın vezirliğini üstüne alır. O da Hakan ile birçok konu üzerine konuşur. Bu şahısta akıl canlanmaktadır.
Odgurmuş: Kanaati canlandıran vezirin akrabasından biridir.
Hükümdar Küntogdi, eserdeki tek kişi olmadığı gibi, her kararı tek başına alan bir yönetici de değildir. Küntogdi’nin, sarayın yönetiminde kendisine yardımcı olan kapıcıbası, katip, aşçıbaşı, içkicibaşı gibi görevlilerin yanında bugünkü demokratik yasamda her biri bir bakanlık tarafından temsil edilen çok önemli yardımcıları bulunmaktadır. Bunlardan bazıları: vezir (başbakanlık), subaşı (genel kurmay başkanlığı ve milli savunma bakanlığı), elçi (dışişleri bakanlığı), hazinedar (maliye bakanlığı), kadı (adalet bakanlığı), ve muhtesiptir (içişleri bakanlığı ve polis/belediye teşkilâtı). Ayrıca, Yusuf bu yardımcıların dışında bir de “hükümdara vekalet edecek kimse”den bahsetmektedir ki, vekalet makamının o dönemde bile otomatik olmaması gerektiğini anlamaktayız. Yusuf burada doğrudan “veliaht” veya “hükümdarın oğlu” gibi vekalet edecek şahısları sıralayabilirdi. Vekalet kurumunun işin ehline bırakılması ve törelere uygun olarak islemesi gerektiği için belirli kimseler ısmarlama bir şekilde vekil olarak adlandırılamaz. “Halkın huzur bulması ve saadetle yasaması için, [hükümdara vekalet edecek kişinin] dürüst ve güvenilir bir kimse olması şarttır. ”
Kısaca, Küntogdi Kutadgu Bilig’de karşımıza mutlak hükümdar olarak çıkmamakta; tam aksine, devlet islerinde başta vezir olmak üzere birçok yardımcısı bulunmaktadır.
a-Kutadgu Bilig’de İdare ve İdareciler
Kutadgu Bilig’de, önemli idarecilerin isimleri verilmekle beraber bu idarecilerin sahip olmaları gereken özelliklerde izah edilmiştir.[52]
Yusuf Has Hacip, idarecilerin önemli özelliklere sahip olmaları gerektiğini belirtir. Bir idarecinin üstün bir insan olması gerektiğini dile getirerek önemli noktalara değinmiştir. Yusuf Has Hacip’e göre idareci: (Bey, Hükümdar) bey olarak doğar, yani bir bey doğuştan beydir. Beyin bey olması için bey ya da hükümdar soyundan gelmesi gerekir. Ayrıca bu beyin ya da hükümdarın, idaresini üstün insan cesaretiyle de ispat etmesi gerekir.[53]
Ayrıca bu ehil kişilere de daha iyi çalışmaları için hediye ve bol para vermek gerektiğini izah eder. [54]
b-Kutadgu Bilig’de Güvenlik Konuları
Yusuf Has Hacib’e göre devlet hizmetinde ikinci önemli makam ordu komutanlığıdır.
Subaşı (ordu komutanı): İhtiyatlı, uyanık, cömert, cesur, gözü pek, mala mülke ve paraya karşı zaafı olmayan, askerin bütün ihtiyaçlarını karşılayan, kendi nefsini değil devletin ve ülkenin çıkarlarını düşünen, zeki, bilgili, ölümden korkmayan biri olmalıdır.
Subaşı uyanık ve ihtiyatlı olduğu sürece halkın güvenliği sağlanır. Bunun için de halkın da uyanık ve ihtiyatlı olması gerekir. Türk insanı ve ulusu her zaman için ülkesini iç ve dış tehditlere karşı korumalıdır. Ayrıca ordu teşkilâtı iyi silahlarla donatılmış, disiplinli ve eğitimli, aynı zamanda homojen olmalıdır.
Komutanın dört temel özelliği vardır. 1- Doğru sözlü olmak 2-Cömert olmak ve ihsanlarda bulunmak 3-Cesur ve yüreği pek olmak 4-Savaşta hile ve kurnazlık yollarını iyi bilmek.[55]
c-Kutadgu Bilig’de Halk
Yusuf Has Hacib, toplumu üç ana tabakaya ayırmıştır.
1-Yöneticiler
2-İkinci ana tabaka ise, halk ile yönetim arasında bulunan ve kimi zaman yöneticilerin, kimi zamanda halkın yanında yer alan; fakat her iki kesim üzerinde de etkisi bulunan fazla olan elit grup ya da alt güzideler kesimi. Düşünürler, bilim adamları, din adamaları, adalet mensupları, zanaatkârlar ve hekimler.
3-Üçüncü tabakayı da halk oluşturmaktadır. Bu durumda kast sistemi mevcut değildir. Hanedan hariç olmak üzere diğer tabakalar arasında geçişler vardır.[56]
Yukarıda belirttiklerimize ek olarak, Kutadgu Bilig’de devlet, iç güvenlik ve güvenlik birimleriyle ilgili olarak birkaç şey daha aktaralım.
“Dünyayı ede tutmak için, insan anlayışlı olmalıdır: halka hâkim olmak için ise, hem akıl, hem cesaret gerekir.
Adem’in dünyaya indiğinden beri iyi nizâm daimâ anlayışlı insanlar tarafından vaz’edile gelmiştir.
Hangi çağda olursa olsun bugüne kadar daha yüksek yer daim bilgiliye kısmet olmuştur.
İnsanların kötüsü anlayış yolu ile asılır; halk arasında çıkan fitne bilgi ile bastırılır.
İşleri bu ikisi ile de halledemezsen, bilgili bırak, elini kılıca daya. Halkı idare eden, hâkim ve âlim beyler bilgisizin işini kılıç ile halletmişlerdir.
Dünyayı elde tutmak için insanın anlayışlı olması ve halkı itaât altına almak için de, bilgili bulunması elzemdir. ”
“Bu cihana hâkim olmak için bin türlü fazilet gerek;yaban eşeğini alt etmek için arslan olmak gerek
Dünyaya hâkim olana binlerce fazilet lazımdır; o bunlar ile eli-günü idare eder ve sisleri dağıtır.
O bunlar ile kılıç çalar ve düşmanın boynunu keser; memleketi ve halkını kanun yolu ile nizam altında bulundurur. [57]
“Emir vermek meselesi büyük iştir”
“Hâkim idare adamları lazımdır.” Huzur arayan insan daima zahmetle karşılaşır.
Hükümdar bütün memlekete göz-kulak kesildi; ona bütün kilitli kapılar açıldı.
“Halkın içinde yükselip, ikbale eren insan halka hep iyi kanunlar tatbik etmelidir.”
Bu üzerinde oturduğum tahtın üç ayağı vardır. Üç ayak üzerinde olan hiçbir şey bir tarafa meyletmez; her üçü düz durdukça taht sallanmaz.
Eğer üç ayaktan biri yana yatarsa, diğer ikisi de kayar ve üzerinde oturan yuvarlanır.
Ben işleri doğruluk ile hallederim. İnsanları, bey veya kul olarak ayırmam.
Ey becerikli insan, elimdeki bu bıçak biçen ve kesen bir alettir. Ben işleri bıçak gibi keser, atarım; hak arayan kimsenin işini uzatmam.
Şekere gelince, o zulme uğrayacak, benim kapıma gelen ve adaleti bende bulan insan içindir.
O insan benden şeker gibi tatlı-tatlı ayrılır; sevinir ve yüzü güler.
Zehir gibi acı olan bu Hind otunu ise, zorbalar ve doğruluktan kaçan kimseler içer..
Bunlar kavga edip, bana gelirler ve ben hüküm verince, bakarsın, acı Hind ilacı içmiş gibi, yüzlerini ekşitirler.
Benim bu sertliğim, başkalarının bu çatıklığı ve bu asık suratım bana gelen zalimler içindir. ”
Beyler kötü olmadıkça, o memlekette kötülerin yüzü sevinçle parlamaz. [58]
Akıllı ve tam bilgili insanı halka amir tayin et.[59]
“Ey hükümdar, şu üç işe çok seçkin kimseleri ara ve bu işleri onlara ver.
Bunlardan biri kadıdır. Halka faydalı olabilmesi için, onun çok temiz ve takva sahibi olması lazımdır.
İkincisi hükümdara vekalet edecek olan kimsedir: Halkın huzur bulması ve saadetle tanışması için, bunun dürüst ve güvenilir bir kimse olması şarttır.
Üçüncüsü vezirdir; bunun çok seçkin bir kimse olması lazımdır, halka ne gelirse ondan gelir.
Bu işe bakan kimseler doğru olursa, halk huzura kavuşur, günü aydın olur. Memleketin düzene girer ve halk zenginleşir ve neticede bunlar sana hayır dua ederler. Bu üç yerde işe yaramayan insanlar bulunursa, bütün halkın işi kötü olur. Bir beye yol gösteren vezirdir; halka, muhafızlara ve hizmetkârlara nizam veren odur. ”
Ters tabiatlı, zararlı ve kötü adamların eli-kolu bağlanmadıkça işler selametle yürümez.
Şehir ve kasaba içinde hırsızı ortadan kaldır yolcu ve kervan emniyet içinde sefer etsin
Fâsık, serseri ve başı-boş dolaşanları inzibat altında bulundursunlar.[60]
“Ey hükümdar işi sürüncemede bırakma. Her işle meşgul ol. İşini geri bırakma, yap: Bugünkü işi yapmazsan yarının işi de buna eklenir; iş iş üzerine gelir ve yığılır; kalır. Bugünkü işini yarına bırakma: yarın işin olursa bu yapılamadan kalır. Halkın ve kendinin yarın huzura kavuşabilmeniz için, bu memleket işlerinin günü-gününe görülmesi lazımdır. Zalim olma, zulmü kötülere karşı tatbik et: bütün memleketi kötülerden temizle. Doğru ol, doğru yola git ve her vakit doğruluk ile hareket et: böylece kötü ve eğri yola gelir ve tavrını değiştirir. Bu ters tabiatlı, zararlı ve kötü adamların eli kolu bağlanmadıkça, işler selametle yürümez. Kötüyü kendine yaklaştırma, zararı dokunur: daima uyanık ol ve doğru insanlar ile yaşa. Doğru ve dürüst gönüllü, düşüncesi, sözü, işi ve bütün hareketi iyi olan insan ne der, dinle. Kötüye katılma ve doğruluktan ayrılma: kötüler arasında doğru insanın güneşi kararır. Kötülük yapanlar hüsrana mahkum olurlar: kıyamet gününde Tanrı’nın karşısına doğru insan olarak çık. Ey hükümdar, çaresiz sana adamlar lazımdır: beyler fesâdı bunlar ile ortadan kaldırırlar. Bir çok adamlar toplamalı ve onlara ihsanlarda bulunmalı, fakiri zenginleştirmeli ve açı doyurmalıdır. Hizmette bulunan kimse bir şeyler ümit eder; hizmetkar ümidini keserse, durmaz gider. Ey hükümdar hizmetkâr birkaç türlüdür; bunları seç ve ayrı ayrı muameleye tâbi tutarak, hizmet gördür. yollarını şaşırmasınlar. Onlardan biri şeref için çalışır; onu şeref vermek suretiyle, tatmin et. Biri mal ve mülk ister; ona mal ver canını sana feda etsin. Bazen hem mal hem şeref ister; birde unvan, hil’at ve nüfuz peşindedir. Eğer cesur ve kahraman kimse ise, ona gümüş ver, kılıç kullansın, sana şehir ve memleketler fethetsin. Bilgili akıllı ve temiz kalpli insan ise ona hürmet göster. Kötü ve zalim olan kimseyi yükseltme; ona memlekette nüfuz verme seni çok üzer Sana gönülden bağlı olan kimseyi kendine yakın tut. hayasız kimseleri de kendinden uzaklaştır. Onlardan kendini koru. Seni sevenleri ve sevmeyenleri de iyice ayırt et; sevene karşı sevimli ve düşmâna karşı da yalı ateş gibi ol. Hıyanet ve emniyeti bir araya getirme: yarayan ile yaramayanı bir arada tutma. Bir işi iki kişiye birden tevdi etme. Onlar birbirlerine yüklerler ve iş yapılmadan kalır. İşi iş bilen kimselere ver: İş yapamayan insan onu beceremez, üzülür ve müteessir olur. Hizmettir diye olur olmaz insanlara iş verme: işi sana faydalı olacak şekilde becerikli kimselere ver. Memleketin faydasını kendi menfaatin ile telif et; başkasının menfaatlerini düşünüp ona bağlama
Faydalı insana her vakit itibar göster; ey hükümdar lüzumlu işleri ona gördür.. .
Hangi memleketin beyi iyi ve doğru olursa o memleketin halkı zenginleşir ve başına gün doğar.
Şehir ve kasaba içinde hırsızı ortadan kaldır. Yolcu ve kervan emniyet içinde sefer etsin.
Memleket içinde halka zulüm edenleri yok et; dış eyaletlerde de bir tane yol kesen şaki bırakma.
Kötüyü ceza vererek, doğru yola getir; kötüye kötü muamele layıktır, sende öyle yap.
İyinin serbestçe dolaşabilmesi için, kötünün ya zincire veya zindanda olması lazımdır.
Birde memleketin rahat çalışabilmesi için, bunlara ayrı ayrı muamelede bulunulmalıdır.
61Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, çvr. Reşit Rahmeti Arat, 4. baskı, s. -395-400
Onların biri alimlerdir; bunlar insanı devlet ve saadete kavuştururlar. Onlara izzet ve ikramda bulun ne derlerse yap; şeriat yolunu tut. hükümlerine itiraz etme ve önlerinde hürmetle eğil. Bunlardan sonra muhasipler gelir. Bunlar kuvvetli olmalıdırlar.
Bundan sonraki zümre senin hizmetinde bulunanlardır. Bunlardan sonra avâm. kısmı gelir. Bunlara kanunu tatbik et ve iyi bak.
Tebaanın senin üzerinde üç hakkı vardır. bu hakları öde ve onları zorluğa düşürme.
Bunlardan biri memleketinde gümüş temiz kalsın; onun ayarını koru
İkincisi halkı adil kanunlar ile idare et; birinin diğerine tahakkümüne kalkışmasına meydan verme
Tebaan üzerinde senin üç hakkın vardır; bunu onlardan istemelisin.
Biri halk senin emirlerine hürmet etmeli ve bu emir ne olursa-olsun ona derhal yerine getirmelidir.
İkincisi hazine hakkını gözetmeli ve bunu vaktinde ödemelidirler.
Üçüncüsü senin dostuna dost ve düşmanına düşman olmalıdır.
Böylece sen onlara karşı vazifeni yapmış olursun, onlar da senin hakkını ödemiş olurlar.
Bu yolun yolculuğunda bey böyle olmalı; tebaa da böyle olmalıdır. Böylelikle halk beyinin iyiliğini görür; bey de huzura kavuşur. ve dünyaya şöhretini yayar.
Ey hükümdar, sana her iki dünyayı temin edecek kısmet ve saadet şüphesiz budur.
Bundan sonra alimler harekete geçip, ihlas ile halka bilgi versinler.
Muhtesibin de elinde salâhiyet olmalıdır; o da cemaati dolaşarak kötülüklere mani olsun.
Satıcı emanetlerini gözetsin, sanat ustaları başkalarını yetiştirmekle devam etsinler. ” [61]
d-Kutadgu Bilig’e Göre Kuvvet Komutanı Nasıl Olmalıdır
Düşmanı korkutmak için başa geçen ordu kumandanının çok çevik, sert, tecrübeli, tam ve pek yürekli olması gerekir. Büyük bir meziyet olan orduyu idare etmek ve düşmanı kırmada seçkin insan olması gereklidir. O bütün malını askere dağıtmalı ve birçok kimseleri dost ve silah arkadaşı edinmelidir; çoluk çocuk ve karım diye mal toplamamalı ve mülk ve bahçe edineceğim diye gümüş yığmamalıdır. O bütün arzusunu kılıcıyla istemeli, vurmalı, almalı, vermeli ve böylelikle şöhretini büyütmelidir. O çok cesur, zeki ve aynı zamanda da mert ve geniş yürekli olmalıdır; ölümü hatırına getirmeyerek düşmanını vuran, yaman ve pek yürekli olmalıdır. Kumandan haysiyet sahibi olmalıdır; o şerefi için düşmana karşı koyar ve intikamını almadan ondan yüz çevirmez. Kumandan iyi tabiatlı ve alçak gönüllü olmalıdır; o böylelikle halka kendisini sevdirir, ordu kumandanı mağrur olursa şüphesiz düşmandan dayak yer; namlı ve şöhretli olması ve adının yayılması için onun cesur, heybetli, saçı sakalı düzgün ve mert insan olması lazımdır. Ordu kumandanı siyaset etmesini bilmeli; ordu işi siyasete bağlı olur. Düşmâna karşı sefere çıkmak ve ordunun hareketini idare edebilmek için kumandanın şu birkaç vasfa sahip olması gerekir: Onun yüreği harpte aslan yüreği gibi ve dövüşürken de bileği kaplan pençesi gibi olmalıdır; o domuz gibi inatçı, kurt gibi kuvvetli, ayı gibi azılı ve yaban sığırı gibi kinci olmalıdır; aslan gibi hamiyeti yüksek tutmalı, baykuş gibi geceleri uykusuz geçirmelidir; onun tuzu, ekmeği ve yemeği bol, atı, elbisesi ve silahı da buna denk olmalıdır. Söyledikleri doğru olmalı ve sözüne de itikat edilmelidir. Orduları yarıp delmek için sebatlı bulunmalı, askeri coşturmak içinde kesin kararlı olmalıdır. Ordu kumandanı düşmâna karşı harekete geçerken düşmâna karşı koyacak esas kuvvetleri etrafında bulundurmalıdır; öncü ve keşif kollarını seçmeli, ihtiyatlı olmalı, göz ve kulağını uzaklara çevirmelidir. Kumandan ihmalkar olmamalı ve çok uyanık bulunmalıdır; ihmalkar olursa düşmanın baskınından zarar görür. Askerini çok iyi gözetmeli ve dil yakalatmamalıdır.
Askerin az ya da çok olduğundan düşman haberdar olmamalıdır. Düşmanını vurmak için şu iki silah kullanılmalıdır. Bu iki silah düşmâna ölüm getirir Birincisi: düşmâna karşı hileye baş vurmalıdır İkincisi: ihtiyatlı ve uyanık olmalıdır. Düşmâna karşı prensip: ”Sözle oyala, sulh ol, kendini koru ve savaşa acele etme. Askerin bir kısmını pusuya yatırırken kendin önde ol düşman harekete geçerse sen de ona göre hareket et, durma, hazır durumda onun her hareketini karşıla, askerlerden yaralanan olursa sen bakıp tedavi ettir, esir olan varsa kurtar, geri al, eğer ölen olursa hürmetle kaldır; çoluk çocuğu varsa onlara haklarını ver, askerler bunu görünce sevinir, savaş günlerinde de sevgili canlarını feda ederler. ”
Ordu kumandanı böyle olmalıdır; böyle bir adam orduya baş olursa çok iyi olur, bütün işi yoluna girer ve kendisi takdire şayan olur.
Şu iki vazife büyük vazifelerdir; büyüklüğün atıdır: biri vezirlik ikincisi ordu kumandanlığıdır; bunlardan biri kılıç tutar, biri kalem. Memleketin nizamını ve dizginini bu ikisi ellerinde tutar; bu ikisi el ele verirse, onu kim koparır. Bunların pek seçkin insanlar olması lazımdır; eğer beye karşı baş kaldırırlarsa başları gider. Faydalıda olurlarsa memlekete çok faydalı olurlar; eğer baş kaldırırlarsa memleket bunların çok zararını çeker. Bunlar halk arasında ileri gelen kimseler olmalıdır. Böylece memleket huzura kavuşur. Bir memleketi kılıç ile derhal ele geçirmek mümkündür fakat kalem olmayınca insan onu elinde tutamaz. Hangi şehir ve eyalet kalem ile idare edilirse orada herkes kendi arzu ve nasibini bulur. ”[62]
B- GAZNELİLERDE SUBAŞI
Bugünkü Afganistan’da 963 yılında kurulmuş olan Gazneliler Sultan Mesut (1030-1041) zamanında Selçukluların Horasan bölgesinde faaliyete geçtikleri haber alınınca, durumu vezir ve öteki devlet büyükleriyle görüşerek Büyük Hacib Subaşı’nın komutasında onbin atlı, beş bin piyade mevcutlu bir orduyu Horasan’daki Selçuklular üzerine gönderdi.[63] Merv’e giden Hacib Subaşı her tarafa bir şahne gönderdi. Bu alınan tedbirler sayesinde Selçuklular geri çekilmek durumunda kaldılar. (1037) Nihayet Hacib Subaşı Selçuklular ile Serahs civarındaki Talhâb denilen yerde karşılaştı. İki taraf arasında sabahtan öğleye kadar devam eden şiddetli savaşta Gazneli ordusu ağır bir yenilgiye uğradı ve bütün ağırlıkları Selçukluların eline geçti. (1038 yılı Mayıs ayı sonu)
Yukarıda bahsini ettiğimiz yenilgiye dayalı olarak gelişen olaylar olaylar yüzünden daha sonra Sultan Mesud hazırlıklar yaparak Nişabur üzerine yürürken (Ocak 1040) kendisi merkezde Sipehsalar sağ kanatta ve Büyük Hacib Subaşı’da sol kanada kumanda ediyordu.
Haliyle gelişen olaylar nihayet Selçuklular ile Gazneliler arasındaki Dandanakan (Mayıs 1040) savaşının yapılmasına sebep olacaktı. Bu savaşta galip gelen Selçuklular artık müstakil devlet olma yolunda bağımsızdılar. Dandanakan mağlubiyetinden hemen sonra Sultan Mes’ud Hacib Subaşıyı tutuklatarak mallarına el koymuştu.
Subaşı makamının şahne makamındakileri tayin ettikleri bu dönem de bir subaşı olan Selçuk Bey marifetiyle canlanan Selçuklular, başka bir Gazneli subaşının marifetsizliğiyle artık müstakil olmuşlardır.[64]
C- BÜYÜK SELÇUKLULARDA ASAYİŞ VE DÜZEN
“ XI. yüzyılda İran’da kurulan ve kısa zamanda Anadolu dahil olmak üzere, bütün yakın ve Orta-doğu’da egemenliğini sağlayan Büyük Selçukluların Kutadgu Bilig’de söylenen: “Dünya beyleri arasında en iyileri Türk beyleridir;” ifadesine tam oturur. Bilindiği gibi her ülkede siyaset-nâme ve nasihât-name türünden bu gibi eserler yazılır ve ideal devlet adamı anlatılır. Bu anlatış teoriktir. Ancak önemli olan, tarihimiz boyunca yazılan kitaplardaki teorik bilgilerin pratikte de yer almasıdır. Selçuklulardan evvel hâkim oldukları geniş bölgede sayısı yirmiye varan yerel politik kuruluşların yarattığı politik ayrılık ve karışıklık, doğu İslâm dünyasını harabeye çevirmiş, yol kesicilik, ulaşım zorlukları, can, mal güvencesini ortadan kaldırmış, anarşi doğurmuştu. Büyük Selçuklu sultanları “Kutadgu Bilig’deki hükümdarın halka hizmet etmesi ilkesinden hareket ettiler. Halkın refahı ile ekonomik kalkınmayı ön planda tuttular, huzur ve sessizliği sağladılar. Bu sebeple sultanların çoğunluğu Sultan’ül-adil(adil Sultan) sanı ile anıldılar. Devrin şartlarını göz önünde bulunduran Selçuklu sultanları buna göre politika izlediler. Fethettikleri ülkelerdeki yerel hükümdarlardan ancak şiddetle karşı koyanlara şiddet gösterdiler. İtaatlerini kabul edenleri yerlerinde bıraktılar. Bunları devlete bağlamakla yetindiler. ”[65] Büyük Selçuklu Sultanlığının kurulmasından itibaren din işleriyle dünya işlerinin yani siyasi meselelerin birbirinden ayrılması yolunda geniş faaliyetlerin görüldüğünü[66] belirtmeliyiz. Büyük Selçuklular da, milli birliğe diğer Türk devletleri gibi önem vermişler gerekeni yapmışlardır.[67]
Büyük Selçuklularda Kolluk Kuvvetleriyle İlgili Memuriyetler
a-Amîdlik
Bir eyaletin başında bir nevi vali olarak bulunduğunu gördüğümüz ve Büyük Selçuklu İmparatorluğu tarihinde daha ilk Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey (1037-1063) zamanından itibaren tesadüf ettiğimiz bu memuriyetin devlet teşkilâtında işgal ettiği yer, Nizâmü’lmülk tarafından belirtilmektedir. Bu Selçuklu vezirine göre, “Devlete bağlı amîdlere, has kölelere ve mutasarruflara Amîdü’lmülk, Şemşü’lmülk gibi unvanlar verilmelidir… Unvandan maksat şahsın diğerleri tarafından tanınmasıdır. Vezir, tuğracı, müstevfi, arız-ı Sultan, amîd-i Bağdat, amîd-ı Horasan, amîd-i Harizm’den başka lakab kullanamaz. Ancak ülke ile ilgili olmayan lakaplar hariçtir.”[68] “Taşıdığı lakab kişinin değerini ve makamını bildirmelidir. Mesela bâzâri ile dihgân aynı mânadadır. Marufi ile amîdi arasında da hiçbir fark yoktur. Her ikisinin de rütbesi ve makamı aynıdır. Türk sipahilerinin kumandanları Hacegân, (Efendiler) Amîdan (Beyefendiler) ve Mutasarrıfan (diğer toprak sahipleri), Amîdü’lmülk, Zâhirü’lmülk, Kıvamü’lmülk, Nizâmü’lmülk ve benzeri unvanlar almışlardır.”[69]
Devletin şu veya bu sebeplerle düzeni bozulup karışıklık içinde düştüğü zamanlarda, bir hiç olan kimse bir emir olabildiği gibi, en adî bir kimse de amîdlik elde edebilir. Buna karşılık, asîl ve fâzıl kimseler, her türlü makamdan mahrum kalırlar; aşağılık adamlar, padişahlara ve vezirlere mahsus lâkapları almaktan korkmazlar.[70]
Görülüyor ki askeri teşkilâtta emirlik ne ise mülki teşkilâtta da amîdlik odur. Bundan sonra hükümdarlık ve vezirlik gelmektedir. Diğer taraftan hükümdarın doğrudan doğruya münasebette bulunduğu makam sahipleri arasında “amîd” de bulunmakta ve görünüşe göre, alt sınırı teşkil etmektedir. Gerçekten Nizâmü’lmülk, devlet erkanının hükümdarın huzurunda uzun müddet kalmalarının, haşmetini zedelemesi bakımından mahsurlarından bahsederken, bu devlet erkânının kimler olduğunu sayarken büyüklerden vezir ve diğer divan üyelerini sayarken ordu kumandanları (sipah-sâlârân) nın yanında sonuncu olarak, amîdleri de zikrediyor. Böylece amîdler, hükümdarın işret meclislerine kabul edilen devlet erkânının son halkasını teşkil ediyorlar demektir. Nitekim aynı Nizâmü’lmülk lâkablardan bahsederken Irak amîdiyle Horasan amîdi’ni vezir ve büyük divan üyeleri ile bir arada zikretmektedir. Bundan anlaşılıyor ki, hiç olmazsa bazı mühim eyâletlerin amîdleri, merkez teşkilâtının başında bulunanlarla, yani divan sahipleriyle aynı seviyede sayılmakta idi.[71]
Büyük Selçuklu İmparatorluğu tarihinin ilk imparatorluk devrinde kaç amîldik bulunduğunu bilmiyoruz. İmparatorluk tarafından vasıtasız olarak hâkim olunan her eyâlete bir amîd tayin edildiği muhakkaktır. Yukarıda görüldüğü üzere biz bunlardan üç eyaletin, Irak’ın, Horasan’ın ve Harezm’in amîdi bulunduğunu biliyoruz. Bu üç eyâlet amîdinin, diğer eyâlet amîdlerine nazaran çok daha yüksek sayıldığını yukarda gördük. Bundan başka her eyalet merkezinde ve eyâlet dahilindeki büyük şehirlere de birer amîd tayin edildiği anlaşılmaktadır. Zira Bağdat, Hemedan, Belh, Urfa, Diyarbakır, Meyyefârıkin Amîdınden bahsedilmektedir.
Biz en çok Irak amîdi hakkında bilgiye sahibiz. Irak amîdi’nin vazife ve yetkileri belirtildiği takdirde, umumiyetle Alp Aslan zamanında amîdlik müessesesi hakkında fikir edinilebileceği muhakkaktır.
Amîdik makamını işgal eden devlet adamı, tıpkı vezir gibi kalem ehlinden yani İranlı idi. Bu sıfata rağmen aşağıda görüleceği gibi, amîd yine tıpkı vezir gibi askeri meselelerde de meşgul oluyordu.
Amîdlik müessesesine Tuğrul Bey’in, Halife’nin daveti üzerine Bağdat’a girişinden itibaren rastlıyoruz. (Temmuz 1056)
Selçuklu hâkimiyetini yürütmekle vazifeli bir devlet adamı sıfatıyla amîd’in umumiyetle Irak’ta, hususiyle Bağdad’ta nizam ve asayişi koruduğunu biliyoruz.[72] Şüphesiz amîd’in asıl meşguliyet sahasını mâli meseleler de teşkil ediyordu.
Ancak 1057 yılında amîldik müessesesi tarihinde yeni bir safhanın başladığı söylenebilir: Sultan Tuğrul Bey, Amîdü’l-Irak makamındaki kişinin ölümünden sonra tayin ettiği yeni devlet adamına “reisü’l-Irakayn”(iki Irak’ın, yani Irak-ı Arab ile Irak-ı Acem’in reisi) lakabını tevcih etti. Bu lakabın verilmesi bu makama atfedilen önemi gösterir. Bu unvandaki kişi Sultan Tuğrul Bey’in Halifenin kızı ile evlenmesinde başrolü oynayacaktır.
Şimdi de Alp Aslan’ın saltanatı zamanında amîldik müessesesini ele alalım. Bu zamanında Irak amîdi Sultan Alp Aslan adına hutbe okutulmasını, para bastırılmasını ve hil’atler imâl edilmesini sağlayacaktı ve reisü’l-Irakayn lakablı kişiyi Irak amîdi olarak tekrar sahnede görüyoruz. Bu sefer yanında şahne olduğu anlaşılan kişi de vardır. Selçuklu hükümet sarayına yerleşen Irak amîdi, derhal eyâlet işleri (a’mâl) ne el attı. O’nun böylece Irak’ta yeni hükümdar (Alp Aslan) adına Selçuklu hâkimiyetini kurmağa çalıştığı görülüyor.
Irak amîdi’ni Alp Aslan zamanında meşgul eden başlıca olay Halife ile ilgili olaylardır. Bu esnada gelişen olaylara müdahale eden Irak amîdi fitneye sebep oldukları, yani sükùn ve asayişi bozdukları gerekçesiyle 1064 yılında bir kısım şahısları tevkif etmişti.[73]
Büyük Selçuklu tarihinde ilk defa halifenin şikâyeti ile Irak amîdi (Nihavendi) görevden alınmıştı. (1064)[74] Yeni atanan Irak amîdi haca gidecek kafilelerin meseleleriyle uğraşmıştır. 1066 yılı sonunda atanan (Abù Sa’id Müstevfi) Irak amîdi’nden Halife’ye itaat etmesi, hizmet kaidelerini yerine getirmesi, Halifenin bütün isteklerine icabet etmesi emredilmekte idi.[75] Bu şahıs Bağdat’ta yeni inşa edilen Nizamiye Medresesinin açılı merasiminde de karşımıza çıkar.
Selçuklu İmparatorluğu ile Halifelik sorunları halledilince Irak amîdi’nin oynayacağı rol kalmamışsa da 1069 yılında yeniden (Ebù Nasr isimli) Irak amîdi’ni görev başında görüyoruz.[76]
Böylece amidin makamını işgal eden devlet adamlarını askeri, idari, siyasi ve mâli vazifelerini belirtmeğe çalıştık. Şimdi de amîdin protokoldeki yerini tesbite çalışalım:
“Tuğrul Bey’in öldüğü ve yerine (üvey oğlu) Süleyman’ın tahta çıktığı, şüphesiz gerekeni yerine getirmesi için Selçuklu veziri Amîdü’l-mülk Kündùrı tarafından Irak amîdi’ne bir elçi vasıtasıyla resmen bildirilmişti.”[77] Bundan anlaşılıyor ki, devletin eyâletteki muhatabı doğrudan doğruya o eyaletin başında bulunan amîd’dir. Diğer taraftan amîdin devletteki muhatabı bazen doğrudan doğruya başta bulunan Sultan’dır.[78] Irak amîdleri halife ve adamlarına karşı çok şiddetli hareket ederlerken halka karşı son derece adil davranırlardı.[79]
Irak amîdi hem adaleti hem vergi siyaseti hakkında uğraşırken Irak’ta Selçuklu hâkimiyetinin bütünüyle gerçekleşmesi ve yürütülmesi yetkisi de Irak amîdine ait idi.[80] Gerek yeni amîdler gerekse vazifeleri başına izinden dönen amîdler ve gerekse geçici görevle gelen amîd unvanına sahip devlet adamları Halifelik erkânı tarafından merasimle karşılanırlardı.[81]
Verdiğimiz bilgiler eyâlet amîdlerinin gerek Büyük Selçuklu gerekse Halifelik devlet teşkilâtındaki ve protokolündeki yerini, eyaletlerde Selçuklu İmparatorluğu’nun yetkili temsilcileri olduklarını, bu sebeple meşgul olmadıkları devlet meselesinin olmadığını göstermiştir.[82]
Amîdlik müessesesinin yerini yavaş yavaş şahnelik alacaktır. Gerçekten bir zaman Alp Aslan zamanında nerdeyse amîd terimine hemen hemen rastlanmaz. Ancak Melikşah ve onu takip eden hükümdarlar zamanında şahnelik müessesesi yanında, fakat onun emrinde ve sadece mali meseleler ve bilhassa iktâ meseleleriyle meşgul olan amîldik müessesesine rastlıyoruz.[83] Diğer bütün vazifeleri şahneler üzerlerine alacaklardır.[84]
b-Büyük Selçuklularda Hükûmet Ve Şahne
Şahne, Eskiden şehrin dirlik ve düzenliğine bilhassa gece emniyetini korumak ve sağlamakla vazifeli memur, gece bekçisi, subaşı, zabit müdürü, görevlerindekilerdi. Eşanlamı olarak ihtisab ağası denilen memuriyettir.
Devleti idâre etmek için işler dîvânlarda yürütülürdü.
Selçuklularda, Şehzâdelerin yetişmesiyle alâkadar olan atabegler eyâlet merkezlerinde güvenlik hizmetleriyle ilgilenen ve şahne (veya şıhne) denilen askerî vâliler, mülkî idâreden mesul olan âmiller ve zâbıta hizmetleriyle emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker görevini üstlenmiş olan muhtesipler de hükûmet teşkilâtı içinde yer alırdı.[85]
Hilafet merkezi olan Bağdat’ta Selçukluların şahne adıyla merkezdeki işlere bakan ve aynı zamanda Halifenin vaziyetini kontrol eden bir vali vardı.[86]
Bir eyaletin sivil valiliği demek olan amîldik görünüşe göre, Alp Aslan’ın saltanatının sonlarına doğru git-gide önemini kaybetmiş, onun yerini eyâletin bir nev’i askeri valiliği demek olan şahnelik almıştır. Öyle görünüyor ki; amîd, şahne’nin emrinde sadece mâli meselelerde, özellikle iktâ meseleleriyle meşgul olan bir yüksek eyâlet memuru durumuna düşerken, şahne, Selçuklu İmparatorluğu’nun bile eyalette en yüksek mümessili haline gelmiştir.
Yukarıda görüldüğü üzere, şahnelik, bir memuriyet olarak, Selçuklu tarihinde ilk defa Tuğrul Bey’in ölümünü müteakip görülür (Eylül 1063). Tuğrul Bey’in ölümü haberi üzerine ayaklanan Hanedan halkı, bu şehir amîdiyle birlikte şahne’yi ve adamlarından 700 kişiyi öldürürler. Şahne kelimesi ikinci defa, Alp Aslan’ın saltanatının başlangıcında geçer: Aytekin Süleymanî isimli bir Selçuklu kumandanı, şahne olarak, meşhur Irak amîdi Reisü’l-Irakayn en-Nihavendî ile birlikte Bağdad’a gelir. (Mart 1064) Reisü’l-Irakayn en-Nihavendî (her işe karışmak ve vergi meselelerine el koymak gibi) büyük roller oynarken, şahne Aytekin silik bir şahsiyet olarak kalır. Nitekim gelişen olaylardan şahne görevindekilerin amîd’lerin maiyetinde bulundukları kaynakların ifadesinden anlaşılmaktadır. Daha sonra şahnelik büyük ehemmiyet kazanır. Hele Halife’nin istemediği şahnenin azlini temin edinceye kadar uğraştığını söylersek, ehemmiyetli bir mevki haline geldiğine dair önemli bir delili söylemiş oluruz.[87]
Şahneliğin asıl önem kazanması 1071 yılında Sa’d ü’d-devle Güherâyın’ın bu mevkiine tayiniyle başlar. Bu şahne Halife’ye kafa tutacak kadar dirayetli ve yetkili aynı zamanda da Halifenin muhatabı haline gelmiş ve arzularını bu Selçuklu devlet adamının aracılığı ile Büyük Selçuklu Sultanı’na ulaştırdığı anlaşılmaktadır.[88]
Memuriyet olarak Tuğrul Bey’in ölümüyle birlikte gündeme gelen şahnelik “Tuğrul Beyden beri devam eden Bağdad’ın askeri ve sivil idaresinin saltanat başkentinin tayin ettiği şahne’ler/şihne’ler verilerek, halifenin vazife ve yetkilerinin yalnız şer’i meselelerin halli ile, ziyaretleri kabul etmek, sultana ve tâbi hükümdarlara hil’atler ve bir takım unvanlar vermek gibi öteden beri adet hükmünde olan merasime inhisar ettirilmesi ve İslâm dininin bu en yüksek temsilcisinin dünya işleri ile ilgisinin kesilmesi hususu bir yandan ilim, fikir, edebiyat sahalarında serbest gelişmeye zemin hazırlamak suretiyle Selçuklu devrinin, bilhassa imparatorluk zamanında, parlak bir çağ idrak etmesini mümkün kılmış, diğer taraftan, İslâm ülkelerinde yaşayan gayr-i Müslim unsurların(zımmı) İslâmi hukuk kaidelerine tâbi olmaları mecburiyetini hafifleterek emniyete kavuşmalarını temin etmiş ve lâiklik prensibinden kaynak alan dini toleransın, imparatorluk sınırları içine alınmış bulunan nüfùsunun çoğunluğu Hıristiyan (Gürcü, Ermeni, Süryâni vb) memleketlerde huzur ve güvenliğin sağlanmasına ve çeşitli dinlerdeki kalabalık tebaanın devlete bağlanmasına büyük ölçüde yardımı olmuştur.”[89]
Bununla beraber Bağdad’da vuku bulan-dini-içtimai mahiyeti haiz- karışıklıklarda, Halifelik veziri’nin talebi üzerine şahne’nin müdahale ederek, sükùn ve asayişi temin ettiği görülmektedir. Mesela, Türk-Arap nüfuz mücadelesi halini alan karışıklıklar sırasında, şahne Gùherâyin, Halifelik vezirinin resmi talebi üzerine karışıklık çıkaranların bir kısmını yakalamış, emsâl olmak üzere cezalandırmış, geri kalanlar da dağılmışlardır. (Şubat-Mart 1072) Şimdiye kadar naklettiğimiz, Irak amîd’lerinin de meşgul oldukları meselelerdir. Bu itibarla verdiğimiz bilgi, âmıd ile onun yerine geçen şahne’nin, vergi meseleleri müstesna, aşağı yukarı aynı meselelerle meşgul olduğunu göstermektedir. Ancak her halde bir hayvan hastalığından ötürü bütün sürüsü ölen çobanı bu olaydan mesul tutan şahne Gùherâyin çobanı ayaklarından asıp sonra da diri diri yakınca halk arasında heybeti çok arttı. Nitekim bu olayın etkisiyle de Gùherâyin, Bağdad halkının ahlâkını düzeltmede çok mesafe kat etmiştir.[90] Hùzistanlı bir kadının gulâmı olan Gùherâyin, Tuğrul Bey, Alp Aslan, Melikşah ve hatta Berkyaruk zamanlarında büyük roller oynamıştı. Zamanla ordu kumandanı olarak büyük hizmetler gören Gùherâyin’ın Alp Aslan zamanında son vazifesi Bağdat şahne’liğidir. Bir kale kumandanının hücumuna uğrayan Alp Aslan’ı kurtarmak için ortaya atılan Gùherâyin, yaralanmışsa da efendisini de yaralanmaktan kurtaramamıştı.[91]
Şahnelik müessesesi, Melikşah ve onu takip eden hükümdarlar zamanında bu makamı işgal edenlerin nüfuz ve yetkilerini daha da genişleyerek, var olmakta devam etmiştir.
Göçebe Türkmenler üzerinde hususi yetkilere sahip[92] şahnelerin kılıç ehlinden yani Türk kumandanlarından olmalarının tabii neticesi olarak, maiyetlerinde büyük askeri kuvvetler bulundurdukları görülmektedir.
İşte Alp Aslan zamanında şahnelik müessesesi hakkında kaynaklarda verilen bilgiyi nakletmiş bulunuyoruz. Bu bilgiden şahnelik müessesesi hakkında fikir edinmek mümkündür.[93]
Halifelik teşkilâtında görülen ve zamanımızın polis müdürlüğü vazifesini gören şurta, görünüşe göre, Selçuklu devrinde ortadan kalkmıştır. Nitekim Nizâmü’lmülk eserinde hemen hemen bütün Selçuklu müesseselerinden ismen olsun bahsettiği halde, bu müesseseden bahsetmemektedir.[94] Öyle görünüyor ki, Selçuklular devrinde şurta vazifesini, önce vazife ve yetkilerinden bahsettiğimiz amîdler sonra da şahneler görüyordu.[95]
“Alp Aslan zamanında Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kaç eyâlete ayrılmış bulunduğunu, bunların kaç tanesinin imparatorluğu tâbi devletlerin hâkimiyetinde bulunduğunu, kaç tanesinin merkezden tayin edilen valiler vasıtasıyla idare edildiğini kati olarak bilmiyoruz. Fakat, imparatorluk idaresinin, lüzum gördüğü zaman eyâletlerin sınırlarında değişiklik yapabildiği anlaşılmaktadır. Bu sınırlar içinde ikta sahipleri de, amîdlerde hatta şahneler de valilik vazifesini görüyorlardı.”
Büyük Selçuklu eyâlet teşkilâtında başlıca amîd, şahne, amil, nazır, muhtesib, reis, kadı, hatib, müftü gibi memuriyetler bulunurdu. Bildiğimize göre, bu saydığımız memuriyetlerden şahnelik, tamamıyla kılıç ehlinden yani Türklerden idi.[96] Nizamü’lmülk’e göre eyâlet teşkilâtında vilâyette bulunan “hâkimler”in yani amîd, şahne, müşrif ve reis gibi yüksek memurların hatta casusların maaşları ihtiyaç duymayacakları kadar yüksek olmalıdır. [97]
Nizamü’lmülk’e göre amîd (vergi memuru)’in, kadı’nın, emniyet müdürü (Şahne) nin, (belediye) reisinin durumlarını soruşturmak gerekir. Bunun siyasi şartı şöyledir: Her şehir araştırıldığında din işlerinde müşfik Allah Teala’dan korkan, kin ve garazı olmayan bir kimse bulunabilir. Ona “Şehir ve nahiyeyi sana emanet ediyoruz. Allah öbür dünyada bizden neyi sorarsa, biz de senden sorarız” demeli. Vergi memuru(amid), kadı, emniyet müdürü (şahne), belediye reisi ve halkın büyük ve küçük hareketleri soruşturulup bilinmeli, olayların hakikati öğrenilip, gizli veya açık bize bildirilmeli. Bu vasıflara sahip kimseler böyle görevlerden sakınıp, memuriyeti kabul etmek istemezlerse, onları mecbur edip, hepsinin hapsedilmesi pahasına zorla bu görevi vermelidir.”[98]
Büyük Selçuklularda “taşrada türlü renklerde bayrakları, çetrleri bulunan ve izine bağlı olmak üzere, para bastıran melikler ile şahnelerin/şihnelerin, umumi valilerin ayrı ayrı vezirleri ve merkezdekinden daha küçük ölçüde, birer divanları vardı. Büyük Divâna bağlı eyâlet merkezlerinde “şahne/şihne denilen askeri kumandanlardan başka, sivil idareden sorumlu “amîdler” ve ayrıca halktan seçilmiş “reis”ler ve belediye işlerine bakan “muhtesip”ler bulunurdu.”[99]
Güvenlik sağlamada önemli rolleri oldukları iyice anlaşılan şahnelik makamınya ilgili olarak Gürcüler’le 1121 ve 1122 yıllarında yapılan savaşları yazan İbnü’l Ezrak şöyle anlatır:
“Abkaz ve Gürcülerin kralı David şehre şiddetli baskı yapıyor ve sıkıştırıyordu. Bunun üzerine Tiflis halkı Cenze (Gence) ve Arran’ın hâkimi Sultan Tuğrul b. Sultan Muhammed’e haber gönderip kendilerini Kral David’in baskısından kurtarmasını istemişler, o da onlara tam teşkilâtlı bir şahne göndermiş, fakat Gürcü Kralı baskısını iyice artırmış ve baskı bir müddet devam ettikten sonra şehir halkı, yanlarında on süvari ile beraber şahne bulunması şartıyla Krala yılda on bin dinar vergi vermeyi uygun bulmuştu.[100]
c- Büyük Selçuklularda Reislik
Büyük Selçukluların ikinci imparatorluk devrinde (1118-1157) elde mevcut oldukça bol resmi vesikalara dayanarak epey bilgiye sahip olduğumuz reislik görünüşe göre, Alp Aslan zamanında o kadar ehemmiyetli bir müessese değildi. Saman-oğulları devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun ilk zamanlarında eyâlet teşkilâtında şehirlerin başı olan bu müessese, sahibi Alp Aslan zamanında İmparatorluğun doğu tarafında bu ad altında rol oynamakta devam ettiği halde, aynı imparatorluğun batı tarafında özellikle Irak tarafında yerini amîd’e daha sonra galiba şahne’ye bırakmış bulunuyordu. Çünkü, Alp Aslan zamanında amîd’in ve şahne’nin vazifeleriyle, ikinci imparatorluk devrinde reisin vazifeleri arasında büyük bir benzerlik mevcuttur. Bu umumi değerlendirmeden sonra Tuğrul Bey’den başlayarak reislik müessesesini ele alalım.
Sultan Tuğrul Bey, Hoy ahalisinden 10. 000 dinar talep etmişti (Ekim 1062) Hoy halkı buna itiraz edince oraya asker gönderilmiş fakat Hoy halkı Tuğrul Bey’in askerlerine karşı çıkmışlardı. Bunun üzerine Tuğrul Bey buraya has adamlarından Hezâresb ile Savtekin’i Hoy şehir reisi (reisü’l-beled) Yusuf‘a meseleyi barış yoluyla halletmek üzere yollamıştı. Nihayet Hoy şehri halkı aman dileyince şehir reisi değiştirilerek yerine başka birisi atanmıştı.
Amcası Tuğrul Bey’in yerine Büyük Selçuklu İmparatorluğu tahtına geçen Sultan Alp Aslan’ın da tıpkı Tuğrul Bey zamanında olduğu gibi mesela Nişabur’da sadece reisi muhatap aldığını görüyoruz.
Tıpkı kadılar, hâcibler, amîdler vs gibi reisler’in de elçi olarak gönderildikleri anlaşılıyor.[101]
Burada dikkat edildiği üzere reislik; Hoy, Nişabur gibi şehirlerde var olan ve Türklerin oralara giderken devam ettirdikleri bir müessesedir.
ç- Büyük Selçuklularda Subaşılık
İbn Faldan, seyahatnamesinde Oğuzları idare eden ricali sayarken 1-Yinal Tekin 2-Subaşı 3-Tarhan 4-Yinal olduklarını yazar. ” Bulgarlar ülkesine gitmek isteyen elçilik heyeti Subaşı’nın müsaadesini talep etmiştir. Bunun üzerine Subaşı, yukarıda unvanlarını saydığımız devlet erkânını meseleyi müzakere etmek için toplantıya çağırmıştır. Muhtelif celseler halinde yedi gün devam eden toplantı münakaşalı geçmiş, neticede elçilik heyetinin yoluna devam eylemesi için müsaade edilmiştir.”[102]
Türk medeniyetine dâhil memleketlerde eski bir unvân olan kelime Orhun Kitabelerinde Bilge Tonyukuk yazıtında “Sü başı”[103] olarak geçer.
Kelime iki kısımdan mürekkep olup, ilk kısım olan sü, eski Türkçede, asker, ordu mânâsına geliyordu. Tabi Gök Türkçe’de ki bu mânâsı ile Uygurlarda ve Selçuklular devrinde de yaşamıştır; bilhassa Uygurlarda süü şeklinde de kullanılmıştır.[104] Sü kelimesinden yapılmış süla-(asker, ordu sevketmek), sülat-(ordu sevkettirmek) masdarları bulunduğu gibi “ordu arkadaşı” veya “askerlik arkadaşı” mânâsına gelen südeş kelimesi de vardır. Sü’nün “su” ile alâkası yoktur. Zîra su kelimesi eski türkçede sub, Uygurlarda ve Selçuklular devrinde suv telâffuz ediliyordu; zamanımızda bile şark Türk lehçelerinde su (suvi, suği, v. b.) ile sü arasındaki telâffuz farkı bârizdir. Sü kelimesinin Çinceden geldiği iddiası ispat edilememiştir, zîrâ Çince kelimenin soü veya şö okunması gerektiği hâlde türkçede kelime dâimâ sü şeklinde tespit edilmiştir. Sü kelimesinin Arapça su (“kötü”) kelimesinden çıkarılması da esassızdır.
Türkçe de sü ve baş kelimelerinden meydana gelen ve “ordu kumandanı”, “asker başı” demek olan “sü-başı”, Ortaçağ Türk devletlerinde yaygın bir ünvân idi. Karahanlılar sü-başı Tegin, Gazneliler de Hacib sü-başı meşhur kumandanlar idiler.
Selçuklu hânedanının atası Selçuk, “sü-başı” idi. Büyük Selçuklu Devletinin kurucusu olarak bilinen Selçuk Bey babası Dukak ölünce onun yerine Oğuzlar Devletinin “Sübaşı”lığına getirilmişti.[105] Bu haliyle Selçuk babasına göre daha terfi ve terakki ettirilmiştir. Selçuk Bey devlet otoritesini sağlamlaştırmak ve orduda disiplini sağlamak üzere bazı tedbirler aldı.
Selçuk Bey bir gün Oğuzlar hükümdarının sarayına gitmiş ve kraliçe ile çocuklarının üstüne geçerek hükümdarın yanına oturmuştu. Selçuk’un bu hareketi kraliçenin zoruna gidince kocası olan hükümdara onu şikayet etti. Hükümdar Selçuk Bey’in ortadan kaldırılmasına bu sebeple karar verince durumdan haberdar olan Selçuk Bey maiyetiyle birlikte oradan kaçarak ve uzun uğraşılardan sonra devletini kurdu. ”Kaşgarlı Mahmud’un Selçuk’u bir asır sonra bile, sü-başı adı ile anması ve bütün kaynaklarda bu unvanın tekrarlanması onun bu mevkide uzun müddet bulunduğuna delildir. ”[106]
Bir subaşı iken devlet kuran Selçuk Bey ve onun kurduğu devlet bünyesinde subaşı olanlar daha çok savaş yaparlarken anılırlar. Fakat subaşı’ların gerekli yerlerde düzeni sağlamak adına şahne yolladıkları da kaynaklarda yazılanlardandır.[107] Yabgu Oğuzlarına Subaşı (ordu kumandanı) olan Selçuk Bey 1009 yılında Cend’de 10 yaşlarında öldü.[108]
Siyasetnâme’de Güvenlik İçin Yazılmış Gerekler
Nizamü’lmülk ünlü eseri olan Siyasetnâme’de “Saray muhafızları, bekçileri ve nöbetçileri için : “ Saray bekçileri, nöbetçileri ve muhafızları için çok titizlik göstermeli, sorumlu tımar sahipleri bunları iyi tanımalı, gizli veya aşikâr her birini kontrol etmelidir. Çünkü bu topluluk çok zayıf karakterli, tamahkâr olduklarından aldatılarak para ile çok çabuk yoldan çıkarlar. Efendiler onların arasında bir yabancı görünce, hemen onun hakkında soruşturma yapmalıdırlar. Bilhassa gece nöbetlerinde gözlerini onlardan ayırmamalıdır. Bu iş çok önemli olduğundan gece ve gündüz onların hareketlerinden gafil olmazlar. Diğer işlerle de ilgili olduğundan tehlikeli ve nazik bir konudur. ”[109] der.
Yine Nizamü’lmülk’te “Ceza infaz emiri (Emir-i hares) çubdarlar ve ceza aletleri” başlığıyla şunlar yazılıdır. “ Ceza emirliği (emaret-i hares) zamanımızda büyük memuriyetlerden biridir. Geçmişte Hacib emir-i hares’den daha üstün sayılmazdı. İşi ceza ile ilgili olduğundan sarayda emirin hacibinden daha büyüğü yoktur. Herkes padişahın öfkesinden ve vereceği cezadan korkar. Padişah birine öfkelenince ona boynunu vurmasını, el ve ayağını kesmesini, idam etmesini, değnek vurmasını, hapsetmesini, kuyu mu? atmasını emredeceğinden, halk tatlı canı için mal ve mülkünü feda etmekten korkmaz. Ceza emirlerinin her zaman kösleri, alemleri ve nöbetleri olmuştur. İnsanlar padişahtan çok ondan korkarlardı. Bu meslek bu zamanlarda icat edilerek iyi bir şekilde icra edilmiştir. Bugün en az 50 çubdarın sarayda bulunması gereklidir. Bunlardan 20 si altın değnekli, 20 si gümüş değnekli 10 taneside büyük harbeli olmalıdır. Büyük mevkiiye sahip infaz emirinin, silahı, askeri ve ihtişamı olmalıdır. ”[110]
Kadı, hatip ve güvenlik memurları (muhtesip) nın işleri : “Memleketteki kadıların durumlarının teker teker bilinmesi gerekir. Onlardan ancak, alim, zahid ve zalim olmayanlarına vazife verilmeli, her birine devlet bütçesinden gündelik veya aylık verilerek yerlerine gönderilmelidir. Müslümanların malları ve canları üzerinde söz sahibi olduklarından, rüşvet almamaları için bu husus çok mühim ve naziktir. Çünkü cehaletle, kasten ve huyları gereği bir hüküm verip onu tescil ettikleri zaman, diğer hâkimlerin o hükme imzalayarak padişaha bildirmeleri, onunda böyle hüküm veren kadıları azl ederek cezalandırması gerekmektedir. Emirlerin, kadıların adaletle hüküm vermeleri ve adliye saraylarının işlerine dikkat etmeleri gereklidir. Eğer bir kişi kibirlenir de kendisine ceza verileceği zaman kadı huzuruna çıkmazsa o, büyük kişi de olsa cebren hâkim huzuruna çıkarılmalıdır. İlk dört halife, zamanlarında bu işleri bizzat kendileri görmüşler, hata olur diye bu işi başkalarına vermemişlerdir. Memleketin ayakta durabilmesi için hazreti Adem’den zamanımıza kadar hiçbir padişah adaleti hâkim kılmak için suçluyu cezalandırmaktan çekimser kalmamıştır. ”[111]
D- ANADOLU SELÇUKLULARINDA
Konuyu anlamak bakımından kısaca değinmemiz yerinde olan hususlar şöyledir.
Anadolu Selçuklu devletinin başkenti önceleri İznik, sonra Konya olmuştur. Hükümdarları Sultan unvanını kullanmışlardır. Ülke hanedan üyelerinin ortak malı sayılmıştır
Devlet yönetiminde güvenlik ile ilgili kavramlardan birisi Subaşı mâkamıdır.
Subaşı: Vilâyetlerdeki sivil ve askeri idarenin başı ve vilâyetlerin yöneticisi olan, aynı zamanda şehirlerin asayişinden sorumlu olan kişidir. Diğer bir mâkam Kale komutan demek olan dizdardır. Muhtesip: Belediye hizmetlerinden sorumludur Kadı: Sivil davalara ve mahkemelere bakar. Kadıasker (Kazasker, Kadı Leşker): Askeri davalara bakmaktadır. Şahne/ Şıhne: Önemli şehirlerde bulunan askeri validir. Ayrıca, genel güvenlik ve zabıta işlerine de bakarlar. Emir-i Şimşir: Divanların güvenliğini sağlarlar.
Anadolu’da kurulmuş olan devlet ve beyliklerin orduları birbirlerinden pek farklı değildir. Bunlar; Büyük Selçuklu devletine benzemektedir.
Anadolu’ya yerleşmeye başlamış ve burayı yeni bir anayurt edinmek ülküsüyle hareket eden Anadolu Selçukluları idaresindeki hükümdarlar özellikle adaletli oluşlarıyla dönemlerindeki tarihçiler tarafından anılmışlardır. Böyle olmakla birlikte askeri yanı ağır basan bir idare olan Anadolu Selçuklularındaki idari ve askeri teşkilât içindeki birimler ülke dirlik ve düzenini sağlamak amacını daima birinci derecede öncelikle uygulamışlardır. Böyle olmakla birlikte gerek subaşı ve gerekse şahne kurumları bugünkü anlayacağımız biçimde ülke içi asayiş ve düzeni sağlamak ilkesini uygulayan kurumlar olmuşlardır. Bu sebeple bu iki birimi ayrı ayrı inceleyeceğiz.
a-Anadolu Selçuklularında Şahne
1084 yılında Philaretos’ un Urfa kumandanı olan oğlu Barsam ile arası açılmış ve onu tutuklatarak Antakya kalesine hapsettirmişti. Philaretos bir düğün nedeniyle Urfa’ya gitmiş ve yerine İsmail adında birisini bırakmıştı. Philaretos’un Urfa’da olmasından yararlanan oğlu Barsam İsmail’le babası aleyhine anlaşarak hapisten kaçmış ve İznik’e gitmiştir. Barsam burada Antakya’nın Süleyman Şah’a verilmesi konusunda anlaşmıştır. Bunun üzerine Süleyman Şah yanında az sayıda kuvvet bulunmasına rağmen Antakya’ya hareket ederek 13 Aralık 1084’te burayı ele geçirdi. Şehre Müslüman Şahne İsmail’in yardımı ile gizlice giren Selçuklu kuvvetleri büyük bir direnmeyle karşılaşmamaları üzerine yerli halka karşı kötü bir davranışta bulunmamışlardır; ancak Philaretos’ un kuvvetlerinden bir kısmının iç kaleye sığınması nedeniyle şehrin iç kalesi bir ay daha direnmiş ve nihayet 12 Ocak 1085’ te Süleyman Şah’a teslim olmuştur.
Süleyman Şah, kentteki en büyük mabed olan Kawsyana veya Mar Cassianus adıyla anılan kiliseyi içindeki altın, gümüş ve değerli eşyaları aldıktan sonra camiye çevirmiştir; fakat Hıristiyan halkın ibadet edebilmesi için Meryem Ana ve St. George (Aziz Cercis) adlı kiliselerin inşasına izin vermiştir. Süleyman Şah aynı zamanda savaş sırasında yıkılan yerleri de onartmıştır.
Baycu Noyan Konya’yı alınca şehri Hıristiyan olan hanımına hediye vermişti. Hanımı da kendisinin Müslüman olmasına vesile olan ve babası yerine koyduğu kişiye verdi. Bunun üzerine şehrin kapıları açıldı ve ahalisine emniyet verildi ve Tatarlardan korunması için şehrin her kapısına bir şahna/şahne tayin etti ve ihtiyaç zamanında ancak elli kişi halinde şehre girip kimseye dokunmadan çıkmalarını emretti.[112] Burada Moğolların da şehir kontrolü için şahne unvanlı görevlileri olduğunu anladığımız gibi, onların şehirdeki kimselerin rahatsız edilmemelerini sağlamak gibi görevleri açıkça anlaşılmaktadır.
Mevlâna’da Şahne ile ilgili bahislerinden, şahnelerin halifeyle görüşebildiğini, divana dahil olup mağdurları korumak gibi görevleri olduğunu anlıyoruz.[113]
c-Anadolu Selçuklularında, Subaşılık
Tımarlı Sipahinin mühim vilâyet merkezlerindeki kumandanlarına subaşı denirdi. Bunlar vilâyet merkezlerinde bulunup hem o mıntıkaların emniyet ve asayişiyle meşgul olurlar ve hem de muharebe zamanında kaza, nahiye ve köylerdeki tımarlı sipahiye kumanda ederlerdi. Mesela Niksar subaşısı Yavtaş, Niğde subaşısı Emirhac, Develi subaşısı, Kayseri subaşısı Fahraddin Ayaz, Elbistan subaşısı vs.
Bu subaşılar zahiren Osmanlılardaki Alaybeylere benzemekte iseler de yetki, nüfuz, ve derece itibariyle aralarında çok fark vardı. Mesela Kayseri subaşısı mevkiin önemine göre Develi ve Elbistan subaşılarına nisbetle daha yüksekti.
Orhun kitabelerinde, Gazne lilerde kullanılan subaşı kelimesi Selçuklular ve Anadolu beyliklerinde Serleşker yani askerbaşı kumandan anlamına gelmekte olup vazife itibarıyla zaman zaman tarifi az çok değişmiştir.
Subaşılar Emiri sipehsâlâr ve Serleşker ismi verilen mıntıka kumandanlarına tâbi idiler. Bütün bu kumandanlıklar iktaları nisbetinde asker beslerlerdi.[114]
Anadolu Selçuklu devletin de “sü-başı” teşkilâtta başkumandandan sonra gelen daha küçük bir makamı teşkil ediyordu. Bu devre âit Farsça kaynaklarda geçen “ser-leşker” tâbiri her hâlde “sü-başı”nın tercümesi değildir. [115] Subaşı’ların, ser-leşker ve Amir Sipahsalar denilen mıntıka kumandanlarına bağlı oldukları anlaşılmaktadır. Subaşılar şehirlerdeki nizam ve âsâyişten mesûl vâliler durumunda ve aynı zamanda başında bulundukları vilâyetlerin askerî kumandanı idiler; sefer ilânında ordunun toplanma yerine giderek beyler-beği (malık al-umara)’nin emrine girerlerdi. Ekseriyetle “haşş-gulam” (Osmanlılarda ki Enderûn mukabili)’dan çıkan ve gelirlerini başında bulundukları şehrin zâbıta vakalarından ve örfî rüsumundan temin eden subaşılar, doğrudan doğruya divân tarafından tâyin olunurlardı ki, böylece “sü-başı” tâyin olunmak sûretiyle, hükümete bağlı vilâyetler hâlinde idâre olunan yerlere “divâni” veya sultanın “dîvân dairesi” adı verilirdi. Selçuklu devrinde böyle vilâyetlere umûmiyetle “sü-başılık” denmiş olması muhtemeldir. İktalara sü-başılar karışmazlardı. Küçük şehir, kasaba ve köylerde subaşının nâibleri vazife görürlerdi.
“Türkiye Selçuklularında ve Osmanlılarda büyük ve feodal mahiyette iktâlara izin verilmediğinden, vilâyet askerleri başında bulunan “Sü-başı”(Ser-leşker)lar o vilâyetin ve askerlerinin sahibi ve efendisi değil sadece amirleri idiler. ”[116]
Aşağıdaki iki olay subaşı makamındakilerin fohksiyonunu belirtmesi bakımından önemlidir
Anadolu Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev önü alınmaz olan Sadedin Köpek’i ortadan kaldırmak için plan tasarladı. Bu sebeple: “bir gün kendisine samimi bağlılık duygularıyla bağlı olan hassa kölelerinden(gulama-ı has) birini yanına çağırarak, ona-Köpek utanmazlığı ve yüzsüzlüğü ele aldı. Memleket erkanımızı ve saltanat büyüklerimizi birer birer varlık fezasından yokluk çölüne gönderdi. Bu sıralarda yalnız olarak belinde kılıcıyla huzura geliyor. Kimseye duyurmadan en kısa zamanda Sivas Mahsuresine git oranın subaşısı (serleşker) emir-i candar Hüsameddin Karaca’yı gör. Benden duyduklarını ona anlat. Onu en kısa zamanda saltanat makamına getir de bu kötülük ortadan kaldırılsın, bu musibet ortadan savuşturulsun, -dedi. Bu emre uyan subaşı Hüsameddin Karaca, sultanın yanına gelerek yaptıkları plan neticesinde Sadedin Köpek’i öldürerek ortadan kaldırdılar.[117]
İkisi de Konya’da bulunan Anadolu Selçuklu Sultanı İzzaddin Keykavus ile kardeşi Rükneddin Kılıçarslan arasında taht kavgası sebebiyle muhalefet başlamıştı. Rükneddin Kılıçarslan Konya’dan ayrılıp Kayseri’ye gitmek istiyordu. Bu hususta çareler düşünürken kiler sorumlusu Kemaleddin’den yardım istedi. Kemal’da ona “Eğer siz Sultanım, bu konuda her zaman size bağlı kalmış olan Develi subaşısı Sinaneddin Kaymaz oğlu Nesreteddin’e ve Niğde subaşısı iken kardeşiniz Sultan İzzeddin ve adamlarından çok çeken şimdiki Kayseri subaşısı Samsamüddin’e bendeniz eliyle bir mektup gönderirseniz”, buyardım talebinizi geri çevirmezler dedi. Kiler sorumlusu Kemaleddin’in dediğini yapan Rükneddin Kılıçaslarslan’a gelen cevapta Samsamüddin “ Sultan hangi yolla olursa olsun kendisini Kayseri’ye atmalıdır. Ondan sonra biz kulları elimizden gelen çabayı gösteririz” diyordu. Zahmetli bir şekilde Kayseri’ye varan Rükneddin saltanat mücadelesi başlatacaktır.[118]
Abaka Han, 1274 de Denizli ve Afyonkarahisar subaşılıklarına bu unvanla atama yapmıştı.[119]
“Osmanlılarda tımar ile has arasında bir askeri dirliğe tekabül eden zeamet istilahının Selçuklularda bu mânada kullanılmadığı muhakkaktır. Gerçekten daha ziyade sivil idarede reis manâsında kullanılan (za’im ud-dar gibi) za’im ıstılahının reis, kumandan, ser-leşker ve subaşı’nın eş anlamlı olduğu gözükmekte ve bu mânada kullanılmaktadır. ”[120]
Türkiye Selçukluları’nda Zeâmet Menşurları içinde 1-“Küçüklüğünden gençliğine kadar saltanata hizmet eden bir kimseye Antalya’nın subaşılığını (zeâmet ve ser-leşkerı) tefviz eden bir menşur ile 2- Hizmetleri zikredilen Uluğ İnanç yahşi sü-başı beg Yusuf’un Kubâd-âbâd emirliğine tayinine dair menşur da mezkùr emirin, silah ve malzemesiyle mücehhez askerler (sipâhiyân) istihdam ederek saltanata mülâzemet etmesi emredilmekte ve menşârun İstiyfâ divânından tâyin ettiği geliri tasarruf ederek bununla emirlik icaplarını tanzim etmesi bildirilmektedir. Bundan sonra Kubâd-âbâd ahalisi, ileri gelenleri ve ked-hudâlarının Yusuf Begi emir ve reis olarak tanımaları ve saltanat emir ve nâiplerinin de bunu sultanın fermanı bilmeleri ilân edilmektedir. 3-Başka bir menşur da Selçuk Sultanı tarafından diğer bir subaşılığın atanmasına dairdir” [121]
ç-Anadolu Selçuklularında Subaşılık İle İlgili Vesikalar günümüze kadar gelmiştir.[122]
Sultan Alaeddin Keykubat[123] tarafından verilen bu menşurun devletin en yüksek mevkilerinden biri olarak kaydedilen Kayseri vilâyet ve subaşılığı (serleşkeri) Kemaleddin Kâmiyâr’a verilirken onun vazifeleri de kısaca anlatılmaktadır.
İnanç bilge Tuğrul-tekin, uluğ subaşı hâss-beğ Türkçe unvanlarla hitap edilen ve Kayseri gibi büyük bir vilâyetin Subaşılığına tayin edilen Kemalledin Kâmiyâr’ın bütün bu bölge ve askerin, eski Selçuklu iktalarında olduğu gibi geniş bir selâhiyetin değil, sadece onların başında maaşlı bir vali, bir kumandan olarak vazifelendirilmiş gösterilmesi dikkate şayandır.
II. Kılıçaslan(1156-1192)’dan sonra, feodal parçalanmalara son vermek için, Anadolu’da askeri iktalar küçültülmüş ve büyük emir ve kumandanlar bir vilâyetin başına subaşı olarak gönderilirken oranın askerlerinin kumandanı olmakla beraber bütün yetkileri tamamıyla sınırlandırılmış ve bütün vilâyetin vergileri ve maiyetindeki askerlere ait mali gelir ve iktalar üzerinde tasarruf hakkı tanınmamış, sadece kendisine tahsis edilen maaşla iktifası temin edilmiştir.[124]
Selçuklu devrine ait son zamanlarda yeni Münşeât mecmuaları daha meydana çıkmıştır. Bunlardan “Hoylu Hasan bin Abdülmü’min tarafından Kastamonu’da hükümet süren Çobanoğulları namına ithaf edilmiştir.
Bu müellifin Kavâıd ur-risâil isimli eserinde bir kısım İslâmî unvan ve lâkaplar yanında Türkçe unvanları da derceder, ki bu unvanlar Göktürk ve Uygurlardan Karahanlılar’a ve nihayet Selçuklulara intikal etmiş ve bunlar vasıtasıyla İslâm dünyasına yayılmıştır. Fakat bu unvanlar Türklere ve menşei Türk olan makamlara inhisar etmiştir. Bunlardan askeri emirlere “Uluğ hass alp uğurlu, subaşı beg”[125] unvanlarının yazıldığını görüyoruz.
Anadolu Selçuklu Merkez teşkilatında yer alan Emir-i dâd yani adliye vekili Osmanlılardaki Çavuşbaşılığa benzer.[126] Anadolu Selçuklularında vilâyetlerin idaresine bakan Emiri Sipehsalar’dan başka yine muhtelif ve mühim askeri mahallerde Serleşker ve Subaşılar inzibati işlerden sorumlu edilir; mühim şehir merkezlerinde Şahne denilen bir merkez valisi idare ve zabıta işlerini yürütürdü. Kayseri şehri, devletin diğer bir merkezi olduğundan sonraları burası iktalı vilâyet addedilmeyip şehrin idare ve inzibatı Şahne ismiyle mutemet bir emre verilmişti.
Selçuklularda da tıpkı Osmanlılar gibi vilâyetlerin askeri ve idari işleri ikta sahibi emirlere bırakılmıştı [127]
Ç- HARZEMŞAHLAR
Hazar Denizinin doğusunda Ceyhun(Amû-Deryâ) nehrinin aşağı mecrasının her iki tarafaında bulunan ülkeye Hârezm ismi verilmiştir. Adı geçen bölgeye hâkim olan veya idare edenlere de “Harezimşah” denir.
Aslen Hitaylı olup o bölgenin itibarlı ve tanınmış kabilelerinden olan “Karahitaylar’da da şahnelik vardı Hükümdarları Gur-Han unvanıyla anılıyordu. İlk Gur-Han, Kem Kemçik, Barikan ve Taraz, Yaginç gibi yerlere hakım olduktan sonra oralara şahneler tayin etmişti”.[128] İlk Gur-Han ölünce yerine hanımı geçti. Fakat hanımı olan Kuyang’ın bir erkekle münasebette bulunduğu öğrenilince onu adamlarıyla birlikte öldürdüler ve Gur-Han’ın hayatta olan kardeşlerinden birini tahta oturttular. Tahta geçen kardeşi kısa süre içinde herkesle iyi geçinerek yerini sağlamlaştırdı ve etrafa şahneler gönderdi.[129] Bu idare Harizmşahlar adıyla bilinir.
Harzemşahlar devletinin adli teşkilâtı ile bütün Ortaçağ Müslüman-Türk devletlerinde olduğu gibi şer’i kaza ile örfi kazanın birbirinden ayrılması esasına dayanır. Sosyal münasebetlerden doğan davaların görüldüğü yer şer’i mahkemelerdir. Evlenme, boşanma, miras, nafaka gibi içtimai hususlar İslâm Şeraiti’nin esaslarına göre bu mahkemelerde halledilirdi. ”[130]
“Moğollar kendilerine boyun eğen her yere bir şahne bırakıp yollarına devam ediyorlardı. Bir ara Moğol askerinin gidip gelmesi kesilince, Sultan’ın (Muhammed Harezm Şah) Irak’ta Moğolları ağır bir yenilgiye uğrattığı haberi dilden dile dolaşmaya başladı. Moğolların Tus’a bıraktığı şahne defalarca Şadyah’a (Nişabur’un mahallesi) haber gönderip itaat etmek ve yayılan dedikoduya aldanmamak gerektiğini söylediyse de Nişabur’dan sert cevaplar aldı. O sırada Siraceddin lâkaplı adamın emrindeki Tus askerleri, Tus’a bırakılan Moğol şahnesini öldürüp kellesini Nişabur’a gönderdiler. Bu sebeple 1220 yılı Ekim ayı ortalarında Nişaburlularla Moğollar arasında savaş başladı. 1221 yılı baharında Nişabur Moğollarca tarumar edildi. Bu arada Tus da aynı akibete uğradı. Bu savaşta Cengiz Han’ın kızı olan Togacar’ın hanımı ordusuyla gelip burada canlı kalan herkesin ve şeyin (kedi köpek dahil) hayatına son verdi. Sadece kurtulan 400 kadar sanatkardı. Onlarda Türkistan’a götürüldüler.”[131]
Görüldüğü gibi bu olayın olmasına da sebep Moğol şahnesinin katledilmesidir.
Cengiz Han, “(Harzemli) Sultan Muhammed’in Tirmiz nehrini geçtiğini ve yanında çok az asker olduğunu öğrenince komutanlarından Cebe ve Subetay’ı onu yakalamaları için üzerine yolladı. Onlar harekete geçip[132] önce Belh’e vardılar (1220). ”şehre ve içindekilere dokunmadan oraya bir şahne bırakıp, aldıkları kılavuz ile yollarına devam ettiler. Cengiz Han’ın emirlerinden ileri gelenleri olan bu iki komutan, şahne’ye Belh’i teslim ederlerken mutlaka kendileri için erzak, yardım gibi şeyleri tedarik edeceğine inandıkları için onu buraya şahne olarak bırakmışlardı.
Bu iki komutan “1220 yılı Mayıs ayının başlarında Nişabur’a vardılar. Oradan yollarına devam ederek Radkan’a varıp orada bir şahne bırakarak yollarına devam ettiler. ”[133] Öylece yollarına devam eden ve çeşitli yerleri zaptederek ilerleyen bu komutanlar kış mevsimi geldiğinden kışı kışlak Mugan’da geçirdiler. O yıl çok kar yağdı. Yollar uzun süre kapalı kalınca Cemaleddin Ay Aba ve daha başkaları Irak’ta karışıklıklar çıkarıp Moğollara karşı ayaklandılar. Hemedan’da bulunan Moğolların şahnesini öldürdüler. Bahar gelip yollar açılınca Cebe Noyan öldürülen Moğol şahnesinin öcünü almak için Irak’a geldi. Başta Cemaleddin Ay Aba olmak üzere bütün asileri katledip Tebriz, Merağa ve Nahcivan’ı alıp halkını katletti.”[134]
Her uğradıkları yeri kendilerine tâbi kılarak, her şehir ve kalede bıraktıkları (Al Tamga)lar ve şahnelerle Cengiz fermanlarının hükümlerini yürüterek her köşede Moğol dehşetini ispat ederek ve fakat Sultan Muhammed Harezmşah’ı yakalayamadan Derbend yoluyla geri döndüler.
Bu olay ile Moğolların öldürülen bir şahne için yaptıkları katliamlar düşünülürse yönetimleri adına orada bulunan şahneye verilen önem anlaşılabilir. Öylece Horasan bölgesinin çoğu yerlerini alan Moğollar “teslim olan her yere bir şahne atayıp al-tamga yazıyorlardı. Teslim olmayanları ise, en küçük taviz vermeden yakalayıp öldürüyorlardı”.[135]
Cengiz Han Horasan’ın fethine yolladığı oğlu Tuli, Merv şehrini yakıp yıktı; herkesi öldürdü ve nihayet “Emir Ziyaeddin Ali’yi şehre gitmesi ve orada tekke ve zaviyelerde hayatta kalmış olan insanları yönetmesini emretti. Barmas’ı oraya şahne tayin etti. Moğol ordusu geri çekilince şehirde kenarda köşede hayatta kalmış beş bin kişiyi de ikinci bir Moğol ordusu şehir dışına çıkararak öldürdü. ”[136] Burada şehre gönderilen emir ve şahne sanki geriye kalanları tespit için yollanmış gibidirler.
D-TÜRK- MOĞOL İMPARATORLUĞU DEVRİ
Ortaasya’da XIII. asır başlarında Büyük Okyanus’tan Baltık ve Karadeniz ile Akdeniz’e varan uçsuz bucaksız ülkeleri birleştirip dünyayı saran çok büyük bir Türk Moğol İmparatorluğu kuruldu. Milli Türk geleneklerine bağlı şaman (putatapan) dine mensup bu devletin kuruluşu ve şöhreti Cengiz Han eliyle olmuştur. Şahsi ve ailevi düşmanlarıyla yaptığı ilk çarpışmaları başarıyla tamamladıktan ve Moğol/Mongol/Manghol kabilesinin lideri olduktan sonra bütün Step halkını Moğol ismi altında birleştiren Cengiz Han[137] bu koca devleti idare etmek için prensip ve düşüncelerini yazılı kanunlar haline getirmiştir.
a-Cengiz Han Devletinde Yasa-Hukuk-Asayiş
Cengiz Han, büyük bir imparatorluk kurduktan sonra kanunlarının yazılı bir şekle konulması ihtiyacı hissedildi. Böylece “Büyük Kanun Kitabı (Yasa/Yasag)” meydana geldi. Yukarıda saydıklarımız çeşitli vesilelerle anılan olaylardaki dikkat çekici yasa hükümlerinin meydana gelmesini açıklayan örnekler oldukları için ve yasa kelimesinin içeriğini belirtmeleri bakımından da önemli görüldükleri sebebiyle yazılmıştır.
Moğollardan sonra kanun anlamına gelen “yasa” kelimesi “töre” kelimesinin yerine kullanılmaya başlanmıştır. [138] Yol kelimesi de zamanla bu anlamda değerlendirilmiştir.
Töre, Cengiz Han devletinde de, devlet kanunları ve idare düzeni demekti. Rütbede yükselme töreye göre yapılırdı. Cengiz Han’ın kronolojik tarih kaynaklarına göre koyduğu yasalar, daha çok “ordu düzeni” üzerineydi. Bu yasalar mecliste ve orduda hiyerarşiye göre düzenlenmiş “ Oğuz Han töresi” ile benzerlik göstermekle birlikte, Cengiz yasalarında bilinç azdır. Fakat Cengiz’in tespit ettirdiği yasaların, eski Türk yasalarından yararlanılarak yapıldığı da gerçektir. O zamâna kadar sözlü olarak gelmiş olan bu uygulamalar onun emriyle sadece yazıya geçmiştir. Elbette kendisinden de kattığı hususlar vardır.[139] Bu idarede yasa, söz ve anlayışı aşağıdaki örneklerdeki gibi bir gelişme gösterir, Bu gelişmeler Cengiz Han Yasalarının temeli olarak alınmış ve bilinmiştir.
b-Cengiz Han Yasasının Başlangıcı ve İlk Gelişmeleri
"Yasa", söz ve anlayışının gelişmesi aşağıdaki gibi bir oluşum içinde olgunlaşmıştır.
a- “Terbiyeli, yasağa bağlı çocuk” manâsıyla başlayan yasa anlayışı, "at ve silahla donatıma" gibi, dağınık ve oturmamış bir deyim halinde gelişir.
b- Cengiz Han gençliğinde, askerî birlik sahibi olmağa başlayınca, "yasama" "savaş düzeni" mânâsı ile görülmeğe başlar.
c- 1202 de Cengiz Han güçlenince "yasa", "ordu kanunu" diye yorumlanmağa başlanır. 1204 yılında "yasak" sözü, yine "ordu düzeninin kanunu" anlayışıyla, devam eder.
ç- "Yasak" sözü ile "yargılama", 1204 yılında görülür. "Yasak koyma" deyişi ise 1205 yılında yürürlüğe girer.
d- Cengiz, 1206 yılında Büyük Han" ilân edilince, "yasa", ordu düzeni, tayinler ve nöbetçilerin vazifeleri üzerinde, yoğunlaşır.
e- 1228 de Ögeday/Okatay Han tahta çıkınca, yasa ’nın içine, "vergi ve devlet işleri" de girer.
f- Askeri Savaş Düzenine Koyma: "Askeri (çerig) yasama" ise yasanın: başka bir boyutu olarak dikkat çeker. "Ordu Kanunu" denilecek hüküm için şu örnek çok anlamlıdır. ”Yalnız iki kişi geride kalıp, yağmada bulundular. ’Ordu kanunu’na (yasak) uymadıkları için’, yağmalan ellerinden alındı.. . "Moğollar’ın Gizli Tarihi’nin Çince karşılığında "yasak", Çince "ordu kanunu" diye adlandırılır.
Ayrıca aşağıda yazılmış cümleler Cengiz yasaların yaşanmış örnekleridir.
1-Galibiyet halinde Yağmaya "Yasak" Koyma
2-Savaş Taktiği Boyunca bu uyulması gerekli yasaktır.
3- Ordunun Talim ve Terbiyesi uyulması gerekli başka bir husustur.
4-Yargılama ve Kanuni İşlem Yapma da yasaklar arasında anılmıştır.
5- Kanuna ve Emre Karşı Gelme de yasaktır.
6- "Av Yasası" İle "At Bakımı Yasası" da ayrıca hatırlanmalıdır.
7-Yasaya Bağlı Çocuklar Yetiştirme Gereklidir.
c-Cengiz Han Yasasının Önemli Maddeleri
Timuçin büyük bir kurultayın huzurunda hükümdar olduktan sonra ve “Cengiz Han” unvanını almasıyla birlikte Moğollara yasasını bildirdi. Cengiz Han, büyük bir imparatorluk kurduktan sonra kanunların yazılı bir hale getirilmesi ihtiyacı duyuldu. Böylece “Büyük Kanun Kitabı” meydana geldi.
Yasada, ordunun teşekkülü, posta teşkilatı, yabancı ülkelerle münasebetler, vergi usulü, miras ve aile üyeleri arasındaki münasebetlerle ilgili kurallar bulunmaktaydı.[140]
Bu yasanın geliştirilmesinde Ogeday ile Çağatay’ın da katkısı oldu. Yasa’da yabancı ülkelerle ilişkiler, ordunun teşekkülü, posta teşkilâtı, vergi usulü, miras ve aile üyeleri arasındaki münasebetlerle ilgili kurallar bulunmakta idi.
D- İLHANLILAR DÖNEMİ
Cengiz Han öldükten sonra sahip olduğu topraklar üzerinde çeşitli devletler kuruldu. Böyle olmakla beraber bu devletler merkezdeki Moğol idaresine bağlı idiler. Bu espri ile o devletlerde kendilerini temsil eden şahneler buldurmuşlardır. İşte bu devletlerden birisi olan İlhanlıların önemli hükümdarı Gazan Mahmud Han (1295-1304) Bağdad’da bulunup Kaan’ın mutlakıyetini temsil eden Şahne’yi kovmuş ve Kaan’ın hakimiyetini tanımayarak yalnız kendi adına para bastırmıştır. [141]Gazan Mahmud Han’ın kendi idaresindeki Mülùk ve şahne ve büyük emirlere aslan başlı payzeler verdiğinden söz etmiştik. Orta derecedeki vali ve çalışanlar için daha küçük payzeler verilirdi.
İlhanlı hükümdarları da münasebetlerinde yasa’yı temel olarak almışlardır. 1295’te Geyhatu’ya karşı düzenlenen ayaklanmada gerekçe olarak onun yasadan ayrılması gösterilmiştir.
Genelde bu yasa Moğollar için geçerli olmuştur. Mengü Han, Müslümanlar için İmadüddevle’nin idaresinde bir yüksek makamı meydana getirmek zorunda kalmıştı.
Bu şekilde İlhanlı ülkesinde iki çeşit hukuk anlayışı hüküm sürüyordu. Bu durum ancak Gazan Mahmud Han’ın ve çok sayıdaki diğer Moğol ileri gelenlerinin 1295’te İslâmiyet’i kabulünden sonra değişti.[142]
İlhanlıların yenilikçi hükümdarları Gazan Mahmud Han(1295-1304) zamanında her mıntıka ve şehirde o mıntıkanın şer’i işleri müstesna olarak diğer bütün muamelatı Cingiz Han yasası mucibince tetkik ve kontrol etmek üzere Baksak veya Başkak ismiyle bir memur bulunurdu;bir de şehrin inzibatiyle ilgili ve maiyetinde bir askeri kuvvet bulunan ve şahne adı verilen bir zabıta memuru vardı. Bazen Baskaklık ve şahnelik bir kişi uhdesine de verilirdi. Şehir ve Pazar yerlerini geceleri muhafaza etmek için ases sınıfı vardı Görevleri her gece kol gezerek serseri dolaşanları tutup hüviyet tespiti yaptıktan sonra gerekeni yapmak ve hükümdarın bulunduğu mahallin Pazar ve çarşısı asesliği ayrıcalıklı bir işti.[143] Yani tarifini yaptığımız görevlerinden bahsettiğimiz işleri icra ederlerdi.
İhtiyaç halinde bazı eyaletlere askeri kıtalar göndermenin kifayetsizliğini dikkate alan Gazan Mahmud Han bazı garnizonları takviye etti. Mamafih düşman istilaları esnasında sonradan da bazı kuvvetlerin takviye kuvvet olarak gittiklerini bildiğimiz, İlhanlılar da Garnizon komutanları aynı zamanda şehir kumandanı olan şahnelerdi.[144]
Gazan Mahmud Han birinci derecedeki Şahne ve büyük emirlere aslan başlı payze verdi. Payze kime verilmiş ise onun adı payzenin üzerine yazılırdı.[145]
Gazan Mahmud Han bir karışıklığa ve reayanın elindeki zahirenin gelişi güzel alınmasına meydan vermemek için reayanın elindeki mahsulünün her harman zamanında harman meydanına istif edilerek Şahneler tarafından divana yani hazineye ait kısmının (yirmide bir veya onda bir) ayrılmasını emretmişti. Asker kendisine ait kısmı Şahnelerin ayırdıkları mahsulden alacaklardı. [146]
Yine Gazan Mahmud Han zamanında memleket dahilindeki seyrü sefer eden tüccarlarla kervan ve kafilelerin saldırılardan korunmaları için Kâvransâlâr isimli memurlar vardı. Bunlara kafile emiri veya korucu dahi denirdi. Yine emniyeti temin için Moğollarda yol muhafızı (Bacdar) olarak Tutkavul/Takavul denilen yol muhafızları veya derbentçiler de vardı. Bunlar yollar ve dar geçitleri eşkıyadan ve soygunculardan muhafaza ederler, sınırlardaki insan ve hayvan başına muayyen miktarda selâmet akçesi alırlardı.[147]
a- Daruga/Daruğa: “Darugalık Moğol idari geleneğinde en önemli ve yaygın memuriyetler arasında olup fethedilen bölgelere tayin edilen sivil ve askeri işlerle yükümlü idi. ”[148]
“Moğollarda önceleri alınan meskun mıntıkalar Han’a bağlı iken sonradan han tarafından buralara hususi olarak tayin edilmiş olan vali (daruğacin)ler vasıtasıyla idare ediliyordu”.[149] “Daruğa”(amir) önemli bir memurluktu.[150] Daruğa anlam itirabiyle zaman zaman şahne yani vali ve polis müdürü mukabili olarak, bazen de hakim, reis, komiser gibi anlamlarda değerlendirilmiştir. Fakat anlatılan olaylarla ilgili düşünülürse daruganın subaşı, çarşı bekçisi, köy kâhyası, nahiye müdürü, vergi tahsildarı gibi karşılığı olduğu görülmektedir.[151]
Bununla birlikte darugalar Moğol Hanlarını haliyle temsil ediyorlardı. “Mengü İran ile batı Asya memleketlerine boyun eğdirip Moğol devletine katmasını Hülagü’ye emretmişti. Hülagü (1256-1265) bu ülkeler üzerinde hâkimiyet kuracak, orada büyük Han (Mengü)’ın bir nevi mümessili (Daruğaçin = Daruğa/daruga) sayılacak ve onu metbu tanıyacaktı.”[152] Bu idarede “şehir kumandanı” olarak bilinen şahneler bazen vali veya Naiblerin Kobçur denilen vergiyi halktan fazla aldıklarında harice hiçbir şey sızmasın diye bu askeri kumandanları yani şahneleri para ile ayarlarlardı.[153] İlhanlılarda “garnizon kumandanı” olarak da adlandıracağımız şahneler de bu gibi hallerde üzerlerine düşenleri yapar baskak denilen teftiş elemanlarının halkın bu gibi konularda şikâyetlerini duymamaları için ellerinden geleni yaparlardı.[154]
Moğol (Cengiz İmparatorluğu) parçalandıktan sonra kurulan devletlerden biri olan “Altın Orda Devletinde[155] “Rus knezliklerinin başşehirlerine de “ darugalar” getirildi. Bunlar hem vergilerin toplanmasına, hem de asayişin muhafazasına bakacaklardı. İdare işlerine karışmazlardı... “Darugalık Moğol idari geleneğinde en önemli ve yaygın memuriyetler arasında olup fethedilen bölgelere tayin edilen sivil ve askeri işlerle yükümlü idi. ”[156]
b- İlhanlılarda şahne
Moğolların Batıdaki temsilcileri İlhanlılardır. Gerek Moğollar ve gerekse İlhanlılarda asayiş ve düzeni koruma ile ilgili olarak şahne ve daruga/daruğa kelimeleri geçmektedir. Nitekim “Cengiz Han, 1220 yılında Buhara’yı zaptetti. Semerkand’ın da alınmasından sonra Tuşa Baksak’ı emir ve şahne olarak Buhara’ya tayin etti. O, Buhara’ya gelince orası biraz imar edildi. Daha sonraki yıllarda Cihan Padişahı Ögedey Kaan tarafından Buhara yönetimi Yalavac’ın usta ellerine bırakılınca, onun adalet mıknatısı, oraya buraya dağılmış olan Buharalıları tekrar vatanlarına çekti. Yalavac’ın üstün gayretleri sayesinde şehrin imar işleri büyük ilerleme gösterdi ve tarihinin en yüksek seviyesine çıktı. O boş arsa haline getirilen yer, büyük insanların ikâmet ettiği çok sayıda kimsenin barındığı yer oldu. ”[157] Buradaki anlatımdan şahnelerin atandıkları yerlerdeki imar faaliyetlerine katkıları ve oradaki yerleşimi sağlamak gibi görevlerinin olduğu anlaşılmaktadır.
Moğol, haliyle İlhanlı idaresinde eyaletlerde valiler (hakem) bulunurdu. Küçük sancaklarda da vali(hakem) bulundurulurdu. Eyaletlerde valilerden başka usulen aynen münferit şehirlerde askeri kumandanlar yani şahneler de vardı. Tebriz, İsfahan, Tarom vb. gibi.. Muhtelif eyaletlerde “Hakem” den başka ayrıca bilhassa 1295 yılına kadar hâkim vekili “Naib” de bulunuyordu. Bir eyaletle bazen bir vezirin olduğu da görülürde (bunlar sadece Horasan ve Elcezire’dir) Sivil işlerle ve vergi meseleleriyle uğraşan Naib’in inzibati vazifeleri de vardı. Emrinde bulunan bölgenin nizam ve asayişini tanzim ile mükellefti. Fakat naibler bu vazifelerinde pek başarılı olmamışlar veya kendilerini bu işe muvaffak olacak derecede verememişlerdir.[158] İlhanlılar İranlılarla kendi aralarındaki davaları halletmek üzere şehir komutanı yani şahne, bilginler, kadı ve kâtipler her ay iki defa en büyük camîde toplanırlardı. Bu mahkeme müşkül davalar için umumiyetle kabili istinaf olup kararlarını tahriren verirdi.[159]
Birinci derecedeki şahnelere payze vererek taltif eden Gazan Mahmud Han’ın, harman zamanında harman meydanına istif edilerek Şahneler tarafından divana yani hazineye ait kısmının (yirmide bir veya onda bir) ayrılmasını emrettiğini ve askerlerin kendilerine ait kısmı Şahnelerin ayırdıkları mahsulden alacaklarını belirtmiştik.
c-Yargu (Yargı)
Han’ın sarayında bulunan mahkeme Moğol ileri gelenlerinin ve Moğol olmayan yüksek memurların arasındaki davalara bakardı. Yargu adındaki bu mahkemenin en yüksek memurların aralarındaki davalara bakardı. Yargu adındaki bu mahkemenin en yüksek hâkimi hükümdardı. Yargu’ya bağımlı kral, atabeg gibi hükümdarlar da ülkelerinde tehdit teşkil eden şahısları şikayet etme hakkına sahipti. Aynı zamanda Cengiz Han yasa’sına göre, İlhanlı hükümdarlarına karşı bir suç işlemiş olan devlet memurları da yargu’ya verilirdi. Hükümdar neslinden gelen prensler de bu devlet mahkemesi tarafından mahkeme edilmekte idiler.
Gerek bütün Moğollarda ve gerek onun bir kolu olan İlhanlılarda hukuki, siyasi, idari, örfi ve askeri mahkeme işlerine Yarguci veya Emiri Yargu denilen hakimler bakarlardı Emirler, vezirler ve diğer devlet adamları ve Moğol şehzadeleri ve diğer vazife sahipleri icabında Yargu’da muhakeme edilip hesap verirlerdi. Yargu’ya çekilenlerin elleri bağlanırdı. Mesela İlhanlı Hükümdarı Sultan Ahmed Teküdar (1282-1284), kendisine muhalefet eden kardeşini yarguya vererek cürmü sabit olduktan sonra idam etmişti. İlhanlıların meşhur veziri Şemseddin Mehmed Cüveyni’de yarguya çekilerek idam edilenlerdendi. (1284)
Moğol ümerasından ve diğer devlet adamlarından Yargu divanında yani Büyük Mahkemede hüküm giyenlerin çoğu idam edilirdi. Bazen affedilenler ve dayak ile kurtulanlar da olurdu.[160]
Kanun ve nizam memuru demek olan Yarguci siyasi cürümlerden başka iki hasım arasındaki ihtilafı âdilâne hallederek hüküm verirlerdi. Yargunun istinat ettiği ve hüküm verdiği kanun Cengiz Han’ın koymuş olduğu yasa idi. Cengiz’in emriyle Uygurca yazılmış olup tomar halinde hıfzedilen bu kanuna Yasanâme-i Büzürk denirdi. Ne zaman lüzum olursa buna müracaat edilirdi. Bütün Moğollar bu kanuna çok bağlı idiler ve kendilerine şeriat kanunu tanımışlardı.[161]
Devlet mahkemesi (Yargu)’nde görevli bulunan hâkimlere yarguçi denir ve ekseri Moğol emirleri veya prensleri arasından seçilirlerdi. Davacıların şahit göstermesi ve bu şahitlerin ifadelerinin ispatlanması gerekirdi. Suçlamanın doğruluğu ispatlanırsa-bilhassa ticari davalarda-davacı tutuklanır ve ekseri idam edilirdi. Mahkeme tutanaklarının mevcudiyeti de bilinmektedir. Mahkemeler İlhanlı ülkesinin dışında da yapılabilmekte idi. Mesela belirttiğimiz gibi, 1281 yarguçi Tagaçar, Alaeddin Cüveyni aleyhine açılan bir mahkeme dolayısıyla Bağdad’a gitmişti.
Tabidir ki bütün mahkeme kararlarının üstünde hükümdarların veya baş-vezirlerin tesiri büyüktü. Bilhassa taht kavgaları esnasında insanlar mahkeme kararı olmaksızın idam edilirlerdi.
Moğollar’la İranlılar arasındaki hukuki sürtüşmeler ayda iki defa ana camîde toplanan şehir komutanı (Şahne/Şihne), ulema, hâkim(kadı) ve hatiplerden müteşekkil bir heyet önünde çözülürdü. Bu mahkeme bir nevi temyiz mahkemesi görevini yürütürdü. Merkezden ufuk yerleşim bölgelerinde ayda bir kere bir hâkim yardımcısı (Nevvab) basit miras vb davalarına bakardı. Karışık mahkemeler şehirdeki mahkemede halledilirdi”.[162]
Bağdat’ta Hülagü(1256-1265)-Abaka Han (1265-1282) ve Sultan Ahmet /Teküdar(1282-1284) zamanlarında Bağdat’tı 24 yıl idare eden Alaeddin Ata Melik’e bir iftira atılmıştı. İftira şöyle idi. Moğollar tarafından Bağdat’a şahne olarak tayin edilmiş olan Kara Buka, yardımcısı İshak Ermeni ile anlaşıp bir Bedevi buldular. Onu, “Ata Melik bana, onu Suriye’ye götürmem için kılavuzluk yapmamı söyledi. O ailesi ve hizmetçileriyle birlikte Suriye’ye göç edecek” haberini yayması için kiraladılar. O sırada Moğol padişahları ile Memlùklüler adıyla bilinen Mısır ve Suriye padişahları arasındaki düşmanlık had safhada idi. Her iki taraf da birbirinin fırsatını kolluyordu. İran’da en büyük suç, Mısır ve Suriye sultanlarıyla mektuplaşmak, Mısır ve Suriye’de ise, Moğollarla ilişki içinde olmaktı. Bunun için Arap’ın sözüne inanıp Ata Melik’in evini kuşattılar. Onu tutuklayıp Arap’la birlikte Abaka Han’ın karargâhına götürdüler. Atılan dayak ve yapılan işkence sonunda ona bu işin iftira olduğunu, kendisini buna Bağdat şahnesi yardımcısı İshak Ermeni’nin teşvik ettiğini söylettiler. Onun üzerine İshak Ermeni’nin de Arab’ın da hayatlarına son verdiler. ”[163] Bu olay o dönemdeki yapıla bilinen olaylardan gibi değerlendirilebilir. Ama Burada Bağdat şahnesi ve yardımcısının orada yönetimin birinci adamı olan kişi ile ilgili yaptıkları propagandadaki başarılarını anlatması bakımından da önemlidir.
Yine aynı şekilde Ata Melik Cüveyni’nin düşmanları onu İlhan Abaka Han gözünde düşürmek için faaliyete giriştiler. Onlar “uydurdukları yalanı yaymak ve ona şahit bulmak için halktan ve sokak serserilerinden bazılarına başvurdularsa da onlardan aradıklarını bulamadılar. Bunun üzerine orada bulunan Moğol Şahneleri ve emirleriyle anlaşarak, daha önce birkaç Arap şeyhlerine ve emirlerine haberci olarak”[164] gönderilen birkaç Arap elçiyi göndermesi meselesini gündeme getirdiler. Bu olay ile şahnelerin kendi üstleri durumundaki birini gammazlamak için nasılda kolayca imkan bulduklarını anlıyoruz. Kısaca “şahnelerin ve komutanlarında rızasını alarak bol para vererek kandırdıkları bir kaç serseri” ile bu işte başarılı olamamışlardı.
Moğol yasasına ve geleneklerine göre tahta babanın yerine büyük hanımın küçük oğlu geçerdi. Cengiz Han ölünce büyük hanımının küçük oğlu Ulug Noyan geçmişse de kısa süre sonra geçirdiği hastalıktan ötürü ölmüştü. O, Mengü Kaan, Kubilay, Hülagü ve Arıg Böke’nin anneleriydi Ögedey Kaan daima Ulug Noyan’ın hanımı olan Sorkotani Beki’nin görüşlerinin alınmasını isterdi. O da çok isabetli fikir ve kararlar verirdi. Onun zamanında “vergi memurları, şahneler ve askerler, onun vereceği cezanın ağırlığından çekinerek halka adil davranırlardı”.[165] Oğlu olan Mengü Kaan “bölgelerden alınacak vergileri (emvâl) tespit ettikten sonra nüfus sayımını yapacak şahneleri ve kâtipleri tayin etti”. Yine Mengü/Münke Kaan (1251-1259) “ülkenin her tarafına elçiler ve emniyet güçleri gönderdi”.[166]
Hülagü 1258 yılında Bağdat’ı aldıktan sonra oraya Ustu Bahadır (Ali Bahadır)’ı şahne tayin etti. Bu şahıs ve arkadaşlarının devletin malını zimmetine geçirdiği suçu sabit görülünce ölüme mahkûm edildi.[167] (661/1262-3)
d- Erzurum Şahnesinin İhaneti
Birtakım siyasi ve diplomatik olayların meydana gelmesiyle, Moğolların Selçuklular aleyhine dönmesi sebebiyle Çarmağan Noyan’ın, Baycu Noyan Kumandasında gönderdiği kuvvetler 1242 senesinin kışında Erzurum’u muhasara ettiler. Alâeddin Keykubat tarafından tahkim edilen Erzurum surları bu korkunç düşmâna karşı mukavemet edecek bir kudrete haizdi.[168]
Bar Hebraeus’un da, 1240 senesine ait anlatımında yazdığı gibi[169] 1239’da Gürcistan’ı işgal, Kars ve Ani beldelerini zapt eden Moğolların kumandanı Çarmağan Noyan yerine 1242 de Baycu Noyan tayin edilince Gürcü ve Ermenilerin de dahil bulunduğu Moğol ordusu 1242 sonbaharında harekete geçerek Erzurum önlerine gelmekte iken, kale kumandanı Yakut da şehirde savunma hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyordu.
Baycu Noyan (1242-1255), Erzurum’a varınca surlara karşı mancınık ve arrade (balistik makine)leri kurdurdu. Moğollardan korkan ahâli acınacak durumda batıya doğru kaçıyor ve fırsatını bulabilenler de kaleye iltica ediyordu. Baycu Noyan, Selçuklular’ın teslim olmayacağını görünce, hemen muhasaraya koyuldu. Baycu, arradeleri ile Erzurum surlarını döğmeğe, gedikler açmaya çalışıyordu.
Şehrin subaşısı Sinaneddin Yakut, istediği yardım kuvvetlerini bekliyordu. Baycu Noyan Selçuklu yardım kuvvetleri Erzincan’a vardığı sırada Erzurum’a girdi.
İbni Bibi’ye göre: Şehrin bir taraf sur ve kulesini müdafaa eden Erzurum şahnesi (valisi ) olan Divinli Şerefeddin, Sinaneddin Yakut ile arası açık olduğu ve kin beslediği için fırsatı ganimet bilerek; Yakut’dan intikam almaya karar verdi. Bir gece gizlice Baycu Noyan‘a haber göndererek, “Eğer benimle akrabalarımın hayatına dokunmazsan müdafaa ettiğim kaleyi teslim ederim” teklifi ile Baycu’dan bir talimat aldıktan sonra savunduğu burç üzerine Moğol ordusunun içeri akmasını sağladı.
Bu teklifi memnuniyetle karşılayan Baycu Noyan, iki yüz seçme askerini karanlık bir gecede teslimi vaat edilen kuleye gönderdi. Bu askerler merdiven ile burcun üstüne çıktılar. Kuleyi müdafaa eden askerleri öldürdüler.
Sonra şehrin bedbaht kumandanı Sinâneddin Yakut‘u konağından çıkardılar, başı açık, küçük oğlunun elinden tutmuş idi. Böylece Baycu Noyan’ın huzuruna çıkardılar. Saraydaki kıymetli altın, gümüş ve daha nice eşyalarını kumandana getirdiler. Baycu, bu kadar gümüş paraların çokluğuna hayret ederek Sinaneddin’e dedi ki: “Niçin bu gümüş paralarla gününü kara ettin? Bunu ne için askerlerine dağıtmadın? Ve neden tasarruf ettin? Sinaneddin: “Bu paralar sana kısmet imiş” cevabını verdi. O, bunların ikisini de öldürdü.[170] Bundan sonra, Erzurum yakıldı. Surların yerle bir edildi.
Böylece Erzurum, Moğol istilâsının ilk kurban oldu. Moğollar Türkiye’nin istilâ kapısını artık açmışlardır.[171]
E- BEYLİKLER DÖNEMİ
a- İdari Teşkilât
“Selçuklularda olduğu gibi Anadolu Beyliklerinin birinci derecedeki merkezinde, umum devlet işlerini tertip ve tanzim için bir Divân teşkilâtı vardı. Divan amirleri askeri illere bakmayarak devletin kanun ve nizâmlarının tatbikiyle uğraşır ve maiyetinde bir kalem heyeti bulunurdu. Devletin mali işleri Divân-ı İstifa denilen ayrı bir divan keza hükümdarın emir ve fermanlarını yazmak için Nişan Divanı. adlî işlerle askeri işler için de ayrı makamlar vardı.
b- Subaşı / Sü-başı
Anadolu beyliklerinde subaşı (sü-başı), ordu kumandanı mânâsında kullanılmıştır. Osmanlıların ilk devirlerinde subaşılar (sü-başılar), ulûfe alırlar, inzibattan mesûl olurlar, askeri kuvvetlere kumanda ederlerdi. Bunlar teşkilâtta kadı’dan sonra gelirlerdi. Osman Gazi, ilk merkezi olan Karacahisar’ı zaptettiği zaman, ilk yaptığı işlerden biri yeğeni Alp Gündüz’ü subaşılık (sü-başılık)’a tâyin etmek olmuş idi.
KAYNAKLAR
A. Şerif Beygü, Erzurum, Tarihi, Anıtları, Kitâbeleri,
A. Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihi’ne Giriş, c. I 3. Baskı, İstanbul 1981,
Abû’l-Farac (Bar Hebraeus), Ebu’l Faraç Tarihi, c. II, çvr. Ö. Riza Doğrul, Ankara 1950
Ahmet Caferoğlu;Uygur Sözlüğü c. III, İstanbul 1938
Ahmet Eflâki, Ariflerin Menkibeleri, c. I, çvr. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1986
Ahmet Eflaki, (Ariflerin Menkıbeleri
Ahmet Hilmi, İslam Tarihi, İstanbul 1974
Ahmet Temir, Moğolların Gizli Tarihi, Ankara 1986
Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa,
Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa, çvr, Mürsel Öztürk Ankara 1998
Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği Dün-Bugün İstanbul 1983
Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, c II, Ankara 1981
Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, üçüncü baskı, İstanbul 1988
Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, I, ikinci baskı, Ankara 1993
Beatris Forbes Manz, “ The Office of Darugha Under Tamerlane. çvr. Hayrunnisa Alan Akbıyık, Mimar Sinan Üniversitesi Fen Edebiyat Dergisi, III 2000
Berthold Spuler, İran Moğolları, ikinci baskı, çvr Cemal Köprülü, Ankara 1987
Coşkun Üçok, Türk Hukuk Tarihi, Ankara. 1966
Emin Demirel, Teşkilât-ı Mahsusa’dan Günümüze Gizli Servisler, 2 baskı İstanbul 2002
Erdoğan Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, Ankara 1989
Er-Ravendi, Râhat-üs Sudùr Ve Ayet-üs Sürùr, çvr. Ahmet Ateş, Ankara 1957
Fahreddin Atar, İslâm Adliye Teşkilâtı, Ankara
Gürsoy Solmaz, Ortaçağ’da Erzurum-Kars Kaleleri, Erzurum 2000
http: //www. akader. org/khuka/ 7_2000_ekim/onceki_hukukumuzda_para_cezalari. htm#_ftn80
http: //www. canaktan. org/yonetim/ stratejik-yonetim/guzel-soz. htm
http: //www. dallog. com/devletler/ karahanlilar. htm
http: //www. egm. gov. tr/apk/ dergi/34/yeni/web/Eyup_SAHIN.htm
http: //zabita. tripod. com/muhtesib. htm;http: //search. yahoo. com/ search?p=Muhtesib&ei=UTF-8& fr=fp-tab-web-t&cop=mss &tab=
Hüseyin Akyüz, Kutadgu Bilig’de Sosyo-Pedagojik ve Siyasal Söylem, Baskı: Eser Ofset, Erzurum, 2002.
Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, Ankara 1994
İ. Hami Danışmend,, Eski Türk Seciye ve Ahlâkı, İstanbul,
İbn el-Cevzi, "El-Muntazam", Beyrut 1312 (1992). VIII, IX
İbn el-Esir, "El Kâmil Fi’t-Tarih", Çvr. Ahmet Ağırakça- Abdulkerim Özaydın, İstanbul 1991, c. X
İbni Bibi, El-Evâmirü’l-Ala’iyye Fi’l- Umûri’l-Ala’iyye
İbni Haldun. Mukaddime, c. I, c. II
İbnü’l- Adim, Selçuklular Tarihi, Bugyetü’T-Taleb Fi Tarihi Haleb (Seçmeler) çvr. Ali Sevim, Ankara 1989
İbnü’l Ezrak, Ahmed b. Yusuf b. Ali, Meyyâfârikin ve Amid Tarihi
İbrahim Kafesoğlu, Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihimizde ki Yeri, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1980
İbrahim Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, İstanbul 1972
İhsan Birinci, Tarihi Konular: Ahlâk Zâbıtasının Tarihçesi, Polis Emeklileri Polis Dergisi, y. 12, s. 161, İstanbul-1981
İslâm Ansiklopedisi, Türkler Maddesi
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, 3. baskı, Ankara 1984
Jean Paul Roux, Moğol İmparatorluğu Tarihi, çvr. ler: Aykut Kazancıgil-Ayşe Bereket, İstanbul 2001, s. 141
K, V: Zettersteen, ”Şurta” İslam Ansiklopedisi, c.. XI
M. A. Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, Ankara 1992
M. Altan Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, c. I, ikinci baskı, Kuruluş Devri, Ankara 1993
M. F. Köprülü, Türk Hukuk Ve İktisat Tarihi Mecmuası, c. I, Ankara 1931
Mehmet Mansur, Zabıta Tarihi Tetkikatından: Türklerde Zabıta ve İnzibata Müteallik Kanunlar, Polis Mecmuası, Matbaa-i amire, İstanbul-1922
Meydan Larousse, Büyük Lügat ve Ansiklopedisi, c. I,.
Nadir Devlet, ”İlhanlılar” Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. IX
Nadir Devlet, ”İlhanlılar”. Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. IX Konya 1992
Nizamü’lmülk, Siyasetnâme, türkçesi, Nurettin Bayburtlugil, üçüncü baskı İstanbul 1995
Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, ikinci baskı İstanbul 1969
Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar
Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, Ankara 1988
Öskan İzgi, Kutluk Bilge Kül Kağan Bögü Kağan ve Uygurlar, Ankara 1986
Özkan İzgi, Uygurların Siyasal ve Kültürel Tarihi Ankara 1987.
Rizaeddin Fahreddin, Altın Ordu ve Kazan Hanları, çvr: İlyas Kamalov, İstanbul 2003
Sadri Maksudi Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, İstanbul Üniversitesi. Hukuk Fak. Yayınları, İstanbul, 1947
Sıbt İbnü’l-Cevzi, "Mir’atü’z-Zaman fi taihi’l-Ayan", Yay. Ali Sevim, Ankara 1968
Sun Tzu, Savaş Sanatı, İstanbul: 1996
Şerafettin Ali, Timur ve Tüzükatı, Çev: Kevser Kutay, (Timur’un Kanunları), Ankara- 2000.
Talat Tekin, Orhon Yazıtları, İstanbul 2003
Urfalı Mateos, Vekayi-Nâmesi (952-1136) ve Papz Grigor’un Zeyli (1136-1162) çvr Hrant D. Andreasyan 2. baskı Ankara 1987
Wess Roberts, Hun İmparatoru Attila’nın Liderlik Sırları, İstanbul, 1989
Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, Türk Siyasi Tarihi ve Medeniyeti Tarihi, c. 9., İstanbul-1978
Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, Çeviri: Reşit Rahmeti Arat, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1988. Y. Vladimirtsov, Moğolların İçtimai Teşkilâtı, çvr: Abdülkadir İnan, 3. Baskı, Ankara 1995
--------------------------------------------------------------------------------
NOTLAR
[1] Cengiz Han’ın kendisince “Türk” kelimesi Moğol ile Türk’ün her ikisini ifade eden bir isim olarak anlaşıldığı görülüyor. Şimdiki Afganistan’da kendisini ziyaret eden Kadı Vahideddin Fuşancıye “Peygamberimiz Muhammed her şeyi önceden bilmiş diyorsunuz, acaba benim zuhur edeceğim hakkında ne demiş?” diye sormuş. Kadı da Peygamberin “uturkù al-turka mâ tarakùkum,” yani “Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız,” demiş olduğunu nakletmiş ve Cengiz de bunun çok hâkimâne bir söz olduğunu söylemiş yani kendisini “Türk addetmiştir.” Bir Arap Cengiz’in oğlu Ögeday Kaan’a babasını rüyasında gördüğünü ve kendisine bir söz söylediğini naklettiğinde Ögeday buna “babam, bunu sana hangi lisanla anlattı” diye sormuş. O da Arapça anlattı diyince Ögeday babasının Moğolca ve Türkçeden başka lisan bilmediğini söylemiştir. ( A. Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihi’ne Giriş, c. I 3. Baskı, İstanbul 1981, s. 69
[2] Şerafettin Ali, Timur ve Tüzükatı, Çev: Kevser Kutay, (Timur’un Kanunları), Ankara- 2000. s. 120
[3] Mehmet Mansur, Zabıta Tarihi Tetkikatından: Türklerde Zabıta ve İnzibata Müteallik Kanunlar, Polis Mecmuası, Matbaa-i amire, İstanbul-1922, a. 153, s. 849-855,
[4] Subaşı/Sübaşı/Sü-başı kelimesi ile ilgili açıklamalar kitap içinde olmakla birlikte biz Subaşı olarak kullanmayı tercih ettik.
[5] Meydan Larousse, Büyük Lügat ve Ansiklopedisi, c. I, s. 163.
[6]İhsan Birinci, Tarihi Konular: Ahlâk Zâbıtasının Tarihçesi, Polis Emeklileri Polis Dergisi, y. 12, s. 161, İstanbul-1981,. s. 17, Ayrıca daha fazla bilgi için bkz:Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, Türk Siyasi Tarihi ve Medeniyeti Tarihi, c. 9., İstanbul-1978. s. 272)
[7](İhsan Birinci, a. g. e., s. 18; ayrıca bkz. www. egm. gov. tr/apk/dergi/34/yeni/ web/Eyup_SAHIN. htm
[8] Öskan İzgi, Kutluk Bilge Kül Kağan Bögü Kağan ve Uygurlar, Ankara 1986, s.. 75-76, 74
[9] Emin Demirel, Teşkilât-ı Mahsusa’dan Günümüze Gizli Servisler, 2 baskı İstanbul 2002, 105-106;www. canaktan. org/yonetim/ stratejik-yonetim/guzel-soz. htm; ayrıca baknız. : Sun Tzu, Savaş Sanatı, İstanbul: 1996; Wess Roberts, Hun İmparatoru Attila’nın Liderlik Sırları, İstanbul, 1989.
[10] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 61-62
[11] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, üçüncü baskı İstanbul 1988, s 61-64
[12] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s 102
[13] Bahaddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, s. 202-203, 211-212
[14] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 109
[15] Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, c II, Ankara 1981, s162-163
[16] Bahaddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, s.. 65, 101, 143, 147, 217, 229-237
[17] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 97
[18] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 86
[19] Coşkun Üçok, Türk Hukuk Tarihi, Ankara. 1966, s. 21
[20] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 65-66-89
[21] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 86
[22] Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği Dün-Bugün İstanbul 1983, s. 154
[23] İ. Hami Danışmend,, Eski Türk Seciye ve Ahlâkı, İstanbul, s. 48-51;ayrıca bknz. www. akader. org/khuka/ 7_2000_ ekim/onceki_hukukumuzda_para_cezalari. htm#_ftn80
[24] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 163
[25] Diyet kısaca maddi bedel ödemedir.
[26] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 154-155, 165-166
[27] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 149
[28] Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, Ankara 1994, s. 110
[29] Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, s 55
[30] Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, s133 (sözlük kısmı)
[31] Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, s. 156
[32] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s340-341
[33] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 342
[34] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 345
[35] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 470-474, 484
[36] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 525-527; Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, I, ikinci baskı, s. 220, Ankara 1993
[37] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s 175-176
[38] Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, s. 183
[39] Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, s. 163
[40] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 171
[41] İslâm Ansiklopedisi. Türkler Maddesi. s. 246
[42] İslâm Ansiklopedisi, Türkler Maddesi s. 231
[43] Özkan İzgi, Uygurların Siyasal ve Kültürel Tarihi Ankara 1987. s. 14.
[44] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 266, 203
[45] Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa, s. 97
[46]Şurta:polis, polis memuru, cem şekli Şurat olan şurta (nadiren şurata) kelimesi, aslında “savaşı açan seçme birlik” ve “Muhafız” mânasında olup “Polis” “Jandarma” mânasında da kullanılır. Tek bir polis memuruna aynı şekilde şurta veya şurti (şurati) de denilir. Sahib al-şurta “muhafız kıtası kumandanı” ünvanı, önceleri bir eyalet veya bir şehrin, hem dini hem de dünyevi hususlara hükmeden valisi için kullanılmış, fakat Abbasiler devrinde münhasıran umumi emniyet ve asayişten mesul olan ve dolayısıyla vazifesi şimdiki emniyet müdürünün işine tekabül eden hususi bir memura verilmiştir.
İbn Haldün’un zamanında sahip al-şurta’ya Endülüs’te sahip al-madina, Tunus’ta hâkim, Mısır memlülüklerinde ise vali, denilmekte idi. Bu kelimenin “polis”, ”hafiye” mânası, Endülüs Arapçısında “cellad” mânasına inkılâp etmiş olup, şurti kelimesi Bin bir gece Masalları’nda harami yanında “düzenbaz” ve “ haylaz” mânalarında geçmektedir. Yeni Mısır Arapçasında şurati, “yankesici” demektir. (K, V:Zettersteen, ”Şurta” İslam Ansiklopedisi, c.. XI, s. 585 ); İbni Haldun. Mukaddime, c. I, s. 400; c. II, s. 30
[47] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal,, 3. baskı Ankara 1984, s. 10
[48] Fahreddin Atar, İslâm Adliye Teşkilâtı, Ankara, s. 24, 134, 176
[49] (www. dallog. com/devletler/ karahanlilar. htm)
[50] Erdoğan Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, Ankara 1989, s. 30-32
[51] Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, (Tercüme), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1988, s. 1-2
[52], İbrahim Kafesoğlu, Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihimizde ki Yeri, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1980. s. 7.
[53] Hüseyin Akyüz, Kutadgu Bilig’de Sosyo-Pedagojik ve Siyasal Söylem, Baskı: Eser Ofset, Erzurum, 2002, s. 48-49.
[54] Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, Çeviri: Reşit Rahmeti Arat, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1988, s. 27.
[55] Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, Ankara, 1988, s. 170- 180.
[56] Sadri Maksudi Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, İstanbul Üniversitesi. Hukuk Fak. Yayınları, İstanbul, 1947, s. 100.
[57] Yusuf Has Hâcib, Kutadgubilig, trc. Reşit Rahmeti Arat, 4. baskı,, s. 27-31
[58] Yusuf Has Hâcib, Kutadgubilig, trc. Reşit Rahmeti Arat, 4. baskı,, s. 40-75
[59] Yusuf Has Hâcib, Kutadgubilig, trc. Reşit Rahmeti Arat, 4. baskı,, s. 193
[60] Yusuf Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, çvr. Reşit Rahmeti Arat, 4. baskı, S. 170-181
[61] Has Hâcib, Kutadgubilig, trc. Reşit Rahmeti Arat, 4. baskı,, s383-. 398
[62] Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, çvr. Reşit Rahmeti Arat, 4. baskı, S. 170-181
[63] Erdoğan Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, s. 64
[64] Erdoğan Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, s. 66-68, 73, 76
[65] Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği Dün-Bugün ;, s. 154-155
[66] Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği Dün-Bugün s. 427
[67] Bir zamanlar Mete’nin yaptığı gibi, Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’de kardeşi Çağrı Bey’e bir ok vererek demiştir ki: “-Kır. O, onun arzu ettiği gibi, oku parçaladı. Tuğrul Bey, iki oku bir araya getirdi, aynı şeyi yaptı. Bunun üzerine üç tane verdi, güçlükle kırdı. Oklar dört tane olunca kırmak imkansız oldu. Tuğrul Bey dedi ki: Bizde tıpkı bu oklara benzeriz. Ayrı ayrı olduğumuz müddetçe, biraz kuvvetli olan herkes bizi kırmağa, yenmeğe kasteder; fakat bir arada olursak, kimse bizi yenemez. Eğer aramızda anlaşmazlık çıkarsa, dünya ele geçirilemez, düşmanlarımız galip olur ve hükümdarlık elden gider. ( Er-Ravendi, Râhat-üs Sudùr Ve Ayet-üs Sürùr, çvr. Ahmet Ateş, Ankara 1957, S. 101)
[68] Nİzamü’lmülk, Sİyasetnâme, Türkçe trc. Nurettin Bayburtlugil, 3 baskı 1995 İstanbul; s.. 218-219
[69] Nizâmü’l mülk, Siyasetnâme, Türkçe trc. s. 209
[70] Bk. Nizâmü’l mülk, Siyasetnâme, Türkçe trc, s. 178 ;, M. A. Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, Ankara 1992, s. 202
[71] Nizâmü’lmülk, Siyasetname, trc:s. 172; Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s. 203
[72] Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s 204, ayrıca bak Sıbt İbnü’l-Cevzi, "Mir’atü’z-Zaman fi taihi’l-Ayan", Yay. Ali Sevim, Ankara 1968, s, 6, 13, 23
[73] Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s-205-210
[74] Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s. 211
[75] Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s. 212
[76] Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s. 213
[77]İbn el-Cevzi, "El-Muntazam", Beyrut 1312 (1992). VIII, s 108; M. Altay Köymen, age, s. 214
[78] Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s. 214
[79] Mesela Reisü’l-Irakayn Ebù Ahmet en-Nihâvendi Mezalim’e oturmak suretiyle şüphesiz Sultan adına, adaleti bizzat tevzi ediyordu. Müfsidlerin kökünü kazımıştı, Şehirde ve bütün köylerde yolların emniyetini sağlamıştı. Öyleki erkek olsun, kadın olsun herkes gece veya gündüz istediği gibi dolaşabiliyordu. Irak amîdi Nihavendi, ayrıca yollara gözcüler bırakıyordu Bunun neticesi olarak, kervanlar gidip gelmeğe başladı. M. A. Köymen, age, s 215
[80] Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s. 215
[81] Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s. 216
[82] Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s. 218
[83] Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s. 218
[84] Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s 214
[85]zabita. tripod. com/muhtesib. htm;search. yahoo. com/search?p= Muhtesib&ei=UTF-8&fr=fp-tab-webt& cop=mss&tab=
[86] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devlet Teşkilatına Medhal, s. 50
[87] Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s. 218-219; Bunu şu olay açıkça göstermektedir. Bağdat şahnesi iken Sultan’ın katına dönen Aytekin Süleymanî, yerine oğlunu şüphesiz nâib olarak bırakmıştı. Aytekin’ın oğlu Halife’nin kölelerinden birini öldürmüştü. Öldürülenin kanlı gömleği Halifelik divanı tarafından Sultan Alp Aslan’a gönderildi ve Aytekin’in Bağdad şahneliğinden azledilmesi istendi. Halbuki kendisini Selçuklu veziri Nizâmü’lmülk tutuyordu. Nizâmü’lmülk, Halife’nin şikayetini dikkate alacak yerde şahne’nin iktâ’ına Tekrit’i de ilave etti. Bir taraftan Halifelik divan’ından Tekrit valisi’ne burasını şahne Aytekin’e tesliminin durdurulması yazılırken; diğer taraftan bizzat Halife, onun azledilmesi için vezir Nizâmü’lmülk, hatta Sultan nezdinde ısrar ediyordu. Nihayet şahne Aytekin azledilecek ve yerine meşhur Selçuklu kumandanı Sa’d ü’d-devle Güherâyın’ı Bağdat şahnesi olarak gönderdiler (1071)
[88]Sıbt İbnü’l-Cevzi, "Mir’atü’z-Zaman fi tarihi’l-Ayan", Yay. Ali Sevim, Ankara 1968, s. 155-6; Mehmet Altay Köymen, age, s. 220( elinde bir ud olduğu halde bir Türk’ün evinden çıktığı görülen şarkıcı bir kadına Hanbeli vâiz tarafından müdahale edilmesi yüzünden çıkan olaylar bastırılamayınca Halife’nin veziri Selçukluların Bağdad şahnesi Sadü’d-devle Gùherâyin’e baş vurmak zorunda kalmıştı. Selçuklu şahnesi olay çıkartan topluluğu dağıttı. (M. A. Köymen, age, s. 58)
[89] İbrahim Kafesoğlu, s. 127; Mesela Ermeni tarihçi ve din adamı Urfalı Mateos, Büyük Selçuklu Sultanı “Melikşah iyi, merhametli ve Hıristiyanlara karşı tatlılıkla hareket eden bir zat oldu” diyerek bu gerçeği doğrular. Bkz. Urfalı Mateos, Vekayi-Nâmesi (952-1136) ve Papz Grigor’un Zeyli (1136-1162) çvr Hrant D. Andreasyan 2. baskı Ankara 1987, s. 146
[90] Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s. 221
[91] M. A. Köymen, Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s. 238 ;, İbn el-Cevzi, El Muntazam, Beyrut 1312(1992) c. IX, 114-115; İbn el-Esir, "El Kâmil Fi’t-Tarih", Çvr. Ahmet Ağırakça - Abdulkerim Özaydın, İstanbul 1991, X, s. 110
[92] Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s. 234
[93] Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s. 221
[94]M. A. Köymen her ne kadar böyle diyorsa da Sİyasetname’de “Samanilerin İsmail b. Ahmed” adındaki Horasan, Irak ve Maveraünnehr’e hâkim olup Buhara’da oturan emirlerini kendi lehinde olarak Sistan’da ayaklanıp Horasan’ı alan Yakub-ı Leys ve yerine geçen kardeşi amr-ı Leys’e karşı kışkırttı. Bunun üzerine “Emir İsmail b. Ahmet’in Ceyhun’dan geçip, Merv’e ulaştığı haberi gelince, Serahs ve Merv’in emniyet müdürleri (Şahne) kaçıp”durumu Amr’a bildirdiler (Nizamü’lmülk, Siyasetnâme, türkçesi, Nurettin Bayburtlugil, üçüncü baskı İstanbul 1995, s. 42
[95]Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s. 221(dip not)
[96] Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s. 187
[97] Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s. 227
[98] Nizamü’lmülk, Siyasetnâme, trc. Nurettin Bayburtlugil, s. 76
[99] İbrahim Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, İstanbul 1972, 146-147
[100]İbnü’l Ezrak, Ahmed b. Yusuf b. Ali, Meyyâfârikin ve Amid Tarihi, s. 34-35
[101] Mehmet Altay Köymen, Alp Aslan ve Zamanı, s. 229-230
[102] M. Altan Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, c. I, ikinci baskı, Kuruluş Devri, Ankara 1993, s. 5
[103] Talat Tekin, Orhon Yazıtları, İstanbul 2003, s. 88-89
[104] Ahmet Caferoğlu;Uygur Sözlüğü c. III, İstanbul 1938, s. 164
[105] Selçuk subaşı, yani “ordu komutanı” lakabı ile lakaplanırdı (İbnü’l- Adim, Selçuklular Tarihi, Bugyetü’T-Taleb Fi Tarihi Haleb (Seçmeler) çvr. Ali Sevim, Ankara 1989, s. 20
[106]Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, ikinci baskı İstanbul 1969, s. 40 (Her ne kadar uzun süremi olarak Selçuk Bey’in bu görevde kaldığın düşünülse de Türk geleneğinde çok defa önemli şahıslar ilk ve tanındıkları görevlerindeki unvanlarıyla da anılmışlardır. Gazneli Mahmut, Gedik Ahmet Paşa, Baltacı Mehmet Paşa vb)
[107] M. Altan Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, c. I, ikinci baskı, Kuruluş Devri
[108] İbrahim Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, İstanbul 1972, s. 7, 11
[109] Nizâmü’lmülk, Siyasetname, trc:Nurettin Bayburtlugil 3. baski, s. 179
[110]Nizâmü’lmülk, Siyasetname, trc:Nurettin Bayburtlugil 3. baski, s191
[111]Nizâmü’l mülk, Siyasetname, trc:Nurettin Bayburtlugil 3. baski, s 69
[112] Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, s. 69
[113]Ahmet Eflâki, Ariflerin Menkibeleri, c. I, çvr. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1986, s. 299- 300
[114] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devlet Teşkilâtına Medhal, s. 103-106
[115]M. F. Köprülü, Türk Hukuk Ve İktisat Tarihi Mecmuası, c. I, Ankara 1931, s. 245
[116]Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, ikinci baskı, s. 238;”
[117](İbni Bibi, El-Evâmirü’l-Ala’iyye Fi’l- Umûri’l-Ala’iyye, s. 480-481(trc. cII, s33-35)
[118] İbni Bibi, El-Evâmirü’l-Ala’iyye Fi’l- Umûri’l-Ala’iyye, 609-615; trc. 137-140
[119] İbni Bibi, El-Evâmirü’l-Ala’iyye Fi’l- Umûri’l-Ala’iyye, s. 657, trc. ;176
[120]Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, Ankara 1988, s 9
[121] Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, s. 14
[122] Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, s. 74-75
[123] Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri, ( s. 22) adlı eserinde “Bahâ Veled hazretleri Darende şehrine ulaştığında orada İslâm Sultanı Alaeddin Keykubat’ın naiblerinden Emir Musa adında biri vardı. Emir Musa, o ilin sübaşısı ve hâkimi olup çok kahraman, temiz ve sadık bir Türktü. O, Bahâ Veled gibi bir adamın Horasan ülkesinden geldiğini işitince bütün şehir halkı ve askerlerle birlikte yaya olarak onu karşıladı. Hepsi onun müridi oldu” diye yazmaktadır yine aynı eserde(s. 27) “bir gün sultan Alaaddin büyük bir toplantı tertip etti. Şeyh hazretleri (Baha Veled) ni de saraya çağırdı. Şehrin bütün bilgin, arif hâkimleri, fütüvvet erbabı ve münzevileri toplantıda hazırdılar. Baha Veled kapıdan içeri girince İslâm sultanı onu karşıladı, tahta oturmasını istedi ve “ Ey dinin padişahı ben kulum. Bu günden sonra senin subaşın olmak ve efendimin de sultanlık etmesini istiyorum” dedi. Bir müddet sonra Bahaeddin Veled hastalanınca sultan onun ziyaretine giderek yukarıda yazdığımız isteğini şu sözlerle tekrarlayacaktı. ”Ben, Sultan ül-Ulemanın tam bir bağımsızlıkla tahta oturmasını, benim de onun askerlerinin başbuğu olarak fetihler yapmamı ve seferler kazanmamı isterdim” dedi (aynı eser, s. 29) yukarıda subaşı derken şimdi başbuğ denilmesi subaşının başbuğ olarak adlandırıldığını da akla getiriyor.
[124] Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, s. 76
[125] Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, s. 174
[126] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, 3. baskı, Ankara 1984, s. 90, 98(Alaaddin Keykubat büyük emirleri katlettikten sonra bir gezinti esnasında o zaman orta derecede emirlerden olan Kemaleddin Kâmyar, Zahirüddin Mansur ve ŞEmsüddin’i gizli gizli konuşurlarken görüp(bu herifler hala başlarını kaldırıcaklar mı?) diyerek Emiri dâd’a bunların her üçünün de döğülerek meydandan kaldırmalarını emreylemiş ve evlerini yağmalayarak sınır dışı etmişti İbn Bibi, s. 116)
[127] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, s. 120
[128] Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa,, s305
[129] Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa,, s306
[130]Nadir Devlet, ”Harzemşahlar Devleti”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, redaktör, Hakkı Dursun Yıldız, c. IX, Konya 1992, s. 59
[131] Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa,, s, 177-179
[132] Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa,, s158
[133] Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa,, s. 159
[134] Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa,, s., 160
[135] Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa,, s. 161
[136] Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa,, s. ,. 169
[137]Bir rivayete göre; Cengiz Han doğduğunda sağ elinde saka kemiği büyüklüğünde pıhtılaşmış kan bulunmaktaydı. ( Ahmet Temir, Moğolların Gizli Tarihi, Ankara 1986, s. 19) Doğumu esnasında Tatarlardan Timuçin-Uge esir edilip getirildiği için Cengiz Han’a Timuçin adı verilmişti.
Timuçin köpekten korkan veya dul annesine yardım eden, biri olarak tanımlanmakla birlikte büyük kardeşini haksız hareketinden ötürü annesinin ricasına rağmen öldürmesi, onun müsamaha kabul etmez gaddar bir şahsiyet olduğunu da gösterir.
Büyük bir kurultayda Timuçin unvanı verilen Cengiz Han’ın zuhuruna kadar Moğollarda siyasi bir mevcudiyet görünmez. ( Ahmet Hilmi, İslam Tarihi, İstanbul 1974, s. 247)
[138]Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 486
[139] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 521-523
[140]Jean Paul Roux, Moğol İmparatorluğu Tarihi, çvr. ler: Aykut Kazancıgil-Ayşe Bereket, İstanbul 2001, s. 141
[141] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, s. 201
[142]Nadir Devlet, ”İlhanlılar”. Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. IX, s. 88
[143] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, s. 258
[144] Berthold Spuler, İran Moğolları, s. 441
[145] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, s. 205
[146] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, s. 238
[147]İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, s. 258
[148] Rizaeddin Fahreddin, Altın Ordu ve Kazan Hanları, s. 212 dip not(Fazla bilgi için Beatris Forbes Manz, “The Office of Darugha Under Tamerlane. çvr. Hayrunnisa Alan Akbıyık, Mimar Sinan Üniversitesi Fen Edebiyat Dergisi, III 2000, s. 99)
[149]B. Y. Vladimirtsov, Moğolların İçtimai Teşkilâtı, çvr:Abdülkadir İnan, 3. Baskı, Ankara 1995, s. 152
[150] B. Y. Vladimirtsov, Moğolların İçtimai Teşkilâtı, s. 204, 234
[151] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, s. 263
[152] Berthold Spuler, İran Moğolları, ikinci baskı, çvr Cemal Köprülü, Ankara 1987, s. 289-290, 301-302
[153] Berthold Spuler, İran Moğolları, s. 341
[154] Berthold Spuler, İran Moğolları, 352
[155] Rizaeddin Fahreddin, Altın Ordu ve Kazan Hanları, çvr: İlyas Kamalov, İstanbul 2003 s. 212
[156] Rizaeddin Fahreddin, Altın Ordu ve Kazan Hanları, s. 212 dip not(Fazla bilgi için Beatris Forbes Manz, “ The Office of Darugha Under Tamerlane. çvr. Hayrunnisa Alan Akbıyık, Mimar Sinan Üniversitesi Fen Edebiyat Dergisi, III 2000, s. 99)
[157] Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa, 136
[158] Berthold Spuler, İran Moğolları, s. 370-371
[159] Berthold Spuler, İran Moğolları, s. 422-423
[160] İsmail Hakkı Uzun Çarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, s. 248, 249
[161] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, s. 250
[162] Nadir Devlet, ”İlhanlılar” Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. IX, s. 89
[163]Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa, çvr, Mürsel Öztürk Ankara 1998, s. 23
[164] Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa, 35
[165] Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa,, s445-446
[166] Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa,, s479, 482
[167] Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa,, s590-591
[168]A. Şerif Beygü, Erzurum, Tarihi, Anıtları, Kitâbeleri, s. 65.
[169]Abû’l-Farac (Bar Hebraeus), Ebu’l Faraç Tarihi, c. II, çvr. Ö. Riza Doğrul, Ankara 1950, s. 539
[170] İbni Bibi, El-Evâmirü’l-Ala’iyye Fi’l- Umûri’l-Ala’iyye, s. 514-517.
[171] Gürsoy Solmaz, Ortaçağ’da Erzurum-Kars Kaleleri, Erzurum 2000, s 21-23
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.